7 Oca 2010

85.dosya : İtirafçı Engin, MİT ajanı İbrahim Yalçın Beni takip etmeye devam edin…

Mihrac Ural sendromunuz bitmez




1980 Nisan. Adana Numune hastanesi Elim ranzama zincirli. Annem ve teyzemle.





Mihrac Ural
15 Mayıs 2009



MİT ajanı İbrahim Yalçın’ın, komiser Colombo gibi Mihrac Ural’ı takip etmesi, itirafçı Engin Erkiner’i savunması kadar normal. İşi bu.



Arkamdan nal topluyorlar, ülkemizin siyası sorunları üzerinde yazı yazmak yerine, her defasında yüzlerine vurulan bir ayakkabı gibi geçmişimdeki direnme etkinlikleriyle karşı karşıya kalıyorlar. Bu arkeolojik kazıda, itirafçı Engin kinini kusmak için, MİT ajanı Şahin (İbrahim yalçın) ise derin işleri için çırpınıp duruyorlar.



Son uydurmalarını iki başlıkta kısaca vereyim.



Mahkemede tutum:



Isparta ceza evinde bir araya gelebildik. Bir yandan HDÖ ayrılığının siyasal temelleri atılıyor, bir yandan davamızda takınılacak tutum belirleniyor. Isparta’ya kadar ne yapacaklarını hiç bilmeyenlerle yüz yüze kaldım. Kararsız bir topluluğa, örgütüm adına dik durmayı öğrettim. Kararım açık ve neti.



İtirafçı itiraflarının tümünü üstlenecektir. İtiraflardan dolayı da olsa ifadesi olumsuz olanlar verdikleri ifade kadar olayları üstleneceklerdir. Bu kadar. Bitti…



İtirafçı Engin’in, siyasi-miyasi savunma yapması değil, İtiraflarını üstlenmesi karara bağlandı. Bununla yükümlü kılındı. Belki ona verdiğimiz en büyük ceza da bu idi.



Ser verip sır vermeyenler, polis ifadesi temiz olanlar ise bir an önce çıkması için çaba sarf edilecekti. Karar bu.



Böyle bir kararı almak için, Mihrac Ural gibi birinin gelip hüküm vermesi gerekiyordu. Bunu bilen bilir. Geride hiçbir şeyi bırakmadan polise teslim edenler ve geride hiçbir siyasal ilişkisi olmayanlar karşısında, Türkiye’nin her alanında emeğimle çabamla milim milim örgütlediğim, yakalanmama rağmen ayakları üzerinde dik duran bir örgüt bıraktım. Gücüm de buradan geliyordu. Kararımın yaptırım etkinliği buna bağlıydı. Elimde sihirli bir değnek yoktu, zorlada bir şeyi yaptırma olanağım yoktu. Emeklerimin sonuçlarıydı bunlar. Bu cümleleri de sadece tarihe not düşmek için yazıyorum.



Mahkeme günü geldi. Mahkeme salonu dolu herkes tanık. Ali Sönmez içerde hazırladığım örgüt bayrağını açtı. Örgütünü savundu. Ama itiraflarını üstlenmesi gereken İtirafçı Engin mahkemede sesiz kaldı. Donup kalmıştı. Bunun en yakın tanığı MİT ajanı İbrahim Yalçın. O gün o arbedede de onunla bunu konuştuk. Ne mi söyledi? Üçüncü kişilerin tanıklığını gerektiren dedikodu yapmayacağım, divana kalsın.



Bu durumda sesiz kalamazdım. Ben ve diğer arkadaşlar mahkeme heyetinin üzerine yürüdük. Ali Sönmez’e destek olduk. Sloganlar attık, zorla ring arabasına bindirdiler ve biz orada da sloganlara devam ettik: İtirafçıdan ise çıt çıkmıyordu, sloganlara ortak olmuyor mahkeme önünde “gördüğünüz gibi, ben masumum, sorun bu slogan atan üzerinize yürüyenlerdir” demeye getiriyordu. Yani mahkeme salonunda da itirafçılığını oynuyordu.



Poliste ser verdik sır vermedik. Mahkemede gerektiği an tavrımızı açıkça koyduk direnişimizi haykırdık. Olay bu kadar.



Adana ceza eve kaçışı:



Zindandan kaçmaya 79 sonbaharıyla birlikte karar verdim. Polis ifademde hiçbir sızıntı olmamasının artık mahkemeler nezdinde bir anlamı olmayacağı kararını verdim. Niğde cezaevinde görüş yerinden kaçış için çaba verdik. Silahımız vardı. Testere ve diğer aletlerimizi de temin etmiştik. Ancak ordunun 14 Aralık 1979 “Muhtıra Mektubu”, yoldaşlarımızın Anakara yakalanması ardından gündeme gelince, 1 koğuş temsilcisi olduğum Niğde cezaevinden Adıyaman’a sürgün edildim. Adıyaman’da tünel açma girişimine yöneldim. Siyasi eğilimli mahkumlarla başlayın bu girişim ihbar edildi. Olay hakkında cezaevinde tahkikat açıldı. Jandarma ve idare tarafından bu girişimle ilgili sorgulandım.



Ceza evi benden kurtulmak istedi. Mahkumları örgütlüyor siyasi çalışmalar yapıyordum. Sağlık sorunumla ilgili hastane gidiş gelişlerim gündeme gelince, güvenlik gerekçesiyle Adana’ya gönderildim. Numune hastanesinde, elim ranzama zincirli olarak bir süre kaldım. Burada da kaçma girişimim sonuç vermedi; hastane tuvaletinden kaçışım nöbetçi jandarma tarafından engellendi. Yanımda bu kaçış için yardımcı olacak Annem ve teyzem bulunuyordu. Kaçı öncesi hatıra fotoğrafı da çektirmiştim. Bunun üzerine Adana cezaevine sevk edildim.



Adana zindanında farklı siyası temsilciliklerin yönlendirdiği tünel kazma işleri aylardır sürüyordu. Örgüt temsilcisi olarak konu bana da açıldı. Derhal ve hızla devam kararı aldım. Tüm mahkumları çıkaracaktır, hatta zindanın kedisini bile özgürleştirme kararı almıştık..



Ama tünelde bir Dev-Yolcu arkadaş, döşenen elektrik kablosuna çarparak şehit olması sonucu tüneli erken açmak (patlatmak) zorunda kaldık. Tünel tam yolun ortasına çıktı. Tünelden ilk çıkan gözcülere mahallenin kepekleri saldırdı. Jandarmanın dikkatini çeken bu hadiseyle birlikte, Türkiye zindanları tarihinin en kanlı çatışmalarından biri gündeme geldi. Silahlarımız vardı ve çatıştık, ranzaları, yatakları yaktık. Bir çok devrimci mahkum öldü (Temmuz 1980).



Ağır işkenceden geçtik. Tüm mahkumları sahaya yatırdılar, üzerimizde tepindiler. Ama ailelerimiz bizi yalnız bırakmadı. Dışarıda aileler büyük bir kalabalık oluşturmuştu. Annem “öldüğüm” yönünde haber almış. Cesedimi teslim almaya, Adanalı teyzemle gelmiş. Dışarda bekliyordu.



Bu arada 6 kolordu komutanlığından, ailelerin tepkisini susturmak için görüş izni çıktı. Önceden hiç planlanmayan ve bilinmeyen bir olanak böylece önümüze seriliyordu. Adana’da güçlü bir örgütsel yapımız vardı. Zindanda da etkindik. Yapacağımız herhangi bir eylemde sorunumuz gardiyanlar değil jandarmalardı. Silahlarımızı çok açık ve kabaca geçirebilecek bir etkinlikteydik (Tellevi yoldaş bu sürecin tüm ayrıntılarını bilir)



Görüş verileceği günün arifesinden, görüş yerine ulaşmamızı sağlayacak bir demir pencerenin parmaklıkları kesilerek, görüş yerinde akşamdan yattık. Yanımda kaçmasını onayladığım iki kişi vardı. Ahmet Yeğenler ve Adil Okay.



Bu süreçte hiçbir hal ve koşul altında gardiyanlarla diyalogumuz yoktu, olamazdı. Gergin bir ortam, şehitler ortada ve silahlı çatışma halindeydik. Düşünülecek en son şey, gardiyanları satın almaktı. Böyle olsa da bu neyi değiştirir ki. Firarımızın hangi yönünü zayıflatır, anlamak mümkün değil. Kaçış illa vuruşarak, ölerek, yaralanarak mı olmalı. Bunu aptallara söyleyin, istediğinizde bu ya, kininizin istenci, ya ölüm ya yıkım. Sizin, başka bir var oluşunuz tarzınız da yok.



Görüş açılınca beni ilk karşılayan Gülay Kerimoğlu oldu. Koluma girdi varmam gereken yere kadar emin bir şekilde ulaştırdı ( bu yoldaşımı bir kez daha sevgiyle anıyorum)



Firar olayı da bu kadar.



Be itirafçı Engin, be MİT ajanı Şahin,



En azından, hakkımda yazdığınız şu uydurmalar arasında bir uyum sağlayın bari. Bu kadar “ceberut” olduğunu iddia ettiğiniz Mihrac Ural’ın firar edip etmeme kararını etkileyecek bir kişi bulunabilir miydi? Kendinizle çelişerek nereye kadar bu sendromu yaşayacaksınız…



Beni takip etmeye devam edin. Bu hiper aktif insandan nemalanacağınız çok şey olabilir. Aslanın artıklarından yaşamaya devam edin. Son 30 yıllık yaşantınızın temel figürü Mihrac Ural’dır. Bundan kaçınamazsınız. Bu sendromdan kurtulma şansınız da yok.



Bu kadar önemsediğiniz, sizi bu kadar kaygılandıran birinin, gerçekliğini tanımlayan ülke sevgisi, devrim aşkı, demokrasi mücadelesindeki yeri, yazıları, etkinliklerini şu ana kadar süren bitip tükenmez çabaları sizi daha çok yoracaktır.



Arkadan nal toplayarak takip etmeye mahkumsunuz. Çünkü yaptığınız yararlı hiçbir şey yoktur.



Meyve veren ağaç taşlanır derler hiç yanlış değilmiş.