30 Ara 2010

ENGİN ERKİNER


215. DOSYA
YALANIN İPİ KISADIR
İtirafçı Engin Erkiner demek yalanda müptezellik demektir

Mihrac Ural
30 Aralık 2010

Konu;

Alıntısız eleştirilerle kuyruklu yalan üretme ahlaksızlığı.

 O sözde benim yazılarımın reklamını yapmayacak ya onun için alıntı yapmıyor. Bu çirkin insanların kanıt ve belge konusunda da aynı bataklıkta olmaları dolaysıyla kuyruklu yalanlar üretip duruyorlar. İlgisizliğim ve önemsememem nedeniyle aktarmadıklarıma ek, bu son kuyruklu yalanla bu itirafçı bozuntusunun nasıl bir müptezel yalancı olduğunu görmenizi isteyeceğim siz karşılaştırın.

İtirafçı dün (29 Aralık 2010) şunları yazmış;


“Haziran 1982’de toplanan Birinci ve Leninist adı verilen (aşağısı kesmiyordu anlaşılan) Konferansa pasaportum henüz olmadığı için katılamadım. Bunun yerine Konferans’a Mihrac Ural’ı kariyeristlik, üç kağıtçılık, örgüt işleyişinden habersiz bir kişi olarak suçlayan uzun bir mektup yazdım.

Mihrac Ural gereken belgelerin bir türlü bulunamadığı arşivine yeniden baksın. Belki bu mektubu da bulur!(Engin Erkiner “mihrac ural'a kin duymak...”)


Bu adamın sözünü ettiği mektup örgüt arşivindedir. Üstelik bu mektubu 25 Ağustos 2008 tarihinde 15. DOSYA’da alıntılarla dile getirdim. Adam sorumsuz biri olduğu için ne kendi mektubuna sahip çıkabilmiş nede bu mektubun yayınlandığından haberi var. Bu da onun örgüt işleyişi ve yetkinliği konusunda ne mal olduğunu göstermeye yeter. Bu örgüt bu sorumsuza neden hiçbir zaman prim vermedi, otursun polis ifadesini de önüne kayarak bir düşünsün bakalım; cevabı bulmakta zorlanmayacaktır…  

Mektubu çıkardım.  Şimdi hazır olun ve yazdıklarını okuyun.

Ama önce dönüp yukarıdaki alıntıyı bir kez daha sindire sindire okuyun,
Mihrac Ural’a ne laflar etmiş imiş… aklınızda iyice tutun ( o kesitte bu silik kişinin yapacağı ve yaptığı tek şey hazır ol durmaktan ibaretti)

Şimdi de dönüp konusunu ettiği mektuptaki yaklaşımı okuyabilinsiniz…

Birlikte uzun bir yol yürüdük. Birçok şeyi birlikte yaşadık. İyi ve kötü günleri birlikte geçirdik. Ancak siyasi mücadelenin bir ciddiyeti ve ilkeleri vardır. Çelişkiler belirli bir boyuta ulaşınca yol ayrımına gelinir. Bu benim için kolay bir şey değil. On yıllardır bu hareketin içindeyim… her kademesinde, ideolojik, politik, örgütsel, askeri her çeşit mücadelesi içinde yer aldım. Başka arkadaşların yaptıklarını da küçümseyecek değilim… komünist selamlarımla”
( Engin Erkiner “Açık Mektup  9. Ağustos.1982 )

İşte bu kadar.


Ayrıca sözünü ettiği toplantı nedeniyle, bana gönderdiği mektubundan da bir alıntı aktararak, bu kuyruklu yalancıyı daha da iyi tanımanızı istiyorum (konusu edilen toplantı, “Leninist konferans” falan değil. Yine yalan söylüyor. Bu toplantı 1-7 Mayıs 1982 de örgüt tarihinde ilk kez yapılan Genişletilmiş Merkez Komitesi Toplantısıdır. Bu toplantıya, tüm zorlukları göze alarak Günay Karaca ve diğer yoldaşlar da katılmıştır)
İşte o yerde toz bırakmadığı iddiasındaki mektubu;
Yoldaş (Mihrac Ural),
Mektubunu aldım. Toplantıya gelmek için o sırada olanaklar uygun değildi O zaman bazı şeyleri atlatıp gelebilirsem bile geri dönmem olanaksız olurdu. Şuanda bu sorunlar çözümlenmiş durumda.
Örgütümüzün çeşitli organlar seçmesi ve işbölümüne gitmesi olumlu bir adımdır. Zaten bu son bir yıllık gelişimin doğal sonucu sayılır…
Buradaki çalışmalara ilişkin raporumu birkaç gün sonra göndereceğim.
(Engin Erkiner, 24.5.1982 tarihli Genel Sekreter yoldaşa hitaben gönderilen mektubundan, el yazması orijinal, Örgüt Arşivi, GS’e gelen mektuplar bölümü)

Bu özel mektup yanı sıra. söz konusu toplantıya hitaben gönderdiği mektupta da şunları yazmış,

“Yoldaşlar,
Örgütümüz son bir yılda her alanda önemli aşamalar yaptı. Bir yıl önce iyi tanınmayan ve hatta genellikle de muhatap alınmayan bir örgüt iken, bu gün demokrasi güçleri arasında tanınan, çizgisi ve görüşleri bilinen bir örgüt durumuna geldik Gelişmemiz çok olumlu olmakla birlikte henüz önümüzde aşılması gereken önemli engeller bulunduğu da bir diğer gerçektir…”
(Engin Erkiner, 1-5-1982 tarihli MK’ya hitaben gönderilen mektubundan el yazması, orijinal, Örgüt Arşivi, MK’ya gelen mektuplar bölümü)


Bu da çok açık, şimdi oturup bir daha yazılanları karşılaştırın, bu adamın yalan söylemediği tek bir satırı olmadığını göreceksiniz.

Kararı okura bırakıyorum.


Bu müptezel yalancının her yazısında aynı yöntem geçerlidir. Kelimelerle oynamak bunun işidir, bunun için hiçbir zaman bir çevrenin sorumluluğunu alamadı, hep bulunduğu araziye uymak zorunda kaldı.


“Birlikte uzun bir yol yürüdük. Birçok şeyi birlikte yaşadık. İyi ve kötü günleri birlikte geçirdik…

Başka arkadaşların yaptıklarını da küçümseyecek değilim… komünist selamlarımla” diyor.


Konusunu ettiği bir mektup değil her üç mektupta da örgütün gelişiminde övgüyle söz ediyor ve ayrılmasına karşın, yani ayrılığın en sert ve kopma halinde olduğu bir gerginlik ortamında bile “… Başka arkadaşların yaptıklarını da küçümseyecek değilim… komünist selamlarımla” diyor.

Aradan 28 yıl geçtikten sonra tarihi hareket ettirmek olsa olsa bu kuyruklu yalancıların işi olur.

 Buna rağmen, mektuplarda söylediğinin de yalan olduğunu dile getireceğim. Kendini bu örgütte bir şey yapmış gibi sunması kocaman bir yalandan ibarettir.


İtirafçı Engin,


Sen hiçbir zaman Acilciler örgütüne bir katkı yapmadın. Yaptığın, ortağın MİT ajanı İbrahim yalçın’la birlikte, örgütümüz dahil gittiğiniz her örgütte tasfiyecilikten ibarettir.

Dün ne idi iseniz bu gün de aynısınız…

Bu insanlar hakkındaki tüm iddialarımı, bu kişilerin kendi el yazılarından ve altında imzaları olan polis ifadelerinden getirdiğim belge ve kanıtlarla ortaya koydum, ispatladım.


Yazdığım tüm dosyalar bu yazım ahlakı ile oluşturuldu; mutlak kanıt olmayan, başkasının iddiasını ise her zaman tırnak içine alarak değerlendirdim.

Onlar ise kanıtsız, belgesiz, alıntısız sallamalarla kuyruklu yalanlar yazdı.
(Bu makalenin konusuyla ilgili Ayrıntılı bilgi için bu konuların ele alındığı 25 Ağustos 2008 tarihli, 15. DOSYA’ya bakmak yeterlidir. Bkz. http://mirural.blogspot.com/ )


Aramızdaki fark  budur…



Not:


 1-7 Mayıs 1982 Genişletilmiş Merkez Komitesi toplantısı 1. Kongreye kadar beni Geçici genel Sekreter olarak atadı (1. Kongrede oy birliğiyle bu görev tekrar verildi). İtirafçı Engin Mayıs ayında GMK toplantısına gönderdiği mektuptan 3 ay sonra “AÇIK MEKTUP” başlıklı yazısıyla örgütümüzden ayrıldığını ilan etti ve TKEP’e geçti.

İtirafçı, örgütümüzde kendine ait bir yer kalmadığını anlamasıyla TKEP’e iltica etmesi bir olmuştur. Tarihi hareket ettirerek, okurun tarih bilinciyle ya da nisyanıyla oynayarak kuyruklu yalanların arkasında tarih oluşturmak mümkün değildir.

Tarih, belge ve kanıtların ışığında yazılır. Bunu da bir itirafçının ya da MİT ajanının yapamayacağı açıktır.

Yeri ve zamanı geldiğinde örgüt tarihimiz, akademik tarih yazımı ilkelerine uygun kalınarak yazılacaktır.





GIRGIR…



Adamı iyi tanırım. Bukelamundur, kendisi özgün değil bulunduğu araziye ya da kişilere göre renk alan biridir. Bu aralar MİT ajanıyladır dolaysıyla işi gücü yalan kurgu üretmek olacaktır. MİT ajanı sırtındaki kamburu öretmiyor ha bire yalan mekanizmasını çalıştırıyor. MİT’le ne zaman ilişkiye girdin?  Sorumuza cevap vermemek için fare gibi kaçıp duruyor.
İtirafçı ise yalanda ortağıyla yarış halinde.
Sitesi 1000 izleyiciye ulaşmış imiş, bu nedenle şark dansözleri gibi, bir göbek atmadığı kalmış, purodan, şaraba ver yansın kutlama yapmış. Ama bu da kuyruklu yalan.
Bunu anlamak için hiç uzağa gitmeyin. Hemen, sitede sol kolondaki  KONUK YAZILAR” İkonunda altta yer alan “bütün yazılar”ı tıklayın. Karşınıza tüm yazıların tıklanma sayıları çıkar. Orada ilk hafta boyunca 300’e tıklamaya yaklaşan bir yazıya bile rastlamayacaksınız. Yani bir kişi giriyor o yazıyı bu yazıyı tıklıyor, sayılar öyle oluşuyor. Bu da tıklama, her tıklama okuma olmadığını da ayrıca söyleyim.
Kimi yazıların yıllar içinde okunma oranları ise günlük bölümlemelere göre 3-5 sayısını geçmediği görülecektir.  Bunun da önemi yok, bu tür yarışlar arkadan nal toplayanları ilgilendirir; zavallı hesap yapa yapa, AYRI VARLIK’a nasıl yetişirim diye diye telef oldu
Günaydın, diploma sergisinin işe yaramadığını geç anladı aptal adam, yeni oyuncak arıyor.
Konu bu değil, bu işin gırgır yanı…
Konumuz;
Alıntısız eleştirilerle kuyruklu yalan üretme ahlaksızlığı.
Bunları hiç unutmayın…

25 Ara 2010

İBRAHİM YALÇIN DEŞİFRE OLMUŞ BİR MİT AJANIDIR (214.DOSYA)

214. DOSYA
İBRAHİM YALÇIN
DEŞİFRE OLMUŞ BİR MİT AJANIDIR
Bu MİT ajanını örgüte sızdıran itirafçı Engin Erkiner’dir.

Mihrac Ural
22 Aralık 2010

Yazdığı anılar, polise verilmiş ihbar mektuplarının bu günün gözüyle, sağdan soldan derlenmiş şişirmelerle anı diye kaleme alınmasından ibarettir.
İddia ediyorum, böylesi ayrıntılarla yalan ve uydurmalarla, abartma ve kurgularla anlarını kafasında koruyan tek bir kimse yoktur. Buna, sonradan eklenen şişirme bilgileri de katarsanız bu anıların, verilmiş ihbar mektupları üzerinden yazıldığını anlamak güç olmayacaktır.
Buna rağmen, konumuz bu değil.
Konumuz cevapsız kalan sorumuzdur. Biz onun peşindeyiz…
İbrahim Yalçın,  polise verdiğin ihbar raporlarını anı diye yutturmayı bir kenara bırak da sorumuza bak…
MİT’le ne zamandan beri çalışıyorsun?
Bu soruya cevap vermekten, Azrail den kaçar gibi neden kaçıyorsun? Gideceğin bir yer mi var? Çekirge gibi sıçrayıp, fare gibi kaçmanın eceline faydası mı var sanıyorsun?
Sırat köprüsü sorusu yakanı bırakmayacaktır. Bu bir Acilci sözü; yakanı bırakmayacağız
İbrahim Yalçın, MİT’e ne zaman katıldın?
Açıkla…Bekliyoruz…
İtirafçı Engin Erkiner’in siyasi düzeyi kıytırık yazılarında tüm çıplaklığıyla ortaya çıkıyor. Bilgi birikimi ve soyutlama yeteneği olmadan yazılan yazıların hali buraya kadar.
Bunun için en sondan başlayarak karşılaştırma yapmak her şeyi açıklamaya yeter; CHP kurultayı üzerine yazdığı yazıyı, Ayrı Varlık’taki yazım “CHP 15. Kurultay Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” makalesiyle karşılatırın. Kılıçdaroğlu süreciyle birlikte CHP üzerine yazdığım makaleleri gözden geçirin. İki algı ve iki yorum arasındaki derinliği, farkı kendiniz gereceksiniz.
Kelimelerle sığ oyunlar, amaçsız, hedefsiz yazılar itirafçı Engin Erkiner’in çapını göstermeye yeterlidir. Hayatı boyunca yazdığı hiçbir yazıda ne amaç nede bir hedef var. Genellemelerle gevelemeler bir arada; soyutlama olmadan siyasi yazı yazmak, gölü mayalamak kadar aptalcadır. İtirafçının yazıları buraya kadardır.
Önemsemediğim için adını bile doğru yazmadığım Cihat Çelik (Cahit mi, cehd mi, cuk cuk mu (Gönül Kuşu sendromu), her ne boksa) eli ayağına karışmış besbelli. Ne yazdığını kendisinin bile anlamadığı açık. O benimle uğraşmayı önemsiyor, beni onunla hiç ilgili değilim…
Rüyasında Picasso’yla karşılaştırıldığını görmüş anlaşılan. Onu anlatıyor. Son Test’te onunla işim bitti; ırkçı-milliyetçilerle ve onların devletiyle benim kavgam var, bu türler muhatabım değil, boşuna çırpınmasın…
Başkan Öcalan’ı sevmeyebilir, ama Kürt halkı ya da herhangi bir halkın liderine saygı göstermeyi öğrensin, bu yolla milliyetçi kinini kusmasın…
O, bu saatten sonra da gitsin, ülkemizin karanlık tarihinde, insanlık dışı yöntemlerle Ermeni Katliamı olup olmadığını öğrensin.
Ondan sonra Ermeni düşmanlığı yapsın…

***
Derler ki, müflis tüccar eski hesap defterlerini karıştırır anılarını tazelermiş.
Peki, müflis MİT ajanı neyi karıştırır?
Müflis MİT ajanı, eski ihbar raporlarını karıştırıp anılarını tazelermiş?
Dönün, MİT ajanı İbrahim Yalçın’ın anılarını okuyun. Bir ihbar manzumesi gibi ayrıntılarla, şişirmek için de sonradan yapılan eklemelerle, malum yalan kurgularla dolup taşıyor. Buradan, MİT’e neleri sattığını bilmek zor değildir.
Buradan da fare gibi kaçıp durduğu sırat köprüsü sorumuzun cevabını bulmak zor olmayacaktır. Hep kaçıyor hep dolandırıyor, düşünüp duruyor bir tarih açıklayacak ama yapamıyor hangi tarihi açıklasa yalan olacağı aşikar, el yazılı itirafnamesinde yaptığı hokkabazlık o kadar sırıtıyor ki, içinden çıkamayacağını çok iyi anlıyor.
Çevresi de olayı hissediyor çok da iyi biliyor. Şu soruya cevap ver,  biz de kurtulalım diyorlar ama cevap verecek halimi var. Adam örgütümüze İtirafçı Engin Erkiner tarafından sızdırıldığı ilk andan itibaren, MİT görevlisiydi.
Sorumuz çok kısa ve basit.
İbrahim Yalçın,
MİT’le çalışmaya ne zaman başladın?
MİT’e seni örgütümüzle ilgili olarak ne zaman görevlendirdi? Bunu açıkla.
12 sayfalık el yazmalı itirafnamende, MİT ajanı olduğunu açıkladın.
Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " (İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)
Ama bu yetmez,  daha ötesi gerekli.
Ne zamandan beri MİT ajanısın? Bunu söyleyeceksin.
Bu sorunun cevabını vereceksin. Bu, devrimci hareket için olduğu kadar özel olarak örgütümüze karşı yaptığın tahribatın detaylarını ortaya çıkarmak için de gereklidir: Hiçbir yere kaçamayacaksın bu gerçekleri bülbül gibi öteceksin.
Sorduğumuzda fare gibi kaçıp duruyorsun, gizlemek istiyor söyleme cesareti bulamıyorsun iki kolu ateşten bir gömlek. Açıklarsan MİT haklayacak, açıklamasan örgüt.
Peşindeyiz, ensene oturmuşuz, boza pişireceğiz, bırakmayacağız, bunu çok iyi biliyorsun.  Bu satırların yazarını iyi tanırsın kararlılığını da, istikrarlılığını da hedefine kitlenince, neler yapacağını da…
İyi hatırlıyor olmalısın sefil insan, para düşkünü aşağılık köpek. MİT’in faili meçhullerle devrimcileri, Kürtleri, Alevileri katlettiği dönemde, sana verilen “Alevi bir iş adamını katletme görevi” vardı, İnfaz ettiğin. Bu insanın ailesinin boğazına yapışmasına az kaldı bunu da bekle.
Ticaret yapacağız diye getirtip öldürdüğün. Masum adamı katlederken de kulağına “beni tanıyor musun? Ben İbrahim Yalçın’ım” dediğini. Hatırlıyorsundur.
Bu cinayet karşılığında ne aldığını sormayacağız, bunun bir önemi de yok; bu işlerde, bir kuruş ile bir milyon dolar arasında hiç fark olmaz ajan ajandır, ne verirse versin, ne alırsa alsın.
Sorumuz şu:
Sana talimatı veren MİT sorumluları kim? Bunu açıkla.
Adana bölgesi MİT sorumlularından UFUK adlı şahıs verdiğini iddia ettin. Bu doğrumudur? Yoksa bu da  diğerleri gibi bir şeyleri örtmek için öne sürülmüş bir örtümüdür..…
Bu görevi nereden aldığını da tam olarak söyleyeceksin. Bu görev i sana veren, Adana MİT dairesi mi?  İstanbul MİT dairesi midir?
Örgütü şaşırtmak, İstanbul’da örgütümüze ve devrimci harekete karşı yaptığın ihbar ve tahribatları örtmek için işi Adana bölgesi MİT’ine mi havale ediyorsun? Bunu açıkla… Senden bunu da mı istediler?  Konuş bakalım, şu yalancı pehlivan anılarını bırak da bu gerçekleri söyle…
Cevabını, faili meçhullerin tetikçisi diye boynunda yafta olarak asacağız, bekle de gör…
Sen, MİT ajanı “Ayı Cemal”,
MİT ‘in “şahin” kod adlı kuklası, Acilcileri hiç tanımamışsın, TKEP saflarında geçirdiğin on yıllar içinde İtirafçı Engin ahlaksızıyla neler yaptınız, bu örgütü nasıl buharlaştırdınız bunu da anlatacaksınız. Korkunun ecele faydası yok. Her sorumuzun cevabını bülbül gibi öteceksiniz…
Okura tekrar hatırlatalım:
İbrahim Yalçın, el yazılı itirafnamesinde sıraladığı tarihler, MİT’le ilk bağlantı tarihini gizleme çabasında olan karışık tarihlerdi.
Yakalandım dediği tarih (20 Ekim 1986) ile örgütten bilgi sızdırmak için yaptığı ilk geliş (28 Ağustos1986) bir tutarsızlık içinde.
İlk kez 29 Ekim 1986’da MİT’e yakalandım ve öyle ilişkiye girdim diyen kişi, nasıl olur da daha önceki bir tarih olan 28 Ağustos 1986’da MİT’ten para alarak örgüt merkezine gittim diyebilir.
Demek ki 28 Ağustos 1986 tarihinden öncelerine dayanan bir tarihte MİT’le bağlantısı vardı.
Bu anlamda “20 Ekim 1986’da yakalandım” sözü, bir yalandır.
Bunun yalan olduğunu kendi el yazılı itirafnamesindeki şu bilgiden de çıkarmak zor değildir. “Ben ADANA’ya MİT’e döndüğüm de Sarı’yı gördüğümü beni kongreye götürmek için geldiğini. 13 ve 16 Ekim’de ANTAKYA PTT’si önünde saat 14.00de buluşacağımızı bildirdim” (İbrahim Yalçın İtirafnamesi s:7) Diyor.
Sarı’yla buluşma tarihi olan 13-16 Ekim 1986. Yani yakalandım dediği tarihten daha önceye denk geliyor. Demek ki yakalandım dediği tarihten önce MİT’le bağlantı halindeydi. Bu, “yakalandım” sözünün yalan olduğunu gösteriyor; görevli olmak ayrı yakalanmış olmak daha ayrı bir durum. Buradan da anlıyoruz ki  bu ahlaksız görevlidir yalanmış falan değil.
Verdiği her tarihin öncesinde MİT’le bağlantısı olduğu açığa çıkıyor. Ama ilk bağlantının ne zaman olduğunu söylemiyor.
Bu nedenle, MİT’le çalışmaya ne zaman başladın? Sorumuza verilecek cevap, örgütümüze sızmanın derin anlamını, İtirafçıyla ilgi boyutunu ve yaptığı tahribatların açığa çıkması demektir. Bu aynı zamanda o kesitte devrimci hareketlere nasıl bir zararın verildiğini de açığa çıkartacaktır.
28 Ağustos 1986’da örgüt merkezine ilk gelişidir; 15 gün kalıp geri dönüyor. Bu gelişi MİT bilgisinde olduğunu kendi itiraf ediyor. Ama örgüte bir bilgi vermeden 15 gün kalıp bilgi topluyor ve geri dönüyor. El yazılı itirafnamesinde yer alan bilgileri ve bilmediğimiz daha başka bilgileri MİT’e aktarıyor. Karşılığında ne alıyorsa da alıp ikinci geliş için, yani 1. Kongreyi ihbar etmek için yapacağı gelişe hazırlanıyor. Ve geliyor…
Ama bu kez tehlike kokusu alıyor. Açığa çıkma ihtimali beliriyor: Çünkü örgütümüz, yine kongreye yönlendirilmiş iki MİT ajanı yakalayarak sorgusuna başlamıştır. Bunu duyan İbrahim yalçın’ın diz bağları çözülüyor. Bu ajanların, adını verdiği korkusuna kapılarak, çelişkilerle dolu 12 sayfalık el yazısı itirafnamesini, bir tek tokat yemeden dökmeye başlıyor.
İlgili her okur yeniden ve yeniden bu yazılarımızın ışığında, İbrahim Yalçın’ın el yazılı itirafnamesini okusun. Kurgularını, polisle yaptığı diyalogları, tezgahlarını öğrensin ve bu gün ne yaptığıyla karşılaştırsın her şey açıkça ortaya çıkacak gerisini anlatmaya bilye gerek kalmayacak…
Üç yıldır çırpınarak karalama, çamur atma ilgisiz insanları sürece katma aileleri karıştırma dahil her çirkinliği yaparak, sırtlarındaki kamburu örtmeye çalışıyorlar. Hakkında etmedikleri söz bırakmadıkları, MK üyesi Zafer yoldaştan, MK üyesi Salih Yoldaştan, hatta en ilginci etmedikleri suçlama kalmayan Tacettin Sarı’dan bile yalvar yakar yardım istiyorlar; bu üçünün de ve onlarca Acilci’nin günlük buluşma ve tel konuşmalarımızla, MİT ajanına ilişkin dile getirdiklerini özetle ben aktarayım; “ Bunların yaptığı sadece bir polisiye iştir. o gün bunları infaz etmemekle hata işledik, bu gün ise koşullar ne olursa olsun hak ettikleri cezayı görmelidirler, derin devletin bu kuklalarıyla gösterdiği ısrarı herkes tüm çıplaklığıyla bilmeli”.  Gerisin okur anlasın…
Bu kuklaları açığa vurmak için kendimizden hiçbir şey söylemedik. Saptıkları ahlaksız eleştiri yollarına düşmedik, ölü konuşturmadık, yalan kurgulara tenezzül etmedik, başkasına ait iddiayı tırnak içinde alarak vermeyi ilke edindik. Biz sadece mutlak olan kanıtı kendi sözlerini altına imza attıkları resmi belgeyi ve el yazılarını, üstelik tek tokat bile yemeden yaptıkları itirafları ortaya koymakla yetindik.
Yalanlarını kurgularını böylece her defasında başlarına çaldık.
Bütün bunların özeti, sorduğumuz soruya gelip dayandı.
Sorumuz açık ve net. Cevap da açık ve net olacak. İbrahim Yalçın MİT’le çalışmaya ne zaman başladın? 
Kayıp halka bu sorunun cevabındadır.
Acilci sabrıyla sorumuzun cevabını bekleyeceğiz…

İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER’İN,
HEZİMETLE SONUÇLANAN GÜREŞLERİ ÜZERİNE.

İtirafçı Engin’ artık bir çerez. Üstelik kabuğu soyulmuş cinsten bir çerez.
Bunu anlamak için ilgili okura önerim, aynı siyasi konuda onun da benim de yazdığım makaleleri karşılaştırsın.  Türkiye’nin sorunları herkes için aynı. Doğal olarak da yazacak olan bunları yazacak.
CHP’nin 15. Kurultayı üzerine ben de yazdım o da yazmış. Oturup karışlaştırın. Bakın bakalım ne çıkacak. Boş lakırdılarla, soyutlamaların, tarih çözümlemelerinin farkını hemen yakalayacaksınız. Halep oradaysa arşın buradadır…
Çok önceleri yeni Osmanlıcılık mı? Pan-İslamizm mi? diye aramızda geçen bir kapışma oldu. Aptal bilgisiz olduğu konulara girerek kendini rezil etti. Türkiye’nin Pan-İslamcılık yapmaya çalıştığını iddia etti. Bilmeden yazmanın halleri bu ya.
Kavrayış kıtlığı, bilgi eksikliği, olayları takip yeteneksizliğiyle birleşince olacağı bu.  Avrupa’da  da çok inek yaşar. Ama bu cinsi çok az yaşar.
Türkiye yeni Osmanlıcılığa oynuyor dedik onlarca makale yazdık.  Orta-doğu’ya açılmanın altında, “Osmanlı Miletler Topluluğu”nu, farklı da olsa, bu çağa uygun biçimler içinde bir kez daha bir araya getirme çabası veriliyor dedik ( Ayrıca, hazırlığını yaptığım uzun bir makaleyle de Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” kitabını, “STRATEJİK DERİNLİK”TE DARLIK başlığı altında eleştireceğim).  İtirafçı, malum kelime oyunları ve her defasında yaptığı balans ayarıyla, Pan-İslamizm üzerinde durdu; aptal itirafçı, Arapların Müslümanlığı kimseye bırakmayacaklarını ve dıştan gazel okumalara karınlarını maalesef çok dok olduğunu bilmiyor. Bu durum Arapların bir şansızlığı olsa da.  Bunu geçelim.
CHP kurultayına ilişkin yorumu bir o kadar gülünç ve sığ. Her zaman yaptığı gibi, bir kelimeye yapışır ve kıytırık bir-iki paragrafla Türkiye’nin en önemli partisinin kurultayını ele almış olur.  Bu kurultayda da bula bula, Kılıçdaroğlu’nun Kürt sorununda sözlerine cevaben Kürtlerin en kalabalık yaşadı şehir İstanbul’dur demiş. Üstelik bunda da sıradan bir okurun fark edeceği hataya düşmüş. Kürtler hem toprak hem de insan olarak, mendi coğrafyalarının yerlisidir ve istedikleri özgürlük ya da özerklik bu alanla ilgilidir. Kürdistan tümden boşalsa da, toprak Kürt’tür Kürtçe konuşacaktır. İkisini birbirinden koparmak milliyetçi bir demagojidir. Bu da aptal itirafçının işidir.
CHP’nin 15. Kurultayında eksik olan çok şey var ama bunların en önemlisi ülkemiz sorunun en önemli iki sorununun ele almayışıdır. Birincisi Kürt sorunu, ikincisi inanç farklılıklarına devletin yaklaşımı sorunudur. CHP lideri bunlara hiç yaklaşmadı. Diğer konularda işlediği gaflar ve kaynaksız sallama vaatleri işin bir başka boyutudur.  Bunların kapsamlı eleştirisi “CHP 15 KURUYLTAY CEPHESİNDE YENİ BİR ŞEY YOK başlıklı makalemde işledim (Mihrac Ural, 18 Aralık 2010 tarihli makalesi http://mirural.blogspot.com/ ).
Okur otursun bunları karşılaştırsın da bu ahlaksız itirafçının siyasi yazı diye yutturmaya çalıştığı içeriksiz ve kof yazılarını tanısın ( bu okumaya Kılıçdaroğlu sürecinden itibaren kaleme aldığım, 23 Mayıs 2010 Tarihli “CHP SÖZÜN BİTTİĞİ YER” başlıklı makale, 25 Mayıs 2010 Tarihli “CHP BİR ADIM İLERİ İKİ ADIM GERİ” Başlıklı makale, 4 Kasım 2010 tarihli “SON İTTİHATÇILAR VE CHP” Başlıklı makale, 8 Kasım 2010 Tarihli “ CHP VE KÜRTLER” Başlıklı makaleler okunabilir, Ag link)
Ara sıra, birkaç paçavra paragrafla yazma imasını vermek istediği siyasi yazılarının ciddiye alınacak bir yanı olmadığını tekrar edeceğim. Buradan da okura, bu atmasyoncunun hayatı boyunca yazdıklarını bir araya toplasınız da karşınıza, başkasından aşırılmış görüşler dışında bir şey görmeyeceğinizi temin ederim diyeceğim.
Tekrarla söylüyorum. Bu adam TDAS’ı yazarı değil, olsa olsa, malum pısırıklığıyla daktiloyla çekme görevi verilmiş biridir. Ayrıca her dikkatli okuyucu, TDAS’ın çok eklektik bir broşür olduğunu ilk elden görür. TDAS,  bu yapısıyla, Rıza Salman’ın dediği gibi, “pek çok” kişinin katkısıyla yazılmıştır, demek en doğru onaldır.
Rıza Salman'ı bağlayan görüş olarak HDÖ web sayfasında şu  satırları okuyoruz.;
 "Üçüncü baskı yapılırken, broşürün hazırlanmasında ve yayınlanmasında yer almış pek çok yoldaşımız artık yaşamamaktadırlar. TÜRKİYE HALK KURTULUŞ PARTİSİ-CEPHESİ / HALKIN DEVRİMCİ ÖNCÜLERİ 1993" (Ag. link http://www.kurtuluscephesi.com/eris/tdas.html )
Bu yaklaşım
Yüksel Eriş’in bana söylediği;
 TDAS, birçok yoldaşın farklı hazırlıkları ve katkılarıyla yazılmış bir broşürdür" Görüşü  doğrulamaktadır. Ayrıca
Ömür Karamollaoğlu’nun bana söylediği görüşü de teyit etmektedir;
 "Hiç bir yazı mutlak doğru değildir. Her yazı geliştirilebilir, önemli olan bunu mücadele sürecinde yapmaktır. TDAS'a gelince; bu temel yazımız ilker Akman'ın yoğun emeğiyle, onun öncülüğünde yazılan ortak bir yazıdır."
Bu durumda yalancı konumda olan tek kişi kalıyor, o da İtirafçı Engin Erkiner’dir.
TDAS, birinci bölümünden de anlaşılacağı gibi, esas olarak, kendi dönemlerini yorumlayan Avrupalı Marksist-Troçkist yazarların görüşlerini aktarmaktan ibarettir;  P. Sweezy, P. Baran, H.Magdoff, E. Mandel. Bu noktadan bakılınca, hayatı boyunca kendine ait bir görüşü olmayan İtirafçı Engin’in bu satırlar arasına giren ve kendisine ait olmayan alıntılarda yardım etmesinin bir kıymeti itibarı yoktur.
TDAS’ta ikinci bölüm ise daha çok Rıza Salman’ı yansıtıyor gibi. Broşürün Dördüncü bölümü “DEVRİM STRATEJİSİ” Başlığını taşıyor. Bu bölümün irdelemeleri ve vardığı sonuçlar itibariyle, Latin Amerika gerilla deneyleri üzerinde yoğunlaşarak, şehirlerde “uzun süre” yürütülecek öncü savaşından halk savaşına geçişi önermektedir. Mahir Çayan’da yer alan “Birleşik Devrimci Savaş” tezi ise kavram kargaşası içinde, belirsiz bir söylem haline getirilerek, öncü savaşı ardından malum Kırsal alanları temel alan, kırlardan şehirlerin kuşatılmasını ön gören klasik bir Halk savaşına yönelim bulunmaktadır.  
Ülkemiz gerçeğine uymayan bu karışık yaklaşımları, HDÖ ile Acilciler ayrılığında geliştirdiğim Öncü Savaşın politik sanatı tezimle aşma yönünde bir adım attık. Kırlardan şehirlerin kuşatılma tezinin tamamen geçersiz olduğunu belirledik ( tamda bu aralarda, Rıza Salman, itirafçıyla bu konular üzerine yazışıyordu. İtirafçı büyük bir kararsızlık içindeydi. Konya da yanımızda olması nedeniyle de bize uymaktan başka bir şey yapmadı, Rıza’nın yanında olsaydı ona uyacağını burada tekrarla belirtirim. İtirafçı, son yazılarında “Acil-HDÖ ayrılığı suni bir ayrılık ona siyasi bir kılıf giydirildi” deme abesinde bulunması, bu gerçeği yeterince yansıtır. Bu kişi araziye uyumla meşhurdur, TKEP’in yanında TKEP’li,  MİT ajanın yanında de Özel Harp Dairesi muhbiri olarak varlığını sürdürür).
HDÖ-Acilciler siyasi ayrılığıyla birlikte, TDAS’ın da tarihsel işlevi farklılaşmaya başlamış oldu.
O kesitte bize daha çok konuşma imkanı veren bu broşür, bizi ayırt eden yanıyla geçmişimizdir. Geçmişimize bu anlamıyla sahip çıkmaya da devem edeceğiz. Ancak, gerçekleri de olduğu gibi ortaya koyacağız. TDAS’ta geçen temel mücadele önermesi, 1979’dan itibaren bizim için geri palna geçmiş oldu; TDAS’ta son cümleler,  1- Fokocu Yorum, 2- Sağ yorum diye eleştirip 3- Devrimci yorum diye önerdiği “III. Bunalım döneminde halk savaşını başlatmanın (kırlardan şehirlerin kuşatılması esprisi bn.) tek yolu uzun ve başarılı bir öncü savaşıdır” diye geçer. ( Bkz. TDAS s: 150. Cephe yayınları 3. Baskı. Örgüt arşivindeki orijinal baskıdan aktarılmıştır)
1979’da eleştirip aştığımız bu yaklaşımın (kapitalist bir ülkede kırlardan şehirlerin kuşatılması anlamında klasik bir halk savaşının verilemeyeceği ) bu gün için tek anlamı, geçmiş tarihimizde yer alan bir yazım olmasıdır.
“Öncü Savaşının Politik Sanatı” başlığı altında bu kopuşu  şu  belirlemelerle yaptım:” Öncü savaşı oligarşinin politik olarak yıpratılmasını amaçlayan politik bir saldırı savaşıdır”, “.. Bu askeri güç oligarşinin siyasi tecridi amacına yönelebilmek için eylemine üstün bir politik muhteva kazandırmak zorundadır”, “ Öncü savaşının politik sanatı; küçük bir askeri güçle mümkün olan en büyük politik etkinin yaratılması… oligarşinin siyasi tecritini ve kitle örgütlenmesini sağlamaktır”, “Öncü savaşında en sık rastlanan sapmayı, öncü savaşına askeri bakış açısını gündeme getirir” (Öncü Savaşının Politik Sanatı broşürü: s:6-7 orijinal nüshası örgüt merkez arşivindedir) yönlü belirlemeler ve “Politik Gerilla savaşı” gibi o gün için çok enteresan tanımlamalar yaptım. Aynı broşürde, Türkeş’in hedef alınması, İskenderun’da konuşma yapacağı kürsünün bombalanması olaylarına da değinilerek eksikliklerin neler olduğuna işaret edilmiştir (bkz. s: 29. Bu konular kimin bilgisinde olduğunu söylememe gerek var mı ?).
Broşür de ayrıca Öncü savaşını savunduğu iddiasında olan D. Yol, D. Sol, MLSPB gibi örgütlerin, öncü savaşı anlaşışlarına ilişkin eleştirinin “Modern Faşizm ve CHP” başlıklı yazıda genişçe ele alındığını da belirledim (Ag.b s: 12. Bu konudaki tezlerin kime ait olduğunu söylememe gerek var mı?)
Bütün çabam ve ortaya koyduğum tezlerin amacı, siyasal zeminde kalmasını istediğim mücadelemizin, kısır askeri bir girdap içinden çıkarılmasıdır. Doğru bir politik mücadele sathına oturtulmasıdır; bu hiçbir zaman en sert yönümüzle biz Acilcilerin askeri eylemlere ara vermesi ya da pasifleşmesi anlamına gelmiyordu. Askeri girdap içinden çıkmamış örgütlerin sonunda bir ölüm makinesine nasıl dönüştüğünü herkes bilmektedir; örgütümün siyasal zeminde kalması ben ve benimle birlikte mücadele eden tüm yoldaşların etkin katkısıyla gerçek olmuştur. Bu günde bu zemin üzerinde örgütümüz mücadelesini sürdürme kararlılığı içindedir.
İtirafçı, bu broşürle ilgili olarak yaptığı ısrar, bir ölçüde Rıza Salman’ı da tedirgin etmemek, için “Öncü Savaşının Askeri Sanatı” başlığı ve anlayışında ısrar ediyordu. Ancak, bize uymak zorunda kaldı, Çünkü var olan, mücadeleye devam eden, kadrolarıyla sempatizanlarıyla bölgeleriyle merkezi kararıyla örgütü yürüten bizdik. Tarihi hareket halindeki geçmiş sananların kendilerini avutmak için yaptıkları sallamalar gerçekleri hiçbir zamsan değiştiremez sadece kişinin kendisini aldatmasına hizmet eder.
Ayrıca, o kesitte öylesine etraflı ve farklı tartışmalar ortaya çıkmıştı ki, TDAS bunların hiç biri için ne cevap ne de bir satırlık ele alışı bulunuyordu. “Ulusal Sorun Üzerine” başlıklı çalışmam, Konya cezaevinde yazdığım kapsamlı araştırma, “Sovyet-Sosyal Emperyalizmi Tezlerinin Saçmalığı”, broşürüm, faşizm tartışmalarına ilişkin makaleler, güncel siyasal yorumlar o dönemin ihtiyaçları itibariyle öne çıkmış ve bunlara gerekli cevaplar verilmişti. Bu dönem boyunca, itirafçının bildiri kapsamında bile kayda değer bir yazısı yoktur. 1980 dönemi sonrası ise aramızdaki fark hızla derinleşerek açıldı. O gün, bu gün siyasal yazım ve etkinlikte arkamdan nal toplamaya devam etmektedir; herkesin yazdığı ortada, isteyen net ortamından her yazıyı bulabilir, bunları topluca bir araya getirip karşılaştırma yapmak artık zor değildir. Halep ordaysa arşın buradadır.
İtirafçı Enginin hayatı boyunca kendine ait bir soyutlamasının ürünü olan bir tek yazısı yoktur.  Bu durum, onu sürekli araziye uymaya çalışan bir renksiz yapmıştır. 1982’de TKEP’e giderken düştüğü durum ya da sonra değiştirdiği bir dizi örgütte yer alırken içine girdiği durum budur; koşullar biraz değişsin, ROJ TV den, TRT- ŞEŞ’e (kabul ederlerse) girmesi hiçte enteresan olmaz.
Şimdide ilgili okur takip etsin, iki üç kişi ile ne bir örgüt, ne bir ortak siyasal yönelim, ne de en genel ve en ehven-i şer bir çerçeve içinde siyasal bir duruşa sahip değildir; varsa yoksa sürekli hezimete uğradığı, sırtının yerden kalkmadığı Mihrac Ural’a saldırı kampanyasıdır. Başka sermayesi de yok.
Bu sermaye,  1988’de TKEP’e iltica eden kaçkınlarının %1’ini bile bir araya getiremedi. Bu ölçü yetmez mi? Bu itirafçı ajan sitenize yazan herkesi toplayın kaç kişisiniz, tükürüğümüz size okyanus gelir bunu da unutmayın. Göreceksiniz de.
Diğer tarafta örgütümüz,  kesilmeden her siyasal konu ve olayda sokaklara-meydanlara kitlesel katılımla protestolarımızı, anmalarımızı yaparak d doğrularımızın arkasında dik duruyoruz; Yasal zemindeki yayın faaliyetlerimizi, sivil toplum kuruluşlarımızı da yürüterek halkımıza karşı sorumluluğumuzu yerine getiriyoruz.
Özel Harp Dairesi kuklaları, görevlerini yaparken devrimciler de kendiişleriyle meşguldür. Arada bu kadarcık bir fark var.
İtirafçı doğum gününde polisle ne yaptığını hatırlasın yeter utanması varsa oturup suratına kocaman bir şamar vursun ve kendine gelsin. Yakasını bırakmayacak olan polise yardım ettiği itirafını hiçbir şey temizleyemeyecektir.
Engin Erkiner kendini anlatıyor;
Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)
 Buna, İlker Akma’nın ablası, boşandıkları karısının, Malatya Beylerderesi katliamına yol açan muhbir olarak İtirafçıyı suçlamasını, “katil muhbir” diyerek suratına tükürmesini ekleyin,
 Ankara bölgesinin, ölü ya da diri tüm üyelerinin tasfiye edilmesinde polisle işbirliği halinde  oynadığı rolü de koyun,
 İstanbul’da örgütümüze MİT ajanı İbrahim Yalçın’la vurdukları darbeyi ekleyin,
Bu ikilinin TKEP’e birlikte katılıp, bu örgütün buharlaşmasında oynadıkları rolü de üst üste koyun, bu adamların ne olduğunu anlamakta zorlanmayacaksınız.
Bunlar bir polis organizesidir ve görevlerine hala devam etmektedir.
Kuruların yanında yanmak isteyen yaşlara dönüp hiç bakmıyorum. Bu türlere kısa birer yazıyla elimin tersinden iki tokat vurarak nokta koyuyorum.
Önemsemediğim için adını bile doğru yazmadığım Cihat Çelik (bu adamın adı cihat mı, Ceht mi, Cahit mi,  cuk cuk mu( gönül kuşu sendromu), her ne bok ise işte o) gibilerine söyleyeceğimi bir cümleyle bitirdim ilk ve son test sorularından sonra, milliyetçi bir aymaza dönüm bakacağımı kimse beklemesin.
O, “tek kuş çizimi bile, isteseydim beni dünya ölçeğinde ressam yapardı. Bu çizimi yapacak ressam, Türkiye’de Avrupa’da Amerika’da yok.” diye kendi paranoya dünyası içinde kalsın, bir de rüyasında gördüğü, onu Picasso’yla karşılaştırdım sanısıyla, ömür boyu balayı yaşasın…
Sonuç:
3 yıl “kıçlarını yırtarak” (kendi kavramları) tek sermayeleri olan Mihrac Ural’a saldırdılar. Ama, kendilerini rezil etmekten başka bir işe yaramadı.  Daha çok okura, daha çok sitede yazılarımın yayınlanmasına, daha çok yoldaş ve sempatizanla örgütlü mücadele için buluşmama zerre kadar bir etkisi olmadı, tersine kararlılığıma doğrularımın arkasında dik duruşuma güç verdi.
Bu itirafçı, ajan’a gelince. Onlara da söyledim alnınıza yapışmış bir kaderdir bu, Mihrac Ural yazacaksınız; bu yazıları okuyan varsa, adımın geçmesi nedeniyle okuyor.  Beni yazmayı bıraktığınız an siz de yok olacaksınız. Sizi okuyan örgütlü, siyasi bir tek kişi yoktur, adi bir okur bile bulmayacaksınız. Hepsi bu kadar.
Bitip tükenmeyen bir şevk ve sorumlulukla,  geceleri gündüzlere katarak yaptığım ve yapacağım araştırmalarla, halklarımızın sorunları üzerine siyasi yorum ve makalelerime konsantreyim. Bolgumu izleyin, yazılarıma yetişe bilene aşk olsun….
Siz okurlarım, bezen bu ahlaksızlara cevap veriyorsam, kusura bakmayın…

20 Ara 2010

THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması No: 24



 THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması      
20 Aralık 2010 / No: 24


BU DEVLET
KATLİAMLARIN DEVLETİDİR!


19 Aralık bir karanlık gündür. Bu gün Kahramanmaraş katliamının başlangıç günüdür (19 - 26 Aralık 1978). Üzerinden 32 yıl geçti, yarası hala sıcak hala kanıyor.
Devlet destekli sivil faşist güçler, düşman bildikleri, bilinçaltlarının karanlıklarında yatan, yüz yıllar boyunca öğretilen iftira ve kin güdüleriyle, Alevi evlerini, iş yerlerini işaretlediler. “Kanı helal” diye de toplu katliama yöneldiler. Devlet, açık-derin güçleriyle katillerin arasındaydı, onların örtüsü ve koruyucusuydu.
Aleviler değişimden yana, zulme karşı, mazlumdan yana tutumlarıyla bu ülkenin ve halklarının uğradığı haksızlıklara karşı çıkıyorlardı. Öğretileri, yol edindikleri geçmişlerinin bilgeleri çizdiği yaşam tarzları buydu; ilerlemeden yana, insanlıktan yana özgürlükten yana bir duruş içindeydiler.
1970’li yıllar Dünyanın en keskin saflaşma yıllarıydı. Bölgenin ve ülkenin de bunun etkisinde ezenlerle ezilenler, sömürenlerle sömürülenler, haklılarla haksızlar arasında derin bir saflaşmaya yönelmişti. Bu süreç etkisini ülkemizde de gösteriyordu.
Toplum saflaşmıştı ve Aleviler haklının yanında, kendi hakları için de mazlumdan yana saf belirlemişti. Bu, Alevilerin kendileriyle barışık olan en doğal durumlarıydı. İşte devletin havsalasının almadığı da buydu. Farklılık, bu devletin asla içine sindiremeyeceği bir tehlikeydi. Bu yanıyla Alevilerin varlığı bile, “imhası gereken bir tehlike” olarak algılanmıştı.
Sığ dünyaların politikaları altında, milliyetçiliğin en rezil cinsi ırkçılıkla bezenmiş yönelimlerle, statülerinin esiri akıllarla bu devlet, Alevilerin katledilmesi için elinden geleni yapmaktan çekinmeyen bir devlettir. Kahramanmaraş katliamı bunun en yalın anlatımıydı. Devlet, sivil faşist güçlerle birlikte Kahramanmaraş’ta suçsuz 111 vatandaşı katletmiştir. Bunlar arasında doğmamış bebeler ana karında şişlenerek öldürülmüş, çocuklar, kadınlar ve yaşlılar ise insanlık dışı yöntemlerle doğranmıştır.
Maraş katliamının failleri ise, aradan 32 yıl geçmesine rağmen, yeni bir katliam için gözü dönmüş sürüleriyle saldırmaya hazır oldukları gözlemlenmektedir. Bu gün (19 Aralık 2010), Kahramanmaraş’ta, 1978 katliamı anısına yapılan protestoları balkonlardan seyreden tetikçiler, sokaklara sürdükleri ikinci nesil modüllerinin yöneticileri olarak duruyordu. Bayrak yarışı gibi, elden ele taşınan katliam güdüsü, genetik bir miras gibi bu gün de  şehvetle işe koyulmaya hazırdı.
Maraş katliamının üzerinden 32 yıl geçti. Bu katliamda gerçek sorumlular, hiç yargılanmadan “kurtuldu” ya da göstermelik yargılanıp beraat edildi; Derin devletin organizatörleri ise gün yüzüne çıkarılamadı. Devlet bu katliamı planlarken, gerçek sorumluları koruma, yakalanan tetikçileri ise zaman içerisinde kurtarmayı kurgulaşmıştır; bunların tümü gerçekleşti. Bu gün 32. Yıldönümünde ele başlar, kin ve nefretle protestoları izliyor yeni katliamlar için sokaktaki güruhlarını, protestocuların üzerine salıyordu.

Bu kanlı günün ve tüm kanlı günlerin anısı, artık bizi yolun sonuna getirmiştir. Bu kirli tarihin aşılması için yapılması gereken çok şeyin olduğu, bunun için de hiçbir özveriden çekinmemek gerektiği açığa çıkmıştır:
İnsanın var olma ve yaşamı sürdürme arzusu, öncelikle doğal olmayan her ölümü engellemek için bir çabayı gerektirir; uygarlık bilinci, bu arzunun en insanca olanı ve sonucudur.
Bunun en kestirme yolu tarihle yüzleşmektir, bu karanlık dönemleri toplumsal bilinçte sona erdirmektir, bunu başarabileceğimizi görmektir. Bu en insanca görev, kelimenin gerçek anlamıyla, boynumuzun borcudur.
Böylesi bir adım önemli engellerle karşı karşıyadır. Bu engeller de öncelikle Alevilerin kendileridir.
Alevilerin tarih algıları, Kerbela’nın direnme çizgisine yükselmeden, hükümranların Aleviler üzerinde oynadığı oyanlar ve katliamların bitmesi çok zor olacaktır. Bu açıdan Alevilerin kendi tarihleriyle yüzleşmeleri, devletin kendi tarihiyle yüzleşmesinden daha önemli ve önceliklidir.
Bunu başaranlar, bu günü yarına, barış içinde bir arada yaşama ortamına taşıyabilirler. Alevilerin daha cesur olmaları, haklarını tutarlılıkla savunmaları, yakaladıkları yükselişe daha çok omuz vermeleri gerekmektedir.
Ancak bu da yetmez,
Bunun ötesinde yapmaları gereken çok önemli görevler bulunmaktadır. Bu ülkede farklılıklara karşı işlenen zulmün bilincinde olmak, çevresini görmek ve onunla ilgili sağlıklı-tutarlı bir duruş sergilemek gerek. Bu konuda daha çok mesafe almaları gerek. Alevilerin, Kürt halkının özgürlük ve demokrasi mücadelesinde sergilediği yetersiz tutum, daha aktif ve etkin hale gelmelidir. Bu ülke ancak, farklılıkların mücadelesiyle daha barışçıl daha güvenilir bir ülke olur, kirli savaşları biter,  barış içinde yaşam ortamı yaratılabilir. Gelecek kuşakların bizden beklediği de tas tamam budur.
Bu devlet, farklı olanlara yaşam hakkı tanımayan bir devlettir. Öyle kurgulanmış öyle yaşatılmıştır. Tüm devletler bir baskı ve zorbalık aracı olarak işlev görür. Ancak bu devlet kendi toprağında barışık ve güven içinde yaşayanları “kılıç hakkı” adı altında egemenlik altına alan bir devlet olmasına karşı vatandaşına karşı kini ve kıyımı ilke edinmiştir. Bunun için tarih boyunca, Osmanlı aklı gereği farklılıklar katledilmiştir; katli vacip sayılmıştır. Bu yaklaşım, Osmanlıdan farklı bir planla kurulduğu iddiası taşıyan Cumhuriyette de değişmedi.
Cumhuriyetteki Osmanlı, Osmanlıdan aldığı bu algılarla farklılıkların peşine düştü. Alevilere karşı Koçgiri, Dersim, Çorum, Maraş, Sivas-madımak gibi toplu kıyım girişimleri değil, Koçgiri - Şeyh Sait – Dersim ve sonuncusu 1984 Eruh-Şemdinli ayaklanmalarına karşıyla katliam serisiyle Kürtler üzerine yürüdü. Yüz binler katledildi. Dereler kan aktı göller kan pıhtısına dönüştü. Bütün bu vakıalarda, tek suçlu ve hala suçlu olan devletti.
Devletin işi vatandaşını katletmek üzerine kurulmaz tersine onu korumak üzerine kurulur. Bu devlet bunun tam tersi olan bir devlettir.
Bu devletin kirli elleri, sadece farklılıklara değil, düşünceye de kıyımı reva gördü. Sonuçta düşüncede farklılıklar arasında sayılarak, kanının akıtılması gerekli sayıldı.
19 Aralık 2000 günü böylesi bir kanlı gündü.
İstanbul Bayrampaşa cezaevi bu kanlı kıyımın alanı ve tanığıdır.
Devlet, düşüncesinden dolayı tutsak ettiği, zindana işkencelerden sonra doldurduğu kendi vatandaşına, mümkün olan en güvenli, en korunmalı yer olan zindanda bile ölümü dayatması, bu devletin nasıl bir delilik sınırında olduğunu göstermeye yeterlidir.
Bu amaçla bu devlet, zindan yalnızlığına yeni yalnızlıklar eklemek isteyen ve mahkumları tek tek, köşeye sıkıştırılmış bir av haline dönüştürmek isteyen F tipi zindan (tecrit amaçlı hücre sistemi) dayatmasıyla ortaya çıktı. Tutsaklar bu “tecrit hücrelerinde ölüm” kararına boyun eğmeyeceklerini ilan ettiler. Bir dizi haklı taleple, ölüm oruçlarına başladılar. Bu girişim halkın etkin desteğini de alarak boyutlandı. Toplumun tüm kesimlerinde yankı uyandıran ölüm oruçları, devleti tedirginliğe haksızlığıyla halkın karşısında çıplak durmaya götürdü.
Bu gelişme bir diyalog ve barış ortamı içinde tutsakların sorunlarını çözmeye götürmesi gerekirken, bildik algılarıyla bu eli kanlı devleti bir kıyım operasyonuna yöneltti.
19 Aralık 2000 günü, böylesi bir karanlık gün olarak, mahkumların hak arayışını kana buladı.
19 Aralık 2000 Bayrampaşa ceza evinde, tutsaklar yakıldı. Şu ana kadar bilinmeyen zehirli ve yakıcı gazlarla pişirildi. Yanık yüzleriyle, o cehennemden çıkıp gelmiş eski mahkum ve tutukluların anıları hala insanı ürperten, insanlığından çıkaran bir tablo olarak ortada durmaktadır. Bu görüntü ve anıları yürüklerin dayanması çok zordur. İnsanlık onurunun ayaklar altında bu ölçüde çiğnendiği çok az olmuştur. Bu devlet, Nazi yöntemleriyle, güvenliklerinden sorumlu olduğu tutsakları katletmiştir.
28 devrimci katledildi,  600 tutsak da yaralı ve sakat. Yeryüzünün yazılı-sözlü hiçbir yasası, savaş yasaları dahil hiçbir semavi yasa bu insanlık dışı ölüm denklemine geçit vermez. Bu devlet tüm yasaları ayaklar altına alın bir devlettir.
Bu devlet zindanlarda tutsaklara zulüm etmekle sabıkalı bir devlettir.
Mamak katliamı ve zulmü, tarihin asla unutmayacağı Diyarbakır cezaevi katliamı ve işkenceleri, bu devletin kimlik kartıdır.
Bu devlet, açlık greviyle baskıları protesto eden ve hak talebinde bulunan mahkumlara karşı “Yaşama Dönüş Operasyonu” diye insan yaşamını alaya alan ölüm operasyonları devletidir. 19 - 22 Aralık 2000 günleri Bayrampaşa zindanında bir ölüm denklemi günleriydi; ağır silahların, buldozerlerin, yakıcı gaz bombalarının ölüm saçtığı günlerdi.
Bu devlet, vatandaş algısı olmayan bir devlettir; dağda kovalar, düzde tutuklar, zindanda katleder, yurtdışı operasyonlarla da akıl zoru silah, istihbarat ve dış destekle ölüm saçar. Ortak ülkemizi karanlıklara gömen bu devletin aşılması, bir toplumsal yaşam gereği haline gelmiştir.
Bu kirli tarihle yüzleşmemizin doğal bir hak talebi haline dönüşmesinin nedeni de tas tamam burada yatmaktadır. Aşmamız gereken bir karanlık tünel haline gelen bu devletin tarihi, sorumluluğu alınmayacak bir tarihtir; bu tarih yadsınması gereken, özeleştiriyle aşılması gereken bir tarihtir.
Bu devlet tarihsel bilinçaltıyla, statüleriyle kıyımı bir yaşamsal yöntem edinmiştir. Geçmişte yaptıklarını bile aratacak yeni kıyımları yapmaktan da çekinmeyecek bir devlettir. Bunu besleyen yapısıyla da toplumsal yaşamın barışını bozmaya devam etmektedir; etnik kışkırtıcılık, inanç kışkırtıcılığı düşünsel kışkırtıcılıkla ülkemizin tüm gerginliklerinin tek nedenidir.
Bu karabasandan kurtulmak bir haklı taleptir. Bunun için tek yolumuz daha çok demokrasi ve özgürlüktür. Haklarımız için daha çok direnmektir.
Halkımıza davetimiz,
Herkes, imkanları ölçüsünde ve yapabildiği oranda bu yadsınmayı ortaya koymalıdır, bu direnmeye omuz vermelidir. Değişimin yolunu açmalı, eşit kurucular olarak farklılıklarımızla demokratik bir cumhuriyete yönelmeliyiz.
 THKP-C (Acilciler)