7 Oca 2010

130.dosya : MİHRAC URAL’A DAİR…



Ekin Sayar
8 Aralık 2009

Bilgi Çağında Çömezlik

En büyük bilgi devrimi olarak kabul edilen internet, dünyayı minicik bir kutunun içine sığdırarak bize devasa kütüphaneler sunmuş, sanal üretime geçiş sağlamıştır. İnsanlık tarihi boyunca en hızlı dönüşümün yaşandığı bilgi çağında, bu yeni üretim ve yaşam tarzının çömezliğinde bir takım komplikasyonlar da ortaya çıktı tabi ki de.

Kapalı toplumla açık toplum olma arasında sıkışıp kaldığımız bu süreçte, ülkenin aydınlarını ciddi bir sınav beklemektedir. Gericilerin göstermelik ileri hamleler yapma çabalarıyla aydın diye nitelenen sosyalist ve sosyal demokrat kesimin geri gitme hamleleri sanırım bu ülkenin en paradoksal sürecinin krokisini çiziyor.

Herkes bir takım önermelerde ve yargılarda bulunabilir; ancak bunların gerçekliğinin ispatında aklın süzgecine ve bilgiye gereksinim vardır. Aksi durum söz konusu olsaydı insanlık “bilgi çağı”na değil, dedikodu çağına adım atardı. “Durgun su solucan yetiştirir” metaforu bilgiden ve aydınlıktan yoksun ilkel akılların durağanlığına iyi bir örnektir.

Sanal ortamda her şeyi yazabilirsiniz, ilk anda size inanacak insanlar da bulabilirsiniz; ancak deliliğin en büyük belirtilerinden birisi olan sürekli tekrarlar okurda şüphe uyandırabilir, buna dikkat edelim lütfen ve sanal alemin “deliler komedyasında” rol almayalım!

Şovenist histerinin etkisiyle saldırganlaşan, insan hak ve özgürlüklerini her türlü etik olmayan edimlerle engellemeye çalışan deliler komedyasının bir traji-komik örneği de Engin Erkiner ve arkadaşları tarafından sahnelenmektedir.

Mademki siz bilgiden, erdemden ve insanlıktan yoksun onca yazınızı nerdeyse bir senedir aynı tekrarlarla veriyorsunuz, ben de sizi ciddiye alan bir deli olarak bir şeyler sormak istiyorum.









Dikkat Mihrac Tehlikeli Biridir !!!

Mihrac Ural’a yaptığınız karalamaların bir ayağı hep sakattı, duyumdu, hasım iddiasıydı, söylenceydi; ciddi hiçbir veriye, belgeye dayanmıyordu.

Suçlamalarınıza dünyanın hiçbir düşün sisteminde dava açılmaz, havanda su dövmek gibisiniz. Duyumla yargısız infaz yapıyorsunuz. Size “Pol Potçu” demesinin mantıki yanları var ve siz öyle davranıyorsunuz. Çok yalan söyleyerek, kimse inanmasa bile kafalar karışır taktiğine mahkumsunuz; zayıfların taktiğidir bu…

Mihrac Ural’ı sevenler, onu yaşamının her döneminde gösterdiği dik duruşla algılayanlar sürekli koruyacaklardır. Bunlardan biri olarak da kendimi görüyorum. Bir tek insanın canına kıyması ya da sebep olması benim insanlık algılayışımda arkadaşlığı bitirmek için yeterli veridir; ama siz hep yalan üflediniz durdunuz.

Sizi anlamak ve sizinle ilgili fikir yürütebilmek için bir tek yazınızı okumak bile yeterlidir benim için… Yazı diline ve üslubuna uymayan bir tarzınız var. Hiçbir siyasi kültür ve anlayışına uymayan içeriğinizi küfürleriniz ve aşağılamalarınızla destekliyorsunuz. Oysaki backgroundunuza bakıldığında insan çok daha farklı beklentiler içerisine giriyor. Bir okur olarak da duyarlı bir insan olarak da çok üzüldüğümü ifade etmeliyim. Onca birikimler, çabalar, okumalar bunlar için mi? Ne olurdu biz okurlara ve yaşama değer katacak yazılar yazsaydınız da bizler de sizin birikimlerinizden yararlansaydık. Ama olsun geri dönüşüm teknolojisi var şimdi!

Mihrac Ural’a karşı akıl almaz suçlamalarınız var ve bunları bıktırıcı tarzda tekrar ediyorsunuz. Bu kendi söylemlerinize olan kuşkuyu taşır. Tekrarda kuşku vardır… Bir tek paslı yalan zincirini öyle hırsla çekeliyorsunuz ki en sonunda koparttınız ve delik beyninizden tetanos mikrobu sızmaya başladı bile…

İşte çürütülmüş yalanlarınızdan birkaçı alttadır. Mihrac Ural’ın dostlarının yazılarından bir derleme olarak topluca buraya indiriyorum:

Yalan

Yalanların Panoraması

1.YALAN: Trablus Şam’da esir düşen Cihat adlı Acilci biri adına “mektup” yazdınız, Cihat çıktı açıkça ve kendi imzasıyla sizi yalanladı. “Ben böyle bir mektup yazmadım” dedi. Engin Erkiner, aynı gece hayatında tanımadığı; ama adına mektup yayınladığı Cihat’ı telefonla Almanya’dan aradı, aynı yanıtı aldı. Neden özür dilemediniz?

2. YALAN: Mihrac Ural’ın kız kardeşi Mihriban Ural’a ağza asla alınmayacak tabirler kullandınız. Takdiriniz olarak, “Türkçe öğretmeni” diye de görev yüklediniz. Bununla kalmadınız, Türkçe öğretmek kötüdür diye, Arapçılık yapıyor diye suçladığınız ve aileyi bu kez Türkçe öğreterek Arap davasına ihanet etti diye de dile doladınız. Mihriban Ural’ın hayatında memur olmadığını bilmeyen Acilci olmamalı sanırım. Abisi ve kocası Hasan Gülbahar nedeniyle hiçbir işe alınmamış, ev hanımı bir kadın. Bu gerçeği bilen, aranızda olan ve Ural ailesinin sofralarına oturup ahlak bekçiliği yapanlar da yanınızda duruyor.

Bu ahlaksız yalanınızdan dolayı neden özür dilemediniz? Sizin okurlarınıza saygınız yok mu? Acilcilik böyle mi?

3. YALAN: Tek tek ölen ve şehit olanlarla ilgili olarak birden fazla kişi yazdı. Hiç birinde Mihrac Ural’la ilgili bir tek veri ortaya koyamadınız.

a) Ali Çakmaklı’nın ölümü: Mihrac Ural’ın ne karar verme ne de Türkiye’de birilerini gönderme durumunda olmadığı açıkça belli oldu. Adamın Suriye’de her türden ilişkisi de kesik. Eski Yerel yöneticilerden Hüseyin Keser de bunu teyit ediyor; Mihrac Ural’da böyle bir eğilim olmadığını dile getiriyor. Yerel yöneticilerin bilmediği bir ölüm olayını, Mihrac Ural’ın bu kadar mesafeden bilmesi ve sorumlu olması hiçbir hukuka sığmaz.

b) Ahmet Çolak: Durmaksızın Ahmet Çolak’ın Suriye’den Türkiye’ye geçerken öldürüldüğü üzerine kurgu yaptınız. Sınır geçişlerinin o dere tepe, vadi, çalılık, ormanlık ortamında uyduyla izlense insan bulunması mümkün olmayan bir durumda bu ölümü de adamın sırtına yıkmaya çalıştınız. Sonra Mehmet Sarı denilen bir arkadaşınız “Ahmet Çolak Türkiye’den Suriye’ye geçerken vuruldu, onu sınıra kadar ben götürdüm” diye açıklama yaptı. Okumuyor musunuz (Üstelik, bu kişi Müntecep Kesici (Şeyh) adlı kişiyle birlikte tutum takınıp ayrılan bir kişi)? Bu kadar kaba yalanla birilerinin sırtına ölümü atmak derin bir kurguyu gerektirir, bu da yaptığınız hakkında anlamlı şüpheleri uyandırıyor.

c) Müntecep Kesici: Mihrac Ural’ın yakın akrabasıdır ve ayrılırken Mihrac Ural’a bağlılık mektubu yazmış. Belge olarak ben de okudum. Tüm görgü tanıkları da “kucağımda öldü” diyen Ahmet Çankaya da yazdı. Mihrac Ural orada değildi. Olsaydı hiçbir şey olmazdı diye. Bu yalanda kocaman ve ilginç.

d) Hanna Maptunoğlu: En komik sözleriniz burada. Arabanın frenleriyle oynandı, öyle suikast yapıldı dediniz. Bırakın bilinen Hanna –Mihrac ilişkisindeki derin sevgi ve saygıyı, bırakın bir Filistinli askeri kampta Hanna’nın uzakta cereyan eden (Trablus ve kamp arası onlarca Km uzak) bir savaştan korkakça kaçtığını ima etmenizi, bırakın Ortadoğu’daki tüm savaşlarda mutlaka İsrail-ABD_Arap Gericiliği ittifakının ilerici güçlere her köşede saldırdığını, bırakın bu savaşlarda yer almanın sadece enternasyonalist bir tutarlık olduğunu ve bu savaşın aynı zamanda 12 Eylül rejimine karşı da bir savaş olduğunu, bırakın tüm bunları; haritaya bakın: Lazkiye, Trablus arası yaklaşık 200 Km., bunun dönüşü de 200 km., etti 400 Km. İniş, yokuş, yol kasisleri vb. Tümünü bir araya koyun bu freniyle oynanan araba nasılda şoförüyle birlikte hiçbir şey olmadan, gerisin geriye dönerek Lazkiye’ye 15 Km kala bir dirsekte, yolcu otobüsüyle çarpışıyor. Bir akıllı gelsin, bunu okura anlatsın. Arabada silah ve arabadaki yolcuları tutuklamış olan bir subay olsun. Herkes de ağır yaralı hale gelsin. Arabayı süren bir intihar komandosu mu? Bu saçmalıklarla yapılan kurgular hep bir yalanın örtüsüdür beyler, şüpheli hale geliyorsunuz tekrarlarınızla.

e) Sami: Sami’nin tutuklandığı açıkça söyleniyor, ifadesinin de alındığı söylenip el yazısıyla yayınlanıyor. O güne kadar tutuklanıp zarar gören tek bir kimse yok. Hatta 1. kongreyi ihbar için gelen İbrahim Yalçın, Süleyman Uğur (Cengiz), Aydın Ocak bile öldürülmüyor. En keskin çatışma anında yakalanan Adil Okay ve Ahmet Yeğenler’e de bir zarar verilmiyor. Hatta eziyet bile edilmiyor. Tersine tutuklanan Mihrac Ural’a sığınıyor.

Sami’nin terk edildiği ve Filistin kamplarına yöneldiği, oradan Bulgaristan’a gideceği ve gittiği yerin adresi de veriliyor. Bütün bu belgeler kanıt olmayacak da bir hasım iddiasıyla birilerinin sırtına olmayan bir şeyi yıkacaksınız. Bu iddia ciddiyetten yoksundur. Diğer iddiaları desteklemek için uydurulmuş bir tampon sokuşturması gibi duruyor.

f) Şehitler, savaşta şehit oldular: Bu savaşı Mihrac Ural mı çıkardı? O kesitte bölgeyi düşünün. Ortalık savaş ortamı. Filistin kamplarında yer alıyorsunuz. Eğitim görüyorsunuz. Savaş patlak verince üstelik bölgeyi Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) öncülü olan bir proje için parçalamayı düşünen İsrail-ABD-Arap Gericiliği gelip savaş yapınca ne yapmanız gerekirdi, kaçmak mı? Bu dürüst bir tutum olur mu? Bu gericiliğin her türüne karşı bir duruş olur mu? Şehitlerinize sahip çıkın aptalca şeyler söyleyip, herkesi kendinize güldürmeyin. Her şeye şaibe yaratılır ama şehitlere değil. Düşmanın bile şehit saydığına saygı gösterilir, siz bundan çok uzaksınız. Bunun için iddialarınızın arka planı çok karanlık…

g) Yusuf olayı: Dikkat çekici bir şey; bu adama pek sahip çıkma eğiliminde değil de sanki Mihrac Ural’ın sırtına bunu da yıkalım ne olursa olsun havalarındasınız. Yanılıyor muyum bilemem. Örgüt “böyle bir kararımız” yok diyor. “Yusuf muhbirlikte öyle bir yol kat etti ki Lazkiye’de yaşayan insanların artık yaşamı tehlikede oldu. Evleri basılıyor, pencerelerden çocukları atılıyor, sokak ortasına sürülüyor ve Yusuf bu işlerin arkasında duruyor” deniyor. Silah kaçakçılığı yapıyor; başka bir örgütü, Acilcilerin emekle, kanla kazanılmış mevzilerine sokarak maddi çıkar elde etmeye çalışıyor. Örgüt resmen bu olayı üstlenmemişken Mihrac Ural’ı hedef gösterip, onun sırtına bu eylemi yüklemenin ciddi bir yanı olmaz. Beyler kanıt ve belge ve tanık olmaksızın suçlamalarınız hasım iddiası olur. Burjuva mahkemelerde bile kabul görmez.

4. YALAN: Kongreyi örgütü çok küçümsediniz ve yok saydınız. Üç beş kişilik bir çete topluluğu diye ısrar ettiniz ve sonra aniden kendinizi 1 kongrenin seçtiği üyeler diye lanse etme ihtiyacı hissetiniz. Bu çelişkili durum nedeniyle okurlarınızdan özür dilemediniz.

5. YALAN: İddialarınızdaki mal mülk vurgusu dikkat çekici. Bu sizin bir şey üretememiş ve Mihrac Ural’ın çok üretken olduğunu göstermiyor mu? Bir de sık sık ilişkilerinin çok geniş olduğundan dolayı suçlamanız da bir garip. Zeki Arsuzi, M.A Zarka Ganim, şu bu diye sayıyorsunuz. Şimdi düşünüyorum da bu adam bütün mal mülkünün örgüte ait olduğunu bir konferansla gösterirse bu iddialarınızın tümü kocaman bir yalan olmayacak mı?

6. YALAN: Filistinlilerden şehitler için alınan para yalanı. Bu çok çirkin bir şey. Filistinliler açlıklarını giderecek paraları yokken kime ne parası versinler? Ne Türkiye sol hareketinde ne de Arap hareketlerinde böyle bir parayı alan tek bir örneğe rastlanmaz. Böyle bir paranın alınıp alınmadığını bilmek hiç de zor değil. Türkiye’deki ya da dünyanın herhangi bir yerindeki Filistin büro ya da elçiliklerine gidilebilir ya da yazı ile müracaat yapılabilir. Açık ve net isimler verilebilir. Bakın bakalım var mı öyle bir şey. Yalan söylemek kolay; ama inandırıcı yalan söylemek çok zor. Her iki halde de yalancıya inanılmaz…

Yalanların Hezeyanında Dibe Vurmak

Yalan ile doğru arasında kıl kadar bir fark var derler, çok doğru. Sanırım siz Mihrac Ural’a hayransınız, onu kıskanıyorsunuz ki onun gibi olamamanın tepkisini gösteriyorsunuz. Arkanızda biz okurlara yansıtmadığınız başka karanlık düşünceleriniz yok ise…

Kedi poposunu görmüş yara sanmış ya, kendi başarısızlıklarınız da sizde Mihrac sendorumlu bir yara sanrısı oluşturmuş. Dönün bakın kendinize, orda sadece siz varsınız siz!

“Günah işlemenin birçok araçları vardır, fakat yalan bunların hepsine uyan bir saptır.” (Oliver Wendell Holmes) .

Aynen durumunuz budur. Kimbilir kimlerin ve hangi çıkarlarınızın müshiliyle atılan bu yalan nakaratlarınız, içinizi bir türlü arındıramıyor pislikten…Atıklarınızla da yazı kirliliğine yol açıyorsunuz, bilmem farkında mısınız?

27 yıl susuyorsunuz, TKEP’li oluyorsunuz ve TKEP buharlaşıp yok oluyor. Şimdi sırada Acilcileri mi yok etme planı var. Bunu açıkça ilan edin. Denklemleriniz bunu gösteriyor, bu çirkin denklemlerin arkasında ne olabilir düşünmek gerek…

Ben Acilci değilim; ancak elimizi vicdanımıza koyup düşünelim. Bir yanda sürekli düşünce üreten, bilgiyle yoğunlaşan bir insan; diğer yanda onu hakaret, küfür bombardımanına tutan üç insan… Akıl almaz suçlamalarınız çürütüldüğü halde özürden yoksun oluşunuz, aileye karşı saldırılarınız çok korkunç ve ürkütücü… İşte bu nedenledir ki duyarlı insanların onu yalnız bırakmayacaklarına inanıyorum. Sizin bu korkunç saldırılarınız ve üslubunuz karşında kim olursa olsun savunurdum, bunu da biliniz.

Beğenirsiniz beğenmezsiniz bileceğiniz iş; ama kendine örgütüm diyen, en azından da Türkiye solu içinde dergi çıkarabilen birkaç örgütten biri; çevresi olan, 1 Mayıs kutlamalarına gücü oranında katılan, dernekleri olan, seminerleri kesilmeden devam eden, irili ufaklı anma ve etkinlikleri hiç kaçırmayan, kesintisiz siyasi yazılar yazan Acilciler örgütü ortada duruyor. Bu tek kişinin işi olabilir mi? Her şeyi tek kişinin sırtına yıkarsanız bir süpermandan söz ediyorsunuz demektir. Böyle birinden çok; hiperaktif, kararlı, inatçı, işinin peşine koşan, örgütsel dokuları kararlıca koruyan biri var karşımızda. Özel yazışmalarında bile “benim davam var bunun uğruna varım” diyen birini, çok normal bir ticari faaliyet nedeniyle de karalamak ne kadar mantıklı olur bunu sorgulamak gerek. Düşünceye saygı gereği böyle bir yapılanmayı tanıyor ve içeriği şiddet içermedikçe de destek veriyorum (ki Acilcilerin hiçbir zaman şiddete meyil etmeyeceği inancındayım, bu ifadeyi genel anlamda kullandım). Benim demokrasi ve özgürlük anlayışım, içinde insan sevgisi ve barışı barındıran tüm organizasyonlara, oluşumlara ve etkinliklere açıktır.

Mihrac Ural hem yalnızdır diyorsunuz hem de bu kadar çok çığırtkanlık yapıyorsunuz. Madem yalnızdır sorun yok. Kimse onu sevmiyor ve inanmıyorsa nette neden bu kadar çok ve kimlere anlatıyorsunuz? Yoksa onun gizli bir ordusu var da ondan mı korkuyorsunuz ve onu hiç tanımayan insanlarda dahi nefret refleksi geliştirmeye çalışıyorsunuz?

Servet dediğiniz nedir ki? Küreselleşen dünyada servet dediğinizde uçaklar, yatlar, atlar, alışveriş merkezleri vs. gelir akla. Mihrac Ural’ın üç arabası varmış (ben sordum, 88 model bir arabası var, o kadar. Yalan ve abartıdan kendinizi alamamanız ilginç), birkaç evi varmış, turistik işletmesi varmış vs.! Bu nasıl bir suç ve nasıl bir zenginlik? Sanırım yazıdaki ve siyasetteki ustalığı ticarette gösterememiş ne yazık ki! Oysa Türkiye’de hatırı sayılır ilişkileri sayesinde pekala da ticaret yapabilir ve küçük bir servet yerine büyük bir servete sahip olabilirdi. Bu da bir suç olmazdı sanırım değil mi?

Yoksulluğu ne erdem ne de suç sayan bir perspektiften bakınca bazı konuları gereğinden fazla büyütmenizin altında başka sanrılar olduğu endişesine kapılıyorum. Gelir dağılımının çok adaletsiz olduğu günümüzde bir bakıyorsunuz ki orta gelirli ailelerin bile ikişer arabası olabiliyor ve yanında da iki, üç dairesi... Sizin araba ve daireniz yoksa bu Mihrac Ural’ın suçu mu (Belki de vardır da bunun da bir önemi yok değil mi?)?

Sun Tzu’nun savaş sanatında şöyle denir; “eğer fazlasıyla hoşgörüsüzsen, haklı dahi olsan, eyleminin başarı şansı yoktur. Çünkü böyle bir edim, varlıkların doğasındaki direncin dinamizmini ortaya çıkarır ve bu karşı konulması zor bir güçtür.”

Farkındaysanız sizi muhatap almıyor. Gerekli gördüğü açıklamayı okura veriyor. Bunun iki nedeni var sanırım: Birincisi sizi muhatap almıyor; çünkü onun yolu bilgi yoludur.

“Küçük kafalar kişileri, orta kafalar hadiseleri, büyük kafalar fikirleri konuşur.” Lao Tse

Diğer nedeni de savaşma sanatının ustasının yöntemlerinden birisi olan “düşmanı yormak ve enerjisini kendi içinde tüketmek.”

Bilmem anlatabildim mi?

Burada arkadaşlara daha gerekli yerlerde konuşmalarını tavsiye ediyorum ve güzel bir sözü de onlara hediye ediyorum:

“Öyle horozlar vardır ki, öttükleri için güneşin doğduğunu sanırlar.” H.Dunant







Düşünce Bir Doğumdur Yeni Güne

“Ayrı Varlık” düşünüyor, düşünüyor, yazıyor …

Mihrac Ural’ın savunucusu değilim; ama şunlar da bir gerçek: Türkiye’ de çok fazla çevresi olan bir insan ve sürekli ilişkilerini tutarlı bir çizgide geliştiriyor. İnsana duyduğu saygı, bilgiye verdiği önem ve ezber bozan nitelikte soyutlamaları ve önermeleriyle cesurca ilerlemektedir. Bir tek küfrünü okumadım sitelerde, bloklarda. Şu ana kadar insanlık dışı hiçbir düşünce ve duygusuna tanık olmadım satırlarda. Ortadoğu’yla ilgili ciddi birikime sahip olan bu arkadaşımız siyaset, tarih ve felsefe alanlarında ciddi yazılar üretmiştir. Birçok yazısı ayrı bir araştırma konusudur. Baylar, bayanlar; bir insanı karalamadan önce onun kazandığı paraya değil, bizlerle bu güne değin tutarlı bir çizgide paylaştıklarına bakalım. Ne söylediğine bakalım. Bir tek yazısı dahi şiddet içermiyor, tersine yoğun bir insan sevgisi ve özgürlük tutkusu motifleriyle işlenmiştir her bir satırı. Ona katılmak zorunda değilsiniz elbette; ancak duygu ve düşüncelerini özgürce ifade ediyor diye de suçlayamazsınız. Her yazı eleştirilebilir; ama küfredilemez…

Örgütün çizgisini ilerletti diye tepki veriyorsunuz. Neden? Kimler çizgisini değiştirmedi ki! Sosyalizm üzerine yazdıkları, mal bulmuş mağribi gibi özel yazışmalarından aktardıklarınızdan onlarca kat daha fazladır. Okumuyorsanız bu sizin suçunuz. Adam, neler yazdı neler. Tartışmalar da yaptı çok kişiyle. Ama sizin aklınız buna yetmiyor diye küfür mü etmeniz gerek… Bakın şu söze: “ Sınıf mücadelesi ihmal edilmemesi gereken bir reformist mücadeledir, devrimci değildir.” Bu cümleyi yazmak için hangi tarih önermelerini aşmak gerek, kimlere, hangi büyük düşünürlere ve medreselerin karşısına dikilmek gerek biliyor musunuz? Sanmıyorum…

“Sosyalizm, kapitalizm madalyonunun diğer bir yüzüdür” cümlesine mi takılmışsınız ne… Çok komiksiniz oturun tek tek yazılarını okuyun adamın. Tümü bloğunda var. Ben onun tüm görüşlerini savunmam, nesnel olarak da bu benim için çekici olmayabilir. Ama karşınızda sizlerin değil, mensup olduğunuz medreselerin bile baş edemeyeceği bir aydın var. Şu andaki çizgisi antidemokratik görüşler içeren, özgürlük karşıtı, gerici öğeler barındıran bir içerikte değil ki… Tersine kendini 21.yy koşullarına uyarlayamayan, bilgi çağında yerini alma heveslisi olmayan, okumayan, kendini sürekli tekrar eden tarihin küflü sayfalarında kalmış bir solun içinde kalmak yerine kendini yeniden yarattı! Kaçmadı, pes etmedi, kimseyi suçlamadı.

“Bizler, hepimize yeterli bir vatan olan bu coğrafyada, etnik var oluşumuzun doğal, insani, hatta dini boyutta da meşru olan haklarını, siyasi ve kültürel boyutlarıyla bir bütün olarak, demokratik bir devlet çatısı altında, anayasal kurumlarca açıkça ifade edilip güvenceye kavuşturulmuş bir şekilde temin edilmesini talep ediyoruz.” (Mihrac Ural, Ayrı Varlık, 7. Ordu ve Hatay Davası)

Bu mudur sizi rahatsız eden? Neden? Tüm etnik kimliklerin yaşatılmasından yana tavır sergileyip de kendi kimliğini yok mu saysın? Arap kimliğini yok saysaydı daha mı çok severdiniz Mihrac Ural’ı? O bir devrimcidir ve asla taşıdığı hiçbir kimliği gizlemek ve yok saymak onursuzluğunu yaşamaz. Ne siyasi kimliği ne de etnik kimliği karanlıktadır. Uzun zamandır bunları yazmaktadır da. Devrimcilik dünyada sosyalist olmakla mı tanıtlanmıştır ki onun üstüne bu kadar gidiyorsunuz? Devrim öncelikle kendini değiştirmekle başlar. Mihrac Ural da bunu başarmıştır ve devam da edecektir kendisini yenilemeye ve geliştirmeye… Hiçbir insanı hedef almadan sadece yüreğinin demokrasi ateşiyle…

“Köleci sistemi köleler yıkamadı, feodalizmi onlar kuramadı. Feodalizmi köylüler (serfler) yıkamadı kapitalizmi onlar kurmadı. Dünyadaki tüm sendikal sınıf mücadelesine dönüp bakın, komünist partilere ve onların sınıf mücadelelerine dönüp bakın, Komünternden sosyalist enternasyonale tümünde sınıf mücadelesinin gelip dayandığı yer Spartaküs’ün gelip dayandığı yer olmuştur. Başkası da olamazdı.

Devrimden, darbeyi, isyanı, ayaklanmayı değil de geri dönüşü mümkün olmayan yeni bir üretim ilişkisi, yeni bir mülkiyet ilişkisiyle tanımlanan sosyal bir sistem, yeni bir uygarlığı anlıyorsak sınıf mücadelesinin reformist bir mücadele olduğunu anlamamız zor olmayacaktır. Tarihin tüm verileri sınıf mücadelesinin devrimci olmadığını reformist olduğunu göstermektedir. Bu aralar sürekli tekrar ediyorum: Sınıf mücadelesi ihmal edilmemesi gereken bir reformist mücadeledir.” (Mihrac Ural, Dicle Haber Ajansıyla (DİHA)röportaj 6 Ağustos 2009)

Mihrac Ural diyalektik düşünce yoluyla elde ettiği verilerle yukarıdaki belirlemelerde bulunmuş, sonrası onları tek tek ayrıştırıp, sistematik bir işleyişle müthiş soyutlamalara dönüştürmüştür. Aşağıdaki satırlarda da bu aklın işleyişinin devamını göreceksiniz. O geçmişin felsefi birikimlerinden yararlanarak düşüncelerini beslemiş, ancak hiçbir kuramı tanrılaştırmadan kendi tez ve önermelerini oluşturmuştur.

“Küresel üretim ve bunun unsurlarından biri olarak sanal üretim, kapitalizmin ulus merkezli, ülke merkezli yapısından tarihsel bir çıkıştır, yani geri dönüşü olmayan bir çıkıştır. Bilgi dönüşümünün evrensel ölçekte sağlanması ve özgürlüğü geliştikçe daha anlamlı hale gelecek olan bu süreç, bize yabancılaşmanın gerçek anlamda devrimci bir unsur olduğunu gösterecektir. “İş bölümü arttıkça yabancılaşma da artacaktır” belirlemesinin mantıki sonuçları, yabancılaşmanın tarihte devrimci bir rolü olduğunu göstermeye yeterlidir. Sanal dünyada bilginin dolaşımı sentezlenerek yeni bilgi sonuçlarına ulaşması da yabancılaşmanın bir ürünüdür. Bunun önünde ne sınırlar ne milletler ne de devletlerin durması söz konusu değildir. Bunun gibi sıralayabileceğimiz bir dizi temel etmende ortaya çıkan nitelik ve nicelik gelişmeleri, üretim ilişkilerinin bir unsuru olan tüm ilişkileri de değiştiriyor. Öyle karpuz keser gibi kesip yok etmiyor, değişime uğratıyor. Bu kapitalizmin değişimidir diyorum.” (Mihrac Ural, Teknoloji ve Üretim Tarzında Devrim, Ayrı Varlık,30.09.2009)

İşte yazılarından bir alıntı daha, buyurunuz! Buna ne diyeceksiniz? Kapitalizmden yeni sisteme geçişteki dönüşümü bu kadar net ve açık verilerle aktarabilen insanı bir eşkıya, köy ağası gibi anlatıyorsunuz. Dönüşüme giden yolda değişim ve gelişmeleri bu kadar objektif gözlemleyip değerlendirebilmesi, onun aklının nasıl bir doğrulukta ve dinamizmde çalıştığını, ne kadar çok bilgi biriktirip kendisinin de ifade ettiği gibi yabancılaşma sürecinde kendisini yenilediğini göstermez mi? Bir aklın bu şekilde işleyebilmesi için çok uzun yıllar sadece bilgiye ve düşünceye odaklanması gerekir. Bu çok uzun erimli bir yoldur. Lütfen siz de bilgiye odaklanın da dünyanın tüm kötülüklerine sebep olan şu bilgi adamını unutunuz; biraz oksijen girsin beyninize…

“…bilişim çağının sonuçlarıyla hantal hale gelen o dev kapitalist işletmeler yerine, küresel üretim sistemi, daha da küçük bir özel mülkiyetle, daha çok üretim, daha çok bilimsel veri katılımı ve daha evrensel ölçekte değişim ve dolaşımla tüm insanlığı birbirine bağlamakta, her kesin kazanabileceği bir ortam yaratılabilmektedir. Yani gerileyen yan (ki, bu tarihsel anlamıyla da kapitalist sistemdir), tüm bilimleri esir alarak, doğrudan emeği dışlayarak sömürü çarklarını döndürmeye çalışmasına karşı, küresel üretim sistemi bilimleri özgürleştirerek, toplumsal ve ekonomik işlevlerini artırmaya çalışmaktadır…” (Mihrac Ural, Ortak Ülkemiz, Gomanweb,23.09.2009)

Bu paragraf da bu aklın ne kadar kapsayıcı, insancıl ve özgürleşmiş bilgi ve duyumsamalarla küreselleştiğini açıklıyor.



“…Kadının doğasını değiştirmek, doğayı değiştirmek gibi bir hedef bu çabanın merkezine oturtulmalıdır. Tek tutarlı kadın hakları çözümü de buradan geçmektedir.” Hanginiz böyle bir önermede bulunabilir? Bulunmayı bırakın bu cümleyi algılamanız bile mümkün değildir sizin paradigmanızda…

Hem Hatay’la ilgili yaklaşımı hem de küresel dönüşümle ilgili belirlemeleri onun ne kadar geniş bir vizyona ve devrimci bir perspektife sahip olduğunu gösteriyor. Demokrasi taleplerinin temelinde yerel, sığ ve milliyetçi bir anlayış yok, tersine kendi realitesini evrensel bir yörüngeye oturtabiliyor.

Gördüğünüz gibi onun penceresi kendi bahçesinin ötesindeki kocaman bir köye açılıyor; küçücük kutulara sığdırdığımız dünya dediğimiz kocaman bir köye…

Onun savaşında tek silah vardır: “akıllı bilgi”

Delia Steinberg Guzman’ın da belirttiği gibi; “Bu, cesaretin ve adaletin yasasıdır. Kontrolünü kaybetmeden savaşın içine girmek. Kendini savunmak yerine, adaleti savunmak gerektiği için savaşmak.”

İşte Mihrac Ural Budur!

Diyalektik düşünceyle edindiği bilgileri, analitik düşünceyle sistematik hale getirip müthiş soyutlamaların doğurganlığında inanılmaz çocuksu bir heyecanla yazar Mihrac! Bu arada septikleşir, dikkatini tamamen konusuna odaklar ve çevresindeki cansız nesneler bile yaşayan bir varlıktır ve evrendeki her şey konusuna zenginlik katacak parçacıklardır. O inanılmaz bir tutkuyla, aşkla yazar. Ve siz de bu kadar coşkulu bir akışın içinde o değerli bütünün bir parçası olmak, orda anlam bulmak ve harflere hafiften dokunmak istersiniz. Ama hafiften dokunmak, usulca… Hiçbir anlam ve duygunun hareket ve yönünü değiştirmeden… Yazı artık yaşayan bir varlıktır, onun ruhu yazıya geçmiş ve harflerde vücut bulmuştur. Sonraki yazı da o ruhun içinden doğar sessizce ve onu besleyecek bir tek rasgele söylenen sözcük ya da bir cümleden şahlanır ve yeni ufuklara doğru coşar…

Yaşamsal değerler üstüne böylesine aşkla yazan bir insan ne katil ne hırsız ne de uğursuz olabilir.







Işıklar Sönünce Başlar Aklın Sancısı

Bir yanda toplum kültürünün üstünde olduğunu iddia eden sahte aydınların bilgisiz, düşüncesiz atakları ve saldırıları; diğer yanda bilginin çoğalmasına katkı sağlayan, okuyan, araştıran ve soyutlamalarla bilgi çağında yerini almaya çalışan aydınların değerler paradigması ve iki düzenek arasındaki şaşırtıcı fark. Bir de gelenekçi, kapalı, feodal davranış özellikleri gösteren, bilgisizleştirilmiş bahtsız insanlar topluluğu var ki onlardan hepimiz sorumluyuz. Asıl tehlike entelektüel görünen, yenilikleri dışlayan sahte aydınlardır. Farklılıkların bir savaş arenasına dönüştürülmesinden daha çok, edepli bir reddediş ya da siyasi tartışma platformlarında demokratik bir sahne ortaya çıkmalıdır. Kendini bilenler için böylesi bir final normaldir. Ama bir de insanlığını yitirmiş şaşırtıcı ahlak ve etik dışı davranışlarla bilgiyi katleden ve bunu kişiselleştiren değişik insan tiplemeleri de ortaya çıkarsa ne olur?

Siyasette büyük alt üst oluşlar yaşanabilir. Tartışmalarda olur, olmalıdır da. Ama böylesine tanık olunduğunu sanmıyorum. Annelerin, babaların, kız kardeşlerin, ailelerin çoluk çocuklarının adı, adresi, okulu ve yaşamlarının da araya sokuşturulduğu bir tartışma hiç olmamıştır. Özel yazışmaları sergileme ve bundan medet umma hiç görülmemiştir. Bu veriler bende ciddi kuşkular uyandırdı uzaktan bir gözlemci olarak ve bunu okurla paylaşmak istedim. Kimseden yana değilim, mantıkla çözümlemeden yana vardığım sonuçları ortaya koydum.

Son Olarak Diyorum ki

Her ne kadar kızsanız da Mihrac Ural’a, hiçbir şey ikili özel yazışmaları teşhir etmenize gerekçe değildir. Bu ne devrimci ahlaka ne sol ahlaka ne de insani bir tutuma sığar. Çok utanç verici ve ahlaksızca, terbiyesizce bir davranıştır. Belki birileri bundan zevk almış olabilir kendi yazışmasını vermekle; ancak o kişinin yanlış davranışı yine de sizin bu ahlaksızca davranışa meyletmenize gerekçe değildir. Zaten o kişinin rumuzunu ve konuşmalarını vermeyip, diğer kişilerin rumuz ve konuşmalarını vermekle durumu çok net ortaya koymaktasınız. O kişi hangi gerekçeyle verdi bilemem; ama kendine saygı duymadığı çok açık ortada. Size şunu da söyleyeyim; haklı olsaydınız bile sadece bu davranışınızdan dolayı size saygı duymaz, sizi insanların özelini teşhir eden, yazının inceliğinden yoksun, etik tanımayan, dedikoducu, kimliksiz ve kişiliksiz birisi olarak nitelerdim. Bir de bu yaptığınız iyi bir şeymiş gibi açık açık da burada yazıyorsunuz, bilgisayarına ve yazışmalarına girebildiğinizi. Sizin tarzınız bence MİT’ e bile uymaz. MİT kendince bir suç tespitinde bulunsa bile bunu böyle deşifre etmez, cinayetler ve işkenceler bu yoldan geçer de böyle bir soytarılık onların tarzı değil. Siz ne MİT’ siniz ne siyasetçi ne de hak, adalet arayan sıradan insanlar olabilirsiniz gözümde… Hiçbir aklıselim insan da size prim vermez bu ahlak dışı ediminizle…

“Hoşumuza giden yalanları avuç dolusu yutarız da, acı gerçekleri yudum yudum içeriz.” demiş bir düşünür. Tam sizlik bir söz. Şimdi bu gerçekleri yudum yudum içecek ve kendinizden de tiksineceksiniz ve tiksindikçe de daha da çok saldıracaksınız. Batağa girmiş durumdasınız gırtlağınıza kadar…

Siz battıkça o daha da çok yükselecek…

Siz kötüledikçe biz daha da çok sarılacağız ona…

Hangi düşünce olursa olsun edepli bir tartışma ortamı okura da yazanlara da değer katacaktır. Bunu esas alıp eleştirel bir perspektif belirlerseniz buyurun, sizi de okuyalım ve hayran kalalım bir türlü gösteremediğiniz aklınıza…

Ve hoş bir seda oluşsa yüreklerde…

Can Yücel’in sevdiğim bir şiiri koysun son noktayı…



HER ŞEY SENDE GİZLİ



Yerin seni çektiği kadar ağırsın

Kanatların çırpındığı kadar hafif..

Kalbinin attığı kadar canlısın

Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç…

Sevdiklerin kadar iyisin

Nefret ettiklerin kadar kötü..

Ne renk olursa olsun kaşın gözün

Karşındakinin gördüğüdür rengin..

Yaşadıklarını kar sayma:

Yaşadığın kadar yakınsın sonuna;

Ne kadar yaşarsan yaşa,

Sevdiğin kadardır ömrün..

Gülebildiğin kadar mutlusun

Üzülme bil ki ağladığın kadar güleceksin

Sakın bitti sanma her şeyi,

Sevdiğin kadar sevileceksin.

Güneşin doğuşundadır doğanın sana verdiği değer

Ve karşındakine değer verdiğin kadar insansın

Bir gün yalan söyleyeceksen eğer

Bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın.

Ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasret

Ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın

Unutma yağmurun yağdığı kadar ıslaksın

Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak.

Kendini yalnız hissettiğin kadar yalnızsın

Ve güçlü hissettiğin kadar güçlü.

Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin..

İşte budur hayat!

İşte budur yaşamak bunu hatırladığın kadar yaşarsın

Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün

Ve karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun

Çiçek sulandığı kadar güzeldir

Kuşlar ötebildiği kadar sevimli

Bebek ağladığı kadar bebektir

Ve her şeyi öğrendiğin kadar bilirsin bunu da öğren,

Sevdiğin kadar sevilirsin