7 Oca 2010

151.dosya : HDÖ’den ACİL’E SİYASAL EVRİMİMİZ



Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner ve Mit ajanı İbrahim Yalçın’ın yalanları ve el yazılı belgeler


Mihrac Ural
6 Ocak 2010


THKP-C süreci bir siyasal örgütlenme sürecidir. Bu sürecin lideri Mahir çayan ve yönetici kadroları, siyasal bir örgüt olmanın tüm etkinlikleriyle devrimci mücadele içindeydiler. Yayınlarıyla, yazılarıyla dernek, sendika ve yaşamı ilgilendiren çoğu yerdeki kitlesel örgütlenmeleriyle bir siyasal örgüt olarak mücadele ettiler.


THKP-C’den kopma ya da sapmalarla gündeme gelen örgütlerden biri de THKP-C/HDÖ hareketidir. Bu hareket siyasal bir örgüt tanımına oturtulması mümkün olmayan askeri bakış açısıyla şekillenmiş bir hareketti. Yayın politikası olmayan ve buna şiddetle karşı çıkan, siyasi olaylar üzerinde güncel yorumları bulunmayan, elindeki üç yazıdan ibaret (Mevcut Durum ve Devrimci Taktiğimiz (Suni denge), Rus devriminden çıkan dersler, TDAS) kitlelerden yalıtılmış, sayıları bir elin parmağını geçmeyen kadrolardan oluşan bir hareket. İlker Akmanların şehit olması sonrası toparlanma güçlüğü çeken bu hareket 19 Ağustos 1977’de polis işbirlikçisi bir itirafçının yıkımıyla da yüz yüze kaldı. Bu itirafçı bildiğiniz Engin Erkiner’di.


İlker Akman’ın Mahir geleneği yönünde bir yazım ve yayım etkinliğine ilişkin belirtileri, kolektif yazıldığı söylenen TDAS’ın eklektik çözümlemeleri ve yine bir o kadar eklektik mücadele stratejileri, arka arkaya gelen yakalanma ve itirafçı darbeleriyle HDÖ sürecini siyasal bir süreç yönünde tamamlanmasını engellemiştir.


Bu süreçte, askeri bakış açısı hakimdi. Bilinen ile yazılanlar arasında bile ciddi kopukluklar vardı. Halk savaşı savunuluyordu, Birleşik devrimci savaş deniyordu, öncü savaşı, PASS, silahlı propaganda gibi bir dizi parametre ne teorik ne de pratik bir yere oturmuştu. Aynı dönem ülkemizde, tüm sol çevrelerde tahlil savaşları yürüyordu. İdeolojik mücadele, polemikler, hızla tırmanıyordu. Bu süreçte HDÖ’nün ilgili olduğu hiçbir adım yoktur. Bir askeri mücadele algısı vardı, büyük eylem yapma, daha büyük ve ses getirecek eylem yapma eğilimi öndeydi. Bu sürecin sonunda İstanbul İntercontinental eyleminin bile sansasyonel oluşu bu otelde yapılan derin devlet toplantısına tesadüf etmesine bağlı olarak şekilleniyordu. Yani sansasyonel eylemin siyasi açıdan bir ölçüde anlam ve mahiyetine ilişkin bir siyasi veri, bir teorik gerekçe olabilecek yazım söz konusu değildi.


Bilinen en büyük ve daha da büyük askeri eylem, sansasyonel eylemler silahlı propaganda, kır gerillası kırlardan şehirlerin kuşatılması gibi söylemler etrafında bir düşünce bulunuyordu. Binboğa dağlarına askeri eğitim için yapılan gidiş geliş, bu kesite katılanların heyecan, samimiyetine rağmen, yapılan önemli bir şey yoktu. Mısır yapımı bir Port-sait otomatik, bir laz tabanca, bir Fransız onlusu gibi, rahmetli Hamdullah Erbil’in 5’li Fransız mavzeri. Bu ortamda, siyasi duruş, siyasi bilgi paylaşımı ya da dönüşümüyle ilgili hiçbir şey yoktu, olmadı konusu bile açılmadı. Dağa tırmanış ve iniş. Bunu Binboğa tırmanışı diye 5’nolu dosyada uzunca konu etmiştim. Bkz. http://acilciler-thkpc.blogspot.com/


Ancak aynı dönemde, kitleler arasında çalışmaları yürüten Güney Bölgesi, nispeten de Karadeniz bölgesi sol siyasi arenanın güncel tartışmalarıyla yüz yüze kalıyordu. Ankara’nın-İstanbul’un kapalı odalarında kadro diye savaş bekleyenlerden çok farklı sorumluluk algılarına sahipti. Siyasi bir örgüt olmak için siyasal verilerini mücadele alanlarında örgütlenme ve direniş amacıyla ortaya koymak gerekiyordu. Milli mesele, Faşizm üzerine, Emperyalizm üzerine, halk savaşı üzerine Sovyet sosyal emperyalizmi iddiaları üzerine, örgütlenme, örgüt yapısı vb üzerine somut bir şeyler söylemek gerekirdi. O günün verilerinde bu tür askeri bakış açısında olan örgütlerin ilgili oldukları hiçbir tartışma yoktu. Öncü savaşı önce şehirlerden başlayacak, kırlara yayılacak, hareketi kır gerilla birlikleriyle kırdan şehirler kuşatılacak. Algı buydu ve ilginç olan da detay yoktu.


19 Ağustos 1977 İstanbul yakalanmalarına kadar THKP-C-HDÖ adı altında yürüyen süreç siyasi bir örgüt olmaktan çok uzaktı. Kapalı odaların, dar ilişkilerin yapılanmasıydı. Üst komite alt komite, genel komite vb tanımlamaları ise örgütün var olan bile istisna tümü içindeki bir bölümlenmeydi. Yani ordusuz komutanlar, kitlesiz yöneticiler gibi bir durumdu. Bu durum, THKP-C kökenli hareketlerde DEV-YOL, Devrimci-Sol gibi kitle tabanı olan örgütlerden çok farklılık taşıyordu.


Bazen bu farklılık bu tür örgütlerde daha çok kasılmayı, daha çok kitleden uzaklaşmayı ve kitlesel örgütlenmeleri pasifist diye nitelendirmeyi getirmiştir. HDÖ sürecinde, örgüt yayınlarının basımı ve dağıtımı bile yasaktı. Bu yayınları da ancak, belli kadrolar okurdu, onlar bilirdi.


Askeri bakış açısının hükmü altında çok değerli Yüksel Eriş, Ayşe Karamollaoğlu gibi yoldaşları şehit verdik. Bu iki yoldaş Güney bölgesi örgütlenmesinin belli bir düzeyinde gelip bizlerle birlikte olmuşlardı. Onlarda güney bölgesindeki bu geniş ilişki ağı karşısında örgütün bütünsel yapısından farklı bir durumla karşı karşıya kaldıklarını sık sık ifade ederlerdi.. Bu fark kitle algısı ve bunun sorumluluğunun yerine getirmesiydi.


İlkerlerin dirayetlice, yapılanma için attıkları başlangıç adımları, Yüksel ve Ayşe yoldaşların kapsayıcı olgunlukları ve siyasal yöndeki eğilimlere olumlu bakışları şehit olmalarıyla büyük bir boşluk yaratmıştı. Bu boşluk bir biçimde kapanmadan, ülke çapında merkezi fiili bir yapılanma kurulmadan (askeri bakış açısının algılarıyla da olsa) 19 Ağustos 1977 İstanbul yakalanmaları geldi. Eldeki veriler bu yakalanmalarda MİT ajanı İbrahim Yalçın’ın rolü olduğuna işaret ediyor.


19 Ağustos 1977 darbesi bir yıkıma dönüştü. Polis İşbirlikçisi itirafçı Engin Erkiner, tipik bir askeri bakış açısının sorumsuzluğuyla polisle işbirliğine girerek örgütte bildiği, yakın uzak sempatizan, kadro, militan, adres akraba ve merhabalaştığı herkesi ve her şeyi verdi. 50’ye yakın ismi ilk kez polise deşifre etti. Bununla da kalmadı unuttuğunu hatırlayınca da verdi, kronolojik olarak da verdi, ihtimal dahilindeki eylemleri ve bu eylemleri kimin yapabileceğini de verdi. İtirafçı Enginin polis ifadesi dahil, tüm ayrıntılar için bkz. 1. Dosya, İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER’İN POLİS İFADESİ ( http://acilciler-thkpc.blogspot.com/)


İtirafçı Engin, İstanbul yakalanmasında örgüte dayattığı yıkım dışında, bu örgüt tarihinde etkisini hissettiren hiçbir şeye sahip değildi. İstanbul bölgesinde sorumlu olması dışında bilinen bir özelliği de yoktu. Yakalanma dönemine kadar, geçen süreçte, 1975-1977 gibi ülkemizin en önemli siyasi kesitinde ne bir açıklama, ne bir bildiri ne bir yazınsal çalışma ne de başka bir şeyi olmayan askeri bakış açısına mahkum örgütün, var olan kadrolarından biriydi. Bu yanıyla da en silik kişilikti, ne bir Nebil ne de bir Ali Sönmez ölçeğinde militanlığı vardı.


Yiğidi öldür hakkını yeme derler. Bu sürecin mantık yapısını, ilkelerini, militan ve kadro anlayışını sürdürme kararlılığı gösteren kişi Rıza Salman olmuştur. Siyasi ve insani davranış açısından asla kabullenilmeyecek biri olmasına karışın, Rıza, Mahir Çayan çizgisiyle uzak yakın ilişkisi olmayan yanıyla da olsa, HDÖ çizgisiyle uyumlu bir duruş sürdürmüştür. Yani askeri bakış açısı diye bilinen sürecin devamcısı olmuştur. Bunu da “Marksizm Leninizm bir eylem kılavuzudur” adlı çalışmasıyla teorikleştirme çabasında olmuştur.
Bu çevrenin o günkü örgütümüzde oluşturduğu algıları kavramak için bu gün bile savunmaya devam ettiği şu cümleleri okumak yeterli olacaktır:



"BİRİNCİ BASKIYA ÖNSÖZ:


Eylem Kılavuzu-III”ün örgütümüz açısından özel yeri, her zaman, örgüt saflarında ortaya çıkan sağ ve pasifist eğilimlere ve sapmalara karşı bir "savaş aracı” olmasıyla da sınırlı değildir. Aradan geçen 17 yıla rağmen, sadece Genel Komite üyeleri için çoğaltılmış beş nüshasının dışında bir başka nüshası bulunmamaktadır. 1978-79 arasında değişik biçimlerde çoğaltıldığı iddia edilmişse de ..bugüne kadar böyle bir nüsha ortaya çıkmamıştır.


" Eylem Kılavuzu-III”, yazıldığı tarihsel koşulların dili ve terminolojisiyle kaleme alınmıştır ve sadece Genel Komite'nin değerlendirmesi için beş adet çoğaltılmıştır. Bu nedenle pekçok örgüt üyesi tarafından okunmamıştır. Ama buna rağmen, her dönemde, sağ ve pasifist eğilimlere ve sapmalara karşı, kadroların örgütümüzün stratejik görüşlerine sahip çıkmasında bir simge olmuştur. Bu özelliği ile örgütümüzün tarihinde en çok sözü edilen, ama okunmamış bir yazı olma niteliğine sahip ilk ve tek metin olmuştur." ( http://www.kurtuluscephesi.com/eris/eylemkl1b.html )


Niğde ceza evinde bu yazıyı görme ve göz gezdirme durumunda oldum. Aramızda siyasi ayrılık son aşamasındaydı ve okuduğum bu yazı, sondan başa dönen, yani askeri mantığı onaylamak için Marksizm-Leninizm’de keşif yapan bir yazıydı. Ne ülkeyle, ne siyasi süreçle ne de gerçeklerle ilgisi olmayan bol alıntılı bu yazı, bizim ortaya koyduğumuz tezler karşısında çok zayıftı. Biz askeri değil siyasi bir mücadeleden ve buna bağlı bir silahlı mücadeleden söz ediyorduk. Halk savaşının ülkemiz için geçerli bir tez olmadığından ve buna bağlı diğer tüm detayların farklı tespit edilmesinden söz ediyorduk. Bu bizim siyasal evrimimizdi.


Askeri bakış açısı, temelde halk savaşı denilen teori üzerine, biraz Latin Amerika şehir gerilla algıları konularak oluşturulmuş, sıkıştığı yerde kır-şehir diyalektik bütünlüğü diye tarif edilen ancak özü ve yönelimi askeri olan bir bakış açısıdır. Kitle diye bir bakışı yoktu ve kitleler silahların sesiyle koşarak sürece katılacak sürü gibi algılanıyordu. Gerçekte ise, Halk savaşının zorunlu yönelimi kır gerilla oluşumu, hareketli gerilla birliklerinin kuruluş ve bu sürecin de mantıki algısı gereği şehirlerin kırlardan kuşatılarak devrimin kazanılması stratejisi bulunur. Bu stratejide mantık tutarlılığı feodal ülkede olmaktan kaynaklanır. Feodal mahalli mütegalibenin birbirinden nispeten kopuk yapıları böylesi bir stratejiyi mümkün kılar. Çin örneği Vietnam örneği budur.


Oysa ülkemizde, hareketli kır gerilla birliğinin için gerekli nesnel bir zemin yoktur. Dönüp sığınacağı bir üssü de olamazdı. Bu gerçek Bu gün Kürt özgürlük hareketinde bile Kuzey Irak şansına bağlı olarak sürmektedir. O da, Kır gerilla birliğinden bir adım sonrasına ulaşmadan; yani ülkede bir gerilla üssü, kurtarılmış bölge oluşturma durumu olmadan. Kürdistan’ın özgün durumu bile bilinen kırlardan şehirleri kuşatma tezine geçit verememektedir. PKK'nin başlangıçta dile getirdiği "kurtarılmış küçük bir vatan parçası" tezinin, bu gün için "ortak ülkemizde demokrasi mücadelesi" tezine evrimi, bunu ifade ediyor. Bunu Sayın Öcalan’la çok tartıştık; şehirlere önem verin, kitlelere önem verin, şehir milislerini öne çıkartın dedik durduk. Bu sohbetlerimiz 18 yıl boyunca devam etti.

HDÖ ile bu siyasal yaklaşımlarımız bir yol ayrımına doğru tırmanıp durmuştur. Çin, Vietnam üzerine birazcık Latin Amerika şehir gerilla taktikleri eklenerek, uydurulmaya çalışılan yöntemi biz Acilciler için ayakları yere basmayan bir yaklaşımdı. Güney bölgesi çalışmalarında bu evrim tüm yoğunluğuyla patrik ve siyasi etkinliklerin ürünü olarak ortaya çıkıyordu.


Acilciler siyasal bir yapılanma doğrultusunda evrimleşirken adım adım teorik, pratik ve ideolojik olarak bunun partik gerekleriyle yüz yüze kaldılar ve özümbulmak için kendi etkinliklerini yükselttiler. Onlarca seminer, dergi, kitap ve bildiri bu süreçte yayın hayatına girdi.


Oysa, 19 Ağustos 1977 yakalanmalarına kadar HDÖ süreci diye bilenen süreçte, askeri bakış açısı bu ekibin elinde İlkerlerin mantık dokusunu da inkar eden, onların siyasal kişilikleri ve yazım yönünde verdikleri çabaları yadsıyan bir tarzdı. Bu nedenle, İlkerlerin, mevcut durum tahlillerini içeren yazım eğilimleri mantıki sonuçlarına götürülmemiştir. Bunu anlamak için bu askeri mantık egemenliğindeki yapının, yayın politikasına karşı tutumun bilmek yeterlidir.


HDÖ sürecinin askeri bakış açısı gereği, yayın çıkarmak yanlıştı, bildiri dağıtmak kabul edilmez bir pasifizmdi. Var olan, üç yazı dan ibaret olan örgüt literatürünün okunması bile sadece çok üst düzey kadrolara aitti. Geride kalanlar, var olduğu kadarıyla, sadece askeri eylem için bekleyecekti. Üstelik kapalı odalarda aynı daire içinde birbirine kapalı odalarda yan yana düğmenin basılmasını bekleyecekti. Güney bölgesinden İstanbul’a gönderdiğim Nebil ve Ali Sönmez yoldaşların aktardıkları, geldikleri yerdeki kitlesel bağlar ve ilişkilere göre bir zindan militanlığı gibiydi.


19 Ağustos 1977 sürecine varıldığında durum bundan ibaretti. Bu duruma örgütsel siyasal konum açısından bir gelenek bulmak, bir kurgudan ibarettir. Ki bunu İtirafçı ve ortağı MİT ajanı becermek için çırpınıp duruyorlar. Bu durum, Mahirin TPKP-C sürecinden çok çok geridi ve hızla örgütlenmeye başlayan Kurtuluş (KSD hareketi), DEV-YOL gibi harektelirin de çok gerisindeydi. Ancak Güney bölgesi kitleselliğiyle bu gelenğin ilerisinde bir yapılanma aratabilmişti. Buna rağmen, genelde HDÖ süreci ne Mahirlerin siyasal sürecinde anlam bulan, yayın faaliyeti, dernek, öğrenci ve kitlesel çalışmaları ihtiva eden ne de başka düzeylerdeki örgütlenmeleri (ordu gibi) içeriyordu. Mahirlerin Kurtuluş’u yoktu, DEV-GENÇ’i yoktu. Böyle bir çabaya da tamamen karşı bir çıkış vardı. Bö.gemizde yayınladığımız TEK YOL DEVRİM dergisine gisterilen tepki, "Sovyet Sosyal Emperyalizmi Tezlerinin Saçmalığı" adlı broürün basımına karşı koyunan tavır inanılır gibi değildi. Skerlik mantığın bittiği yerde başlar gibi bir haller vardı. Bölgemiz bunu hiç bir zaman kabul etmedi.


THKP-C/ HDÖ 19 Ağustos 1977 yakalanmasına kadarki durumu, mahirlerin THKP-C’sinden olduğu kadar, THKP-C (Acilciler)’le de uzak yakın bir siyasi, örgütsel ilişkisi yoktu.


Bu farkı yaratan, siyasal ve örgütsel evrimin 19 Ağustos 1977’den sonra ikame edilmesiydi. Bunun için Güney bölgesinin yeterli siyasal birikimleri ve örgütsel ağları mevcuttu.


HDÖ-ACİL kırılması, ayrışmasının resmi olarak belirginleştiği noktadan gerisin geriye geldiğimizde konu daha net anlaşılacaktır. 1979 Konya ceza evinde THKP-C /HDÖ ile THKP-C (Acilciler) filen olduğu kadar, resmen de teorik, ideolojik ve yapısal olarak ayrı iki örgüt haline gelmiştir.


Bu sonucun tüm temel ilkeleri, istisnasız bu satırların yazarı tarafından atılmıştır. O güne kadar Rıza Salman’la İtirafçı Engin Erkiner arasında devam eden mektup trafiğine rağmen Engin Erkiner bizim ortaya koyduğumuz askeri mücadelenin politik sanatı tezini kabullenerek çevremizde kalmıştır. Rıza'yla yazışmalarında hep ortacı yolu izleyen İtirafçıya, buraya kadar dediğimizde yapacağı tek şey kalmıştı, o da bize katılmaktı. Bunun tanığı Konya cezaevine gelen onlarca örgüt kadromuzdu. Bunlar arasında Niğde Firarından hemen sonra, Konya cezaevine gelen Nebil’in ziyareti de buna dahildir (Nebil burada aldığı talimatla güney bölgesine gidip oradan sağ salim Filistin’e yolcu olmuştur. 1979. Bu ziyareti itirafçının görmemiş olması kadar normal bir şey yoktur)


Acilin siyasal evrimindeki temel taşları aktarmadan önce, itirafçı Engin’in bilgi dokusunun sıradan ve eklektiklik olduğuna dikkat çekeceğim.TDAS'ı kimin yazdığı hala net değildir. İtirafçı'nın abartma ve kurgularla bilenen kişiliği, HDÖ'cülerin TDAS 3. baskısına (1993) yazdıkları ön sözde "broşürün hazırlanmasında ve yayınlanmasında yer almış pek çok yoldaşımız artık yaşamamaktadırlar. Onlar, Halkın Devrimci Öncüleri olarak, oligarşiye ve emperyalizme karşı mücadelede şehit düşmüşlerdir." Yönündeki belirleme, HDÖ'cü çevrenin ısrarlıca bubroşüre sahip çıkışlmarı karşısında itirafçının sesiz kalışı, elinde el yazması gibi herhangi bir begeninde bulunmaması bu broşürün yazımına ilişkin ayrı bir araştırmayı gereklikılar. O denemin başka bir tanığı hala yaşadığına göre (Rısa Salman), açık ve net görüş belerlemesi önem taşımaktadır. Bu bir yana.








TDAS'ı kim yazmış(lar) olursa olsun, önemli bir yazımdır. Ancak olağan üstü eklektik olduğu kadar, HDÖ'den Acil sürecine siyasal evrimimizle aştığımız stratejilerin temel pardigmaları ihtiva ettiğini belirlememiz gerek. TDAS, Acilcilerin geride bıraktığı halk savaşı tezinin sıkı bir savunusu üzerinde devrim stratejisini temellendirir. Bu görüş ise 1978'den itibaren artık Acilcilere ait değildi. Buyrun TDAS'ın temel iddiasını birlikte okuyalım:







"Geri-bıraktırılmış ülkelerde emperyalizmin zayıf olduğu bölgeler kırlardır. Şehirler oligarşik diktanın ordusunun ve polisinin sıkı kontrolü altındadır, aynı zamanda emperyalist ülkeler de gerektiğinde bu merkezlere kolaylıkla müdahale edebilir. Devrim, emperyalizmin zayıf karnı kırlarda gelişerek, onun en güçlü olduğu şehirlerin ele geçirilmesiyle bitecek uzun bir savaş olacaktır. Halk Savaşı, geri-bıraktırılmış ülkeler devriminde zorunlu bir duraktır.





"Devrimde Halk Savaşının zorunlu bir durak oluşu, kırların temel savaş alanı olması, ülkedeki üretici güçlerin gelişim seviyesinden değil, emperyalizm olgusundan kaynaklanır. Halk Savaşının ara aşamaları, kapitalizmin sürekli ve genel bunalımının değişik dönemlerinin özelliklerinden, ülkedeki üretici güçlerin gelişme seviyesinden, tarihi gelenekler vb. tarafından belirlenir. Kırlar temel savaş alanı olduğundan köylülük temel güç"tür. (TDAS, III: Bölüm, 1. Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi Geri-Bıraktırılmış Ülkelerde Temel Devrim Stratejisidir Bkz: http://www.kurtuluscephesi.com/eris/tdas.html )




Şimdilik bu kadarla yetineceğim. Bu bağlamda İtirafçı Engin'in, abartmacılığı, eklektik düşünce yapısı ve bilgi birikiminin soyutla yapma orjinalitesine sahip olmaması üzerinde bir hatırlatmadan ibarettir.





 Bunu daha sonra gerek olursa, ayrı bir yazıyla TDAS'ın ekliktik ve zelişkili dokusunda da örneklemeleriyle göstereceğim. Bu kişi, bulunduğu yere renk uyumu konusunda çok süratli olan bir kişidir. Yakalandığında, polisle yüz yüze gelince, nasıl teslim olup itirafçı olduysa, bizimle yüz yüze gelince bizlerin siyasal tezlerine uyum sağlamıştır. İtirafçı Rıza Salman’la birlikte olsaydı onun tezlerine teslim olacağını bilmek için, TKEP’le dirsek temasında TKEP’li, Frankfurt okulu çevresinde olunca da bu marjinal düşüncelerin renginden olmasını hatırlamak yeterlidir.


Bu farklı hallerin nedeni de, bilgi birikiminin soyutlama yapma düzeyinde hazmedilmemiş olmasındandır. Bilgi birikimi, soyutlamalara yükselemiyorsa kaçınılmaz olarak eklektik olacaktır. İddiayla söylüyorum bu kişinin hiçbir yazısı kendi soyutlamalarına dayanmaz ya ezberlediği bir yerdendir ya da eklektiktir. Aksi takdirde, kendi soyutlamaları arkasında kararlıca durmaktan ne pahasına olarsa olsun çekinmezdi. Rıza Salman'ın askeri bakiş açısındaki ısrarı da burdan gelir; kendi soyutlamalarına sahip çıkıştır.


Gelelim siyasal evrim tezlerinin kırılma noktasına, ehlileşmeye.


Bu tezlerin temel başlıklarını şöyle belirlemiştim


1. Halk savaşı tezi ülkemiz için geçersizdir.

2. Kır gerillası ülkemizin tekelci kapitalist yapısına uygun bir tez değildir (kır gerillası yaşasa da halk savaşı tezinin mantıki sonuçlarına, üslere ve kurtarılmış bölgelere gidemez)

3. Ülkemiz feodal mahalli mütegalibelerin ülkesi olmaması dolaysıyla devrim mücadelesinin teme alanları şehirlerdir, kırlar buna tabidir

4. Yürütülecek silahlı mücadele, politik bir sanat kapsamında olmalıdır, askeri bir sanat kapsamında (askeri gücün karşıt askeri güce askeri zaferi anlamında) olmamalıdır

5. Kitle örgütlenmesi ve bunun gereği oylan yayın faaliyetleri önemle öne çıkarmalıdır



Diye kısaca özetleyeceğim belirlemeler, Acilciler örgütünün temel yönelimleri olarak, HDÖ ile arasındaki siyasal, ideolojik farkı oluşturmuştur. Bu nedenle, örgütümüzün kitap haline getirdiği yazılar, bu satırların yazarının Sol-Pasifizmle örgütümüz arasındaki polemikleri ve siasal evrimimizin ileri safhalarına tanıklık eder.


19 Ağustos 1977 yakalanmalarından 1 Mayıs 1982 Genişletilmiş MK toplantısına, oradan 1. Kongreye kadar uzanan süreçte, ortaya çıkan tüm yazım faaliyetleri, örgüte ilişkisi olan herkesin bildiği gibi, siyasal ve örgütsel evrimin tamamlanması yönünde olmuştur. Bu evrimin tüm yükü, kimin sırtında olduğunu dile getirmeye bile gerek görmüyorum. 1 Mayıs 1982 tarihli genişletilmiş merkez komitesi toplantısından sonra, TKEP’e kaçan itirafçının bundan sonra örgüte karşı provokatif çabaları, tasfiyeci girişimlerin de başka bir katkısı da olmamıştır.


O günden kongreye doğru geçen süreçte yüzlerce makale yazılmıştır. onlarca sayı CEPHE çıkarılmıştır tüzük, program yazılmıştır ve örgüt siyasal bir örgüt olarak tezleriyle bir bütün oluşturan yapısına kavuşmuştur. Askeri eylemleri daha komple, genel kapsayıcı ancak insana, çevreye zarar vermemek üzerine ehlileştirilmiştir. Şimdi bu “ehlileştirme” kelimesini burada kasti olarak kullanıyorum. Kimi bilgisizler sanıyorlar ki, her konuda ve her kelimede kurgular üretip kafalara ne kadar olursa olsun bulanıklık sokmakla, amaçlarına varmış olacaktır. Bu amaçta Mihrac Ural’a saldırıdan başka bir şey değildir. Bu özel harp dairesi kuklaları benim hedefimdir, mahatabım değildir. Siyasal hiç bir düzeyi olmayan tartışmalarda ki ısrarları da bundandır; sırtlarındaki kamburu ve düzeysizliklerini başka yolla örtemeyecekleri sanısındadırlar. buna ne düzeyleri nede çapları yeter. Benim demokrasi mücadelem, bunlarla değil devletleriyledir. Bu gerçeği kimse değiştiremeyecek. Veriler, belgeler, kanıtlar ortaya kondukça kimin nasıl bir yerde olduğu daha iyi anlaşılacaktır.


Acilciler örgütünü, HDÖ ile ayrılığa getiren ana dinamikler Güney Bölgesinin çok yönlü dokusuyla yakından ilgilidir. Tüm bölgelerden kadro ve militanların önemi katkılarını ihmal etmeden belirterek söylüyorum Güney bölgesinin kitlesel karakteri olmasaydı bu ehlileşme mümkünü olamazdı. Bölge bizleri ve örgütümüzü de ehlileştirdi.
Güney bölgesinin alttan gelen bir dalga gibi, bu örgütün en zor kesitte yeniden toplanmasını sağlamasının gücü de buradan geliyordu. Buna Hatayın Özgünlüğünüde katmamız yanlış olmayacaktır. Bu toparlanma, siyasal evrimle birlikte yürümüş ve Güney bölgesinin kitlesel çizgisinin izlerini taşımıştır.


Firari durama düşen Mihrac Ural ve ekibi ( Nebil Rahuma . F ve M Çiler vd.) geldikleri Güney Bölgesi kitle bakış açısının gelenekleriyle örgütü yeniden toparlamaya koyulmuşlardır. Firari koşullarda yapılacak bir örgütsel toparlanmanın tüm acıları ve sıkıntılarını yaşayarak, zaman zaman baskınlardan yalın ayak kaçarak (Adana kaçı) zaman zaman kamulaştırılmış arabalarla en riskli banka kamulaştırması yaparak (İstanbul), zaman zaman yayın faaliyeti ve bildiri basımı için teksir makinesi kamulaştırmaları yapmak zorunda kalarak (Kayseri) ve psikolojik etki amaçlı, insanı hedef almayan, yıkıma yönelmeyin askeri eylemleri ülkede varılan her anda hayata geçirerek sürdürmüşlerdir.


Bu süreç güney bölgesinin kitle algılarının örgüte egemen olduğu dönemdir. Denebilir ki eski ekip İlker Akmanların şehit olmalarından sonra, malum askeri bakı açısıyla, Rıza gibi sorumluların oduğu bir koşulda oturaklaşma süreci yaşansaydı ne olabilirdi? Bu sorunun kesin cevabı bellidir. Kestirmeden söyleyelim, bu yapılanmada yine ayrılık olurdu ve yine Güney Bölgesi kendi başını alır kitlesel çizgisiyle yola koyulurdu.


Bunun için yeterli güç, yayın etkinlikleri, dernek. Sendika ve meydanları dolduracak kitlesi de vardı. (TEK YOL DEVRİM dergisinin yayımı, her mahallede kitle dernekleri ve siyasal eğitim çalışmaları, tüm liseler, ortaokullar, TÖB-DER örgüt denetimi altındaydı. Askeri eğitimi toplu yapabilme etkinlikleri, bölgemizin en büyük iki kitlesel yürüyüş ve mitingi, çevre köylerde etkin örgütlenme ve dernek faaliyetleri, örgüt tarihinin ilk sendika grevi de (Tahanlar tarım araçları fabrikası grevi) bu bölgenin emek ürünüdür. Bu süreçte legal ve illegal sıkıca örgütlenmiş, yöneticileri belirlenmiş bir yapıya da sahipti. Bu yapının tüm yöneticileri hala hayattadır. Ve bu sözlerin arkasındadır.


Bu verileri 19 Ağustos öncesi HDÖ mantığındaki hiçbir çevre başaramazdı, hayallerini bile çok aan bir örgütsel durumdu. Güney bölgesinin bu yapılanması karşısında, diğer alanların kısır durumları, bu askeri bakış açısının bir sonucudur demek yanlış değidir. Gerçek tarih budur, bu belgeler ve kanıtlarla ilgili bir tarihtir. Yalan kurgularla örülen hayalleri ise itirafçı ve ortağı mİt ajanı kendilerini aldatarak yapmaya devam etmektedirler.

Acilciler denildiği zaman dün olduğu kadar bu günde güney bölgesinin akla gelmesin bunun en açık belirtisidir. Bu yapının buharlaştığını sananlar, bu yapıya akıl almaz iftiralarda bulunanlar, Özel Harp Dairesinin kuklası MİT ajanları, itirafçıların aşamadıkları gerçek de budur. Kahroldukları yerde burasıdır. Zira 30 yıllık zaman aşımına rağmen hala örgütüne bağlılığıyla sesini yükselten alanın güney bölgesi olması bunu anlatmaya yeter de artar. Güney bölgesi bu özelikleriyle, Acil hareketinin siyasal ehlileşmesi açısından halk adına yükümlülüğü yeterince yerine gelmitir. Bu görev, devlete karşı bir meydan okumadır. Bu aynı zamanda örgüte saldıranların da hangi meşrepten bir milliyetçilikle bu karalamalara yöneldiğini göstermektedir.


Güney bölgesi kitlelerin bölgesidir. Bu alanlar şehirdir ve şehir olma özelliğinin tüm etkinliğiyle bilinçtir, siyasi algıdır, yayın faaliyetidir, iletimdir, kurumlaşmadır, örgütleşmedir dernekleşmedir, sedikalaşmadır. Bu evrimi yapanların 1 kongreyi örgütlemesi, ülkenin en büyük cephe girişiminde temsil edilmesi (FKBDC), Devrimci Birlik Platformu ve diğer ikili ittifaklarda yer alması bu ehlileşmenin birer tecellisidir. Derin devlet kuklalarının bunu yadsıması eşyanın tabiatına uygundur.
Antakya ve Adana çalışmaları her bir adımında bu gerçekleri üretir. Kocavezir mahallesi denilen olgu, Pazar denilen olgu tıpkı, Dırdyak, Affan, Armutlu Sümerler, Harbiye, Ayncamus, Güzelburç, Ekinci ve ilçelerin örgütlenmesi gibidir. TÖB-DER ‘dir, Devrimci kültür derneğidir. Burada uzunca sıralamayacağım ama güney bölgesi dışında bu itirafçı ve mit ajanının olduğu yerde bu çalışmalara ait hiç bir şey bulamazsınız. Çünkü böyle bir sorumluluk yoktu. Bu ordusuz komutanların askeri algılarında örgütsel çalışma değil, yıkım vardı, tasfiye vardı, sansasonel eylem vardı. Polise teslim olup itirafçı olmak, MİT’ten para alıp kongreyi ispiyonlamak vardı.

Mihrac Ural'a gelince, faşist saldırılar sonucu başı sarılı olarak, ölümden döndüğü İsparta'dan geldiğinden itibaren bölgesinin tüm çalışmalarının merkezinde oldu. Temel kararları ve yönelimleri belirledi. Onun bilgisi olmadan tek bir adım atılmadı. Sürekli üretti, yönelendirdi. Hatalarıyla sevaplarıyla bu evirmin tüm yükünü bu bölgenin tem kadro ve militanlarıyla üstlendi. Acilcilerin evrimİ bu emeklerin kollektif sonucudur. Halklarımızın demokrasi mücadeesi için bu evrim süreci yükseltildi. Dönem ve gelimelere cevap arandı verilen cevaplara gerekli pratik karılıklar verildi. Değişmeyen askeri bakış açısı öyle aıldı. Bu kitlesel karakteriyle örgüt, insanı hedef almayan, yıkımı öne çıkarmayan, etkinliğiyle devletin korkulu rüyasıydı. Acilciliği bir marka haline getiren de tastamam budur. Askeri değil, bütünsel yapısı ve literatürüyle siyasal kimliğidir.


Bu sürecin teorik kaynakları, HDÖ süreciyle uzak yakın ilgili değildir. Bu süreç Mahir Çayan, İlker Akman’ın yazım, yayım çalışmasının bir devamı olarak da belirlenebilir, ancak bu süreç HDÖ süreci değildir, tersine o süreçten kopmadır, evrimleşerek siyasal bir yapı karakteri kazanmadır.

Acil hareketinin teorik kaynakları ve yazımı Güney bölgesi çalışmalarının bir ürünüdür. Firari dönemde CEPHE gibi merkezi bir yayın organının legal çıkarma kararlılığını bu ekip başarmıştır. Yaratılabilen her ilde örgütlenme çabası, bu ekibin başarısıdır. her eylemini imzasını taşıyan bir bildiriyle halka açıklama sorumluluğu, bu çevrenin geleneğidir, yerelini ülke çapında taşıma başarısıdır. Bunun için zorluklara katlanma pahasına taviz verilmemiştir. Bu ekip ülkedeki ideolojik tartışmalarda adım adım yazım sürecine girmiştir Sovyet sosyal emperyalizmi tezlerinin saçmalığı kitabı iki kez basılmış (Ankara’daki basım KAPİTALİZM Mİ? SOSYALZ MI? adıyla yapılmıştır), “MİLLİ MESELE” ( Konya cezaevi 1979) faşizm üzerine (“Modern faşizm” makalesi) durmadan siyasal tartışmalara katkı sunumlaş polemiklere girişilmiş, örgüte belli bir literatür kazandırılmıştır.


1984 tarihine gelindiğinde 12 Eylül rejimi, 11 Mart 1984 Pazar tarihli, 18338 sayılı Resmi Gazetesinde Cumhurbaşkanı Kenan Evren, Başbakan Turgut Özal’ın ve hükümetin tüm bakanlarının imzasını taşıyan yasaklama kararıyla, örgütümüz Cephe yayınlarından çıkan 26 broşürümüzü yasaklılar listesine almıştır. Yasaklanan 26 broşür ve kitabın tümü Mihrac Ural’a aittir. İtirafçıya ait tek bir yazı yoktur, olamazdı da; çünkü o Acilciler sürecine ait hiç bir yazı üretmemiştir. Buna yeterli de değidir. İtirafçı Engin’i bilmeyenlere bir kez daha bu yanıyla tanıtmak, bu tarihin yazımı açısından büyük öneme sahiptir. O. Kendi bilgi birikimiyle hiç bir zaman bir soyutlamaya yönelmemiştir. Çünkü bilgi birikimi eklektiktir ve bulunduğu yere göre renk değiştirir. Rıza salmanla HDÖ’cüdür, Teslim Töre’yle TKEPlidir, Frankfurt okuluyla marjinal renklidir. Kendini her zaman böyle satıp durmuştur, poliste itirafçı olması bu karakteriyle ilgilidir. O, örgütümüze "polis akademisi" dien bir ahlaksızdır. O, sitesinde örgütümüze "kerhane" diyenleri barındaran bir şerefsizdir. Bu pis itirafçının örgütmüz tarihiyle ilgili hiç bir şeyi yoktur. Örgütümüzdeki 1,5 yıllık tarihine karşı TKEP'te 27 yıllık yeralıı vardır. Bu rakamlar bile hangi kirli amaçla örgütümüz dillerine dayadıklarını göstermeye yeterlidir.


Sol pasifizm üzerine acilcilerin görüşleri meşhurdur. Bunlar 80’li yılların birikimleridir. Bu yıllarda itirafçı Engin de MİT ajanı İbrahim de TKEP'lidir. Bu sürecin siyasal yüklerinin kimin omzunda olduğunu söylemeye bile gerek yoktur. Evrimimizin bu kesitleri tüm yazımıyla örgüt arşivindedir.

Acilciler örgütünün evrimi budur, tevazuya hiç gerek olmadan Mihrac Ural bu sürecin en önünde olduğunu söylemek bir haktır. Bu süreçte kadrolarımızın, militan ve sempatizanarımızın etkin yeri olduğunuda ayrıca belirlemek gerek. Bu Özel Harp kuklalarının bunalımları da tam bu noktadadır. Siyasal sürecine hiç katkı yapamadıkları bir örgüte, baka bir örgütün 27 yıllık eskileri ve derin devletin kuklaları olarak nasıl musallat olabilirler, çırpınışları budur.


Bu nedenle onları yaşamları boyunca, Mihrac Ural yazmaya mahkum ettim. Bu kirliliği terk ettikleri an intihar etmiş olurlar.

1986 da kongreyi örgütlediğimizde, Mit ajanı İbrahim Yalçın, ahlaksızca cebine para doldurup örgütümüzü, kongremizi ispiyonlamaya gelmişti. İtirafnamesi 12 sayfa el yazılıdır. Bu ahlaksız adam tiyatral rollerle, kendini farklı göstermeye çalışmıştır. Anacak örgüt merkezi buna aldanmamıştır. Dönem örgüt yükselme dönemidir. Sol-pasifizmi aşma ve oturaklaşma dönemidir. Bir sorun olmaması, kongrenin sakince ve başarıyla bağlanması gerekmektedir. Bıçak kesiği gibi işler geride kalmıştır (bu kararın doğruluğu ya da yanlışlığı tartışıla bilir. Ancak o günün ortamı içinde farklı bir karar çok şeye mal olabilirdi.). Bu kişiyi kuşatma altında tutarak sürecinin aşılması karara bağlanmıştır.


Şimdi hayatında tek bir siyasi makale yazmamış ama ihbar reçeteleri gibi yaptığı ifşaatlar üzerinde kurmaya çalıştığı şato kağıtandır. Bunları ciddiye alacak hiç kimse yoktur. Mihrac Ural’ın bu tarihte hangi eylemlerde nasıl rol aldığı üzerine, polis işkencelerinin sökmediği sözleri provakatif kışkırtmalarla, sökeceğini sanarak içine düştüğü yanılgı, bunların kirli amaçlarını da gösterior.


İkili yazışma, çetleşme diye kendi katkılarıyla ortaya serdikleri, tarihsiz, bütünlükten kopmuş, iki tarafın imzasını taşımayan, dolaysıyla hiçbir geçerli yanı bulunmayan ifaşaatlar ve bu ifaşatı kendileri yaparak başkalarına şikayet bildirimleri süfli bir ahlaksızlıktır. Mihrac Ural, siyaseti, ideolojiyi, örgütsel perspektiflerini kendi blogunda ve yazdığı site ve dergilerde kendi imzasıyla yayınlar. Bunun altında imzası vardır. Bu alanda ortaya konmuş tüm yazılarının arkasındadır. Korkakların, ahlaksızlarla adlarını gizleyerek ve bütünlükten yoksun ispiyonlamalarla ortaya koydukları uvalet kağıdı azıları asla ciddiye alınmayacaktır. Korkaklarla uğraşmayı terk edeli çok uzun yıllar oldu. Pltonik hallerine cevap almayanların bu çirkinliklerini hangi insan ciddiye alır ki.


Suçlamalarının hiç birine tek bir satırlık belge bulamamanın bunalımı içinde, kimseyi ilgilendirmeyen ikili yazışmaları, bütünlüğünden koparılarak, içine isimler ve olaylar sokuşturularak sunulması yalnızca Pol Potçuluktur. Duyum, söylenti, ölü konuşturuculuğunun yeni versiyonundan başka bir şey değildir.

Uruba hareketi gibi onurum ve gururumdur. Başımı dik tuttuğum uzak geçmişimdir. Kişiliğimin oluşumunda temel rolü olan, büyük aydın Zeki el Arsuzi ve babam zeki El Kasım, İskenderun Komünist partisi (İKP) liderlerinden M. Ali Zerka gibi önderlerin yarattığı anti-emperyalist, ilhakçılığa karşı bir direniş hareketi olan URUBA’ya bu bölgenin tüm direniş güçlerinin de onurlu geçmişini temsi eder. Olmayan Uruba hareketine bu gün saldıranlar, gerçekte Kürt özgürlük hareketine karşı iç dünyalarında besledikleri milliyetçi kini kusmaktan başka bir anlamı yoktur. Bu davranış patalojik değilse, ırkçi bir faşist duruştur; bunlar milliyetçi karalamalardır ve ortak ülkemizin demokrasi, özgürlük ve hukuk mücadelesinde temel unsur olan Arap halkına yönelik bir hakarettir. Bu hakaretleri hiç birimiz unutmayacağız.

Genlkurmayın kurduğu siteler olarak her biriniz bunun sık sık tekrar ederek dile getirmekle ne olduğunuzu yeterince yansıtıyorsunuz. Sizinle ve devletinizle kavgamız var bunu bilin.


Uruba hareketi, Türkiye Arapları tarihinin şanlı bir özveri hareketidir. Kürt özgürlük hareketi bu gün Kürtler için her ne ise Uruba hareketi de Arap halkı için odur. Bu gün bu hareketin yeni neslilleri ve bu satırarın yazarı, bununla iftihar eder. Acilciler örgütünün onurlu, enternasyonalist kadro ve militanları Türk, Kürt, Ermeni, Hıristiyan, Sünni, Alevi olmalarına bakmaksızın, bu şanlı tarihi kendi tarihlerinin bir parçası olarak görürler; Vietnam, mozambik, Angola ulusal kurtuluş hareketini kendi siyasal kültür mirası içinde görüpte, ülkesinin içinde olan, bölgesinin içinde olan bir anti-emperyalıst bir hareketi kabul etmeyen algı ülkesinin şövenistidir, ırkçısı ve milliyetçisidir: solu kateden de tas tamam budur. Uraba hareketi, ortak ülke bilincimizin anlamlı bir mirasıdır. Acilcilerin ortak ülkemizin tüm değerlerinden yararlanması eğilimi Uruba hareketini asla dıştalamayacaktır.


Bunu anlamamış MİT ajanları, bu duruşa karşı kin kusmaları kadar normal hiçbir şey olamaz. Acilcilerin tarih bilincinde insanlığın ortak tüm değerleri yer alır: Uruba, bu değerlerden biridir. Bu tarih üzerindeki bilinçle, bu gün Acilciler, ortak ülkemizde birer eşit olarak demokrasiyi savunmaktadır. Bölücülüğe karşı durduğunu her satırında ifade eden bu algı, demokrasiyi farklılıklarımız için içselleştirmeyi görev sayar.


Bu ülkede herkes bilmeli ki, ortak ülkemizin en büyük üçüncü ulusal topluluğu Araplardır. Bu topluluğun hakkını göz ardı edenler, onu küçümseyenler ırkıçı milliyetçiler, dün Kürtlere de bu gözle bakıyorlardı şimdi ise diz çöktüler, aynı diz çöküşü Arap halkının haklı davası önünde de göreceğiz. Ülkemizde demokrasi mücadelesinde bu algıya sahip olmayanlar hiç bir zaman Acilci olmadılar ve olamayacaklardır.


Yazdığım her kelime üzerine bir ton hurafe yorumu yapamaya hayatını adamış bu ikilinin, kimsenin gözünden kaçmayan mal mülk kokuları peşinde koşturması için ise şunu söyleyeceğim. Örgütümüz onlara bu mal ve mülkten 1x2 mt birer alanı, ebede kadar mülk olarak tapulayacağını müjdelerim. Bu alanın içi boş kalsa da temsili olarak orada bir kara taşla adlarına anıt dikecektir.


Konumuz Acil hareketinin siyasal evrimiydi. Özetle aktaracaklarım bunlardır. Ancak arkadaşlarla tartışmalardan sonra bu yalancı kurgucunun, 1 kongre sırasında el yazılı olarak okuduğu ve örgütümüzün siyasal evrimi için söylediklerini göstermek okur için yararlı olacak sonucuna vadık. Bu anı zamanda belge demek neinolduğunu anlatması açısından da önemliydi.


Belge dediğimizde işte belge budur, kanıt dediğimizde işte kanıt budur diyeceğiz ve hep bu konuda ilkeli olacağız. Kimseye hiçbir nedenle belgesiz, kanıtsız suçlama yapmayacağız ahlaksız demeyeceğiz. Ölüleri konuşturma gibi onursuzluk yapmayacağız. Ancak bunlarla tek tek hesabımızı da unutmayacağız.


Kongrede bu mit ajanı İbrahim Yalçın, örgütümüzün, siyasal gelişimi ve evrimini kendi el yazısıyla, bizleri onaylayan, meth-u sena eden, sol pasifizmi eleştiren söylemlerde bulunmuştur. (bu minvalde dile getirdiği hiç bir şeye inanmadık ve sahte bir söylem olduğunu bildik. Kendince, köprüyü geçene kadar bizi idare ediyordu. Bizim için ise Kongrenin sorunsuz kapanışıydı. Katılımcıarın yerlerine sağ salim varmasıydı.).


Dün söyledikleriyle bugün söledikleri arasındaki akıl almaz çeliki, bu adamın çıkarı için ne türden cambazlıklar yapabileceğine önemli bir işerettir. O birilerini soyacağına her şeyi üryan hallerini örtmeye çalışsa daha akıllıca olurdu. Ama u mümkün değil. Yer yüzünün hiç bir örtüsü MİT ajanı kamburunu örtecek kadar geniş değildir. Bu karaktersiz kişinin dünkü övgüleri esasında bu günkü süvgülerinden hiçte farklı değildir. Yaptığı her şeyi para için, mal için, yıkım için, ispiyon için yapan birinin mahatabımız olması düşünülemez.

İlgili olanlar bu gün için ne azdığını okumuşlardır, ancak dün ne yazdığını ise bilmezler. İşte belge, işte yüz kızartıcı ikircimlik.


BELGE: (Örgüt arşivi, şahıs dosyaları)


MİT ajanı İbrahim Yalçın'ın el yazılı

"Basın yayın Üzerine" adlı yazısı

"Leninist kanat’ın ta başından beri basın-yayın organlarına verdiği önem, kendi çalışma bölgelerinde çıkardığı “TEK YOL DEVRİM” dergisiyle somutlaşıyordu. Adı geçen dergi çıkarıldığı bölgede geniş bir etki yaratarak bölgede örgütümüzün maddi bir güç haline gelmesinde önemli rol oynadı. Aynı şeyleri savunuyor olmamıza rağmen kitlesel örgütlenmede Leninist kanat ile sol pasifist kanat’ın çalışma bölgelerindeki verimlilikte ortaya çıkan dengesizliğin gözle görülür oransızlığına rağmen, örgüt yönetimine hakim olan sol’cu anlayış “illegal bir örgütün legal yayını olamaz” saçma anlayışı yüzünden, “TEK YOL DEVRİM”in başka alanlarda dağıtımı engellenerek yer yer imha edilerek bu girişimi durdurmaya çalışması yüzünden uzun vadeli, kalıcı bir legal yayın organının ilk girişimi doğmadan boğuldu denilebilir. Bununla da kalınmadı, bir başka bölgede çıkartılan “DOĞUŞ” adlı dergide “TEK YOL DEVRİM”in akibetine uğradı.

75–76 yıllarında, o gün için son derece yetkin ve seviyeli bir düzeyde olduğu, okuyabilme şansına sahip herkes tarafından açıkça belirtilen “TDAS” ve “Rus Devriminden Çıkan Dersler” adlı örgütsel broşürlerimiz bile “fazla olursa değeri düşer” gibisinden ne idüğü belirsiz bir mantıkla illegal olmasına rağmen yeterince çoğaltılmadı. Komik denecek bir sayı ile bilinçli olarak sınırlandırıldı. Başta kendi kadro ve sempatizanlarımız olmak üzere tüm siyasi grup ve eğilimlerin köşe bucak aradığı adı geçen broşürleri bulabilmek özel bir yetenek ister haline getirildi. Hareketimizin kurucularından İlker Akman yoldaşımızın kaleme aldığı “Mevcut Durum-Suni Denge” broşürü de diğerlerinin akibetinden kurtulamadı. Çıktığı dönemde on binlerce okuyucu bulması içten bile değilken broşürlerimizin yüz, yüz elli, iki yüz elli gibi komik denecek kadar cüzzi bir rakamla sınırlanarak geniş kitlelere ulaşımının engellenmesi, üstelik bunu devrim yapmaya soyunmuş, milyonları ayaklandıracağını iddia eden siyasi bir örgüt’ün yapması aklın alacağı işmiydi yoldaşlar.


Belleklerimizi yoklayalım. 1976’77–78 Türkiye’sini gözlerimizin önüne getirelim. Adı geçen dönemde ülkemiz devrimci kamuoyunu meşgul eden konuların başında yer alan “Sovyet-Sosyal emperyalizmi” saçmalığı değilmiydi? Bu karşı-devrimci teorinin savunucuları hemen her yerde alabildiğince saldırıya geçmişken. Sadece bu teoriye dayanarak yedi-sekiz tane örgütün doğması muhtemelken –sonradan doğdu- her gün sosyalizme açık açık saldırılırken, sosyalizm adına ona küfredilip genç beyinler anti-Sovyetizm bataklığına sürüklenirken. Üstelik bu tezin karşıtlarınca ciddi bir savunma yapılamazken, ilk kez örgütümüzün, bu konuda son derece ciddi ve seviyeli olduğu karşıtlarınca dahi kabul edilen “Kapitalizm mi? Sosyalizm mi?”-Sovyet Sosyal emperyalizmi tezlerinin saçmalığı” adlı geniş kapsamlı broşürü bile basılamadı. Kapalı kapılar ardında üç-beş kişinin okumasıyla yetinildi. Bugün dünyanın hiçbir yerinde, ülkemizdeki kadar taban oluşturamayan bu saçma tezin savunucusu örgütlerin oluşumunda örgütümüzün ve örgüt yönetimine çöreklenmiş o günkü yöneticilerinin sorumluluğu büyüktür.


Sosyalizmin kalesi yüce Sovyetler Birliği başta olmak üzere, kardeş sosyalist ülkelerin hepsini hedefleyen, Emperyalist basın-yayın tekellerince ideolojik-politik karalama kampanyasına tutulan yüz kızartıcı politikanın sol’dan destekçilerinin, içimizdeki bu beşinci kolların deşifre edilmesinde, daha doğmadan boğulmasında önemli görevler üstleneceğine kesinlikle inandığım adı geçen broşürün yayınlanmasının engellenmesi bir gaf değilse ihanet olarak değerlendirilmelidir." ( MİT ajanı İbrahim Yalçın el yazısı, Basın Yayın Üzerine s:2-3, örgüt arşivi, şahıs dosyaları)