7 Oca 2010

İŞÇİLER - İŞÇİ SINIFI ve SINIF MÜCADELESİ

TEKEL işçileri, işlerine geri dönmek üzere başlattıkları eylemlerine son verdi, TARİŞ kapandı işçiler fabrikalarını istiyor

Mihrac Ural
2 Mart 2010

Demir Küçükaydın'ın "İşçi Sınıfı Neden Devrim Yapamaz?" başlığını taşıyan makalesine eleştiri yazımın taslağını tamamladım. Bir iki güne kadar yayında olur.

Ben de işçi sınıfı devrim yapamaz diyorum. Daha da ötesi, sınıf mücadelesi, hakim olan her hangi bir sistemin iç mücadelesi olarak, tarihin hiç bir döneminde devrim yapamamıştır, diyorum.

Sınıf mücadelesi, sistemi daha rasyonel çalışma yönünde oturtan reformist bir mücadeledir, devrim üretemez. Sisteminin en gelişmiş ve oturmuş haliyle de ortaya koyduğu sonuç bu mücadelesinin kendi sistemini düzenlemekten öteye geçmkediğini göstermektedir. Yeni ve farklı nitelikte ieri bir toplumsal kuruluş yapamadığını göstermiştir.

Sınıf mücadelesi, işçi sınıfı açısından, haklarını koruma ve genişletme mücadelesi olarak, ihmal edilmemesi gereken biricik yoludur. Bu mücadeleye destek bu sistemin karşısında olan tüm güçlerinde görevidir. Ancak kapitalist sistemin kurucu temel sınıfı olarak gelecek toplumda yeri ve çıkarı olmayan işçisınıfının var oluşu ve bunun yeniden üretilmesi kendi sisteminde anlamlıdır. Bu açıdan sınıf mücadelesi, sistemin yeniden üretilmesi ve bekasıyla doğru orantılıdır; kapitalist sistemin temel kurucu unsurları üzerine geliştirilen hiç bir tahayyül (proje, hayal, düşünce, öneri..), ileri bir üretim tarzı, ileri bir toplumsal sistem, yeni bir uygarlık kurma önermesi anlamına gelmez.

Sınıf mücadelesi daha ileri bir toplum için mücadele verenler açısından da açtığı özgürlük alanları ve demokratik kazanımlar oranında önemlidir.

Demir Küçükaydın'la aramızdaki fark, O sınıfları, sınıf gerçekliğiyle değil, üst yapıyı da din genellemesi adı altında ele aldığı gibi, sınıfları ve mücadelelerini de iradeci merkezli bir istek ve yönelim olarak ele almaktadır. Bu nedenle işçilere, devrim yapmanız için insan olunuz diye çağrı yapmaktadır.

Söylediği şudur; "uluslara ve ulusal devletlere karşı bir "Kutsal savaş" başlattıklarında, insan olduklarında; işçi olarak değil, insan olarak mücadele ettiklerinde devrim yapabilirler"

Bu algı, işçinin iredevi bir davranışla sınıfı dışı bir duruş gösterebileceği üzerine kurgulanmaştır. Tek tek işçiler için, işçi Ahmet, işçi Mehmet için geçerli olsa da sınıf olarak işçiler açısından hiç bir mantiki yanı yoktur. İşçiler var oldukça sınıfları da vardır ve her sınıfın davranışını belirleyen nesnel konumuyla ilgili bir duruşu vardır. Buna rağmen, sınıf öznesini, nesnesinden koparıp, bundan kimi sonuçlar beklemek sadece hayaldir. Bu noktada Demir Küçükaydın, eleştirmek istediği aklı evvel "sosyalist" algılardan farklı değildir. Onlar da işçi sınıfına, sınıf nesnesi gerçekliğini hesaba katmadan hayali sorumluluklar yüklemiştir. Yeni bir uygarlığın kuruluşunu sistem içi bir mücadele olan sınıf mücadelesinden beklemiştir. Darbeyi devrim sanmıştır. Siyasi kararla ilan edilen toplumsal mülkiyeti sosyalizim olarak algılamıştır. Bütün bu hangamenin iflası, sosyalist sistemin çöküşüyle yetirence belirgin olmuştur.

Demir Küçükaydın ve eleştirdiği çevrelerin ortak noktası, sınıfı nesnel konumundan kopararak, yapıları (üst-alt yapı) parçalayıp birbirinden bağımsızlaştırarak, bu tezleri ileri sürüyorlar. Yani, nesnesi olmayan özneye hitap ediyor.

Nitekim her iki yaklaşımın iflas ettiğini tarihin her kesitinde gösteren binlerce deneyim bulunmaktadır. Bir çok yazıda bu konuyu işledim. Köleci çağda Spartaküsün, Roma kapıları önünde diz çöküşü, köleci dönem sınıf ve mücadelesinin gelip dayanacağı son sınırı göstermişti. Münzer hareketinin feodal kralların tahtları önünde diz çöküşü, feodal çağ köylü sınıfının varacağı son yere, dolayısıyla da sınıf mücadelesinin o kesitteki son durağına bir işaretti. Kapitalizm çağında durumu anlamak için, 20. yy. Sosyalist Devrimlerin sonucunu bilmek yeterlidir; bir gece ansızın bir siyasal kararnameyle toplumsal mülkiyet ilan ederek sosyalist toplumu kurduğunu, yeni uygarlığa geçtiğini dile getirip, sosyalist sistemi kuranların bir başka gecede (1990) ansızın, yine bir siyasi kararnameyle gerisin geriye dönüşünü hatırlamak yeterlidir. İşçi sınıfı ve mücadelesinin gelip dayanacağı en son düzlem budur.

Sosyalizmin, kapitalist madalyonun diğer yüzü olma esprisi budur. Sosyalizmi ahlaki bir kültürel, toplumsal eğilim olarak değil de bilimsel sosyalizm adı altında siyasal tezlerin bileşkesi olarak, bir yeni uygarlığa geçiş olarak, ortaya koyan yaklaşımların bu anlamıyla gerçekçi olmadığı, öznel eğilim ve söylemlerin gelip tıkandığı ve iflas ettiği bir yer olduğu görülmüştür. Bu ise, tarihi ilerleme değildi, yeni bir uygarlık ise hiç değildi.

Yukarıda sunduğum belirlemeler, sınıf ve sınıf mücadeleleriyle ilgili siyasal görüşlerimin verilebilecek en kısa özetiydi.

Bu kısa özetin açılımlarını http://mirural.blogspot.com adresindeki yazılardan izlemek mümkün.

Bu girişi, ülkemizde işçiler ve işçi sınıfıyla ilgili olarak ortaya çıkan iki önemli gelişme üzerine aktardım. Bu gün TEKEL işçileri, işyerlerine geri dönmek üzere başlattıkları eylemlerine son verdiklerini açıkladılar, çadırlarını toplayıp dağıldılar. İkinci haber ise, TARİŞ'in kapanmasıyla açığa alınan 600 işçinin "fabrikamız kapanmasın" protestolarıyla dile getirdikleri tepkileridir.

Her iki haberde de işçileri gördük. Çektikleri zorluklara, direnişlerine ve protestolarına tanık olduk. Bu eylemler, ülkemiz işçi sınıfı tarihi eylemleri diye bilinç altımıza kazılan eylemlerin belki de en yumuşakları, en basitleri, en sıradan olanlarıydı. Bu eylemlerde işçiler vardı ama işçi sınıfı yoktu.

İşçiler önemli bir direnme ortaya koydular. Ülkemizin soluna ruh verip, umutlandıran bu eylemler sol güçler tarafından da yoğun olarak desteklendi.

Bizler de hareket olarak, üzerimize düşen herşeyi yaptık; Ankara'ya etrafında toplandığımız yayın organımız ATAK pankartlarıyla, siyasal yönelimlerimizi, emekçiden yana tutumlarımızı sergiledik. Eylemin orta yerinde, işçilerle omuz omuza olduk. İşçi sınıfı, işçiler, sınıf mücadelesi üzerine geliştirdiğimiz tezlerin radikalliğine rağmen, emekçi hakları ve demokratik taleplerinin, demokrasinin ayrılmaz bir parçası olduğunu ve bu etkinliklerden yana olduğumuzu gösterdik. Sınıf mücadelesi üzerine gelişen siyasal algılarımızın stratejik önemi, genel ve kapsayıcı yaklaşımlarımızın, bu çabalarımızla bir tutarlılık içinde olduğunu göstermek için "emekçi hakları, demokrasi mücadelesinin ayrılmaz bir parçasıdır" diye de belirlemelerimizi yaptık.

Ancak bu duruş, bütün içindeki özgün bir parçayla ilgilidir. Stratejik yönelimler ise daha ayrıdır. İşçi eylemleriyle ilgili gelişen son iki haberle ilgili olarak ele aldığım bu makalenin konusu da bu iki duruşun ilişkisini açıklamaktır. Bunun için temel kimi belirlemeleri kısaca ifade etmek gerek.

TEKEL işçileri ve TARİŞ işçileri, işçi sınıfının birer hücresidir. Sınıfın tüm özelliğini üzerinde taşıyan bir birimidir. Ancak işçiler, birey olarak sınıfın kendisi değillerdir. İşçi, tüm farklılıklarıyla, "namazına giderken ölen işçi" ve "5 vakit komünistlik"e kadar eylemde yer alan işçi olarak sınıfının içinde yer alır. Farklılıklarıyla işçilerin fabrika dışında, farklı katmanlarla birlikteki yaşam içinde oluşturduğu birlik ise halktır. Mahallelerde, sitelerde, şehir ve köylerde var olan halktır; halk bu yanıyla daha esnek, daha çoğul ve daha özgür olarak siyasal duruşlar sergileyebilecek bir toplumsal oluşumdur. Bu yanıyla halk işçi sınıfının potansiyellerinden çok daha büyük potansiyelleri barındırır. Bu nedenle on yıllar önce, "Yaşasın Halklaşan İşçi Sınıfı" gibi bir slogan geliştirdik. Bunu TEKEL işçileriyle dayanışmamızda da taşıdık. Bu her ne kadar, bir sınıf olarak işçilerin asla halklaşamayacakları, ancak birey işçi olarak içinde yer aldığı alanın bir unsuru olarak halklaşabileceği gerçeğini dışlamasa da öyledir.

Buna rağmen TEKEL ve TARİŞ olayında tanık olduğumuz mücadele, bir sınıf mücadelesi ve işçi sınıfı hareketinin var oluş biçimlerinin küçük bir birimi olarak, tüm özelliklerini üzerinde taşımaktadır.

İşçi sınıfını ve sınıf mücadelesini irdelerken, bu birimden yola çıkmak ve soyutlamalara varmak yanlış değildir. Zaten, soyut anlamıyla, genel olarak işçi sınıfı ve mücadelesi bu birimin ortaya koyduğu varoluşun tümel ifadesidir.

Her iki mücadele de, son 200 yılın sınıf mücadelesinin, hatta en kanlı türlerinin ortaya koyduğu mücadelenin amaçlarından hiç bir fark taşımamaktadır; sözde siyasal bir amaç olsa da, tarihin hiç bir kesitinde siyasal amacın gerçekçi bir üretim ilişkisi devrimi ya da dönüşümü yapmamış olması, sınıf mücadelesinin bir yanıyla, sistem içi reform mücadelesi olduğunu gösterir, diğer yanıyla da sınırlarının ne olduğuna işaret eder. Bu mücadeleler ekonomik demokratik boyutlarla sınırlıdır. Orada doğar ve orada biterler. TEKEL ve TARİŞ işçilerinin bu küçük eylem etkinlikleri bin kat, yüz bin kat daha büyütülse de bu temel çizgiden öteye gidemez.

İşçi sınıfı partileri denilen siyasal örgütler ise, siyasal iktidarı işçi sınıfı adına, sınıf mücadelesinin etkinliklerine dayanarak ele geçirmeyi ileri sürse de bu gerçek olmamıştır, olamazdı da. Dünyanın tüm sınıf mücadelelerinin bu gün gelip dinginleştiği yer, burjuvazinin işçi sınıfıyla sistemi daha iyi çalıştırmada, omuz omuza oldukları yer olması da bundandır. Bu, ülkemiz içinde tamamiyle geçerlidir.

Avrupa'da sınıf mücadeleleri tarihinin, her doruğunda ve sonrasında ortaya çıkan tablosu bundan başka bir şey değildir. İnsan aklının en gelişmiş düşün adamları, aydınları, militan ve kadrolarının öbek öbek yer aldığı Komünist Partiler, kızıl ya da devrimci sendikalar bila istisna bir bütün olarak ve özellikle sosyalist sistemin çözülüşüyle, "sarı-sendikacılık" diye ötelenen yapıların sınırını aşamadıkları görülmüştür. Bu anormal bir durum değil, öznelerle ilgili bir durum da değil. Tercih, "satılmışlık", ihmal, yetersizlik de değil. Böyle bir iddia, 20. yy. aydınlarına yapılacak en büyük hakaret olur, bu çağın sosyalist aydınlarının gösterdikleri özveri ve ortaya koydukları performans, tarihin hiç bir döneminde, hiç bir insan örgütlülüğü tarafından ortaya konmamıştır. Hadise öznel eğilim değil, nesnelerin sınırını çizdiği gerçeklerdir...

TEKEL işçileri de TARİŞ işçileri de fabrikalarını istediler, çalışmaya devam etme hakkını istediler. İşsiz kalmamayı dile getirdiler. Bu talepleri haklıydı. Ancak bu söylemin altında yatan büyük mesajı algılamak ve soyutlama yaparak bunun genel bir belirleme haline nasıl gelebileceğini görmek gerek.

Bunu anlamak için, her iki haberin ortak özelliği olan, işçilerin işlerini istemesi, fabrikalarını istemesidir. Yani işçi sınıfının fabrikasını istemesidir. İşçiyi işçi yapan, işçi sınıfı haline getiren ve sınıf mücadelesi denilen olayı var eden, fabrikanın çalışmasını istemesidir. Sistemin yeniden üretilmesidir bu. İşçi de doğası gereği (sistemle var olmasının anlamı da budur) sistemini yeniden üretecektir. Yok sayılmasına karşı direnecektir, gerekirse daha az ücretle de olsa sistemin yeniden üretilmesi, kendisinin de yeniden üretilmesi olduğundan bunu savunacaktır. Bu ise, işçiyi, işçi sınıfını ve sınıf mücadelesini kapitalist sistem içi bir olgu olarak kavramak demektir. Doğrusu da budur. Bunun ötesinde ne bir işçi sınıfı gerçekliği ne de kapitalizm dışı bir duruş olayı bulunabilir. Bu iki haberin, tarih boyunca süren işçi sınıfı mücadelesinin tekrar ederek verdiği mesaj da budur.

İşçiler iş istiyor, fabrikalar kapanmasın diyor ve bunun için burjuvazisinin (ki, bu devlet de olsa, şahısta olsa aynıdır) başında kalmasını istiyor. Yani, sistemin yeniden üretilmesini istiyor. Kapitalist sistemin her şeyiyle devamından yana bir istekle eylem yapılıyor ve aynı istekle fabrikaların çalışması için yalvarıyor. Ne üretim araçları üzerinde toplumsal mülkiyet ne de ücret fazlalığı, iş sahibi olmak, sistemi yeniden üretmek istiyor. İşçiler de, sınıfları da mücadeleleri de fabrikanın çalışan çarkları önünde sınırlarının sonuna gelmektedirler; Spartaküs Roma kapıları önünde, Münzer feodal kralların tahtları önünde, işçi sınıfı da çarkları dönen fabrikası önünde sınırın sonuna geliyor.

İşçiler, talepleriyle en doğal tutumları ve sınırlarını ortaya koyuyorlar. Bunun ötesi olamaz da. İşçi sınıfı ve mücadelesi, kapitalizmin şafağında doğdu. O sistemin olmazsa olmaz bir öğesi olarak var oldu. Sistemin varlığını oluşturan, çelişkinin bir yanıdır ve sistemin bütünlüğü de bu birlikle var olmaktadır. Biri olmadan diğeri olamaz.

Bu bir dengedir. Buna ben gergin denge diyorum. "Suni denge" demeyeceğim. Suni denge kırılmaya eğilim gösterir, gergin denge ise bir arada, kavgalı halde, nesnel nedenlerle birlikte yaşama hali olarak değerlendirilebilir.

Bir kez daha, TEKEL ve TARİŞ gibi küçük örnekleriyle ülkemizde olduğu kadar, dünyanın her yerinde görüldüğü gibi, işçiler ve sınıfları, sistemi yeniden üretirken istedikleri tek şey çalışmanın bir parçası olmak, işsiz kalmamak ve bunun sonucunda, sınırında da olsa aç kalmamak, insanca yaşam için düzenlemeler istemektir. İşçi sınıfının ve mücadelesinin sınırı da budur.

Bu sınırları öznel iddialarla, çok derin bilimsel tezler adı altındaki sanal söylemlerle zorlamak hiç bir sonuç getirmez. Boşuna enerji yitimi olur. İşçinin ve sınıfının ve mücadelesinin omzuna hacmini aşan, takatini zorlayan yükümlülükler koyarak, ne işçi sınıfı ve işçileri kendi nesnel verilerinden (iş gücünü satan olma anlamında, kapitalizmin bir temel sınıfı olarak) koparmak ne de onları "insanlaşma" çağrılarıyla ne olduğu ve neye yöneleceği belli olmayan bir devrime davet etmek mantıklıdır.

Bütün bunlardan sonra, ben ne mi diyorum?

Benim söylediğim şudur: Üretim tarzları artık eski tarihlerin ülkesel, bölgesel alanlarına ait bir olay olmaktan çıkmıştır. Eski uygarlıklar, üretim tarzı farklılıklarına rağmen (köleci-feodal), farklı coğrafyalarda, aynı zaman dilimi ya da farklı zaman dilimlerinde de çıkabilirdi. Bu gün ise üretim tarzıyla uygarlık aynı düzlem üzerinde birleşmiştir. Üretim tarzının değişimi aynı zamanda bir uygarlık değişimi olarak belirecektir. Bu bir olumlu küreselleşmedir.

Kapitalizmin, emperyalizm çağında, siyasetini evrensel ölçekte talan, baskı ve müdahalelerle dayatmasında anlamını bulan "küreselleşme" ile, bir üretim tarzı olarak, üretici güçlerin gelişimi, bilimsel ve teknik devrimin yarattığı değişimlerin ürünü olarak, yeni bir uygarlık anlamında üretim ilişkilerinin "küreselleşme"si birbirinden nitelikçe farklıdır. Biri küreselleşmenin siyasi bir boyutta emperyalistlerin tarihe karşı direnişine hizmet ederken, diğeri ise, iradelerden bağımsız, alttan gelen, değişimi tarihsel devrim anlamında, geri dönüşümü mümkün olmayan bir ilerlemedir.

Bu anlamda küresel devrim ve devrimcilik süreci açılmıştır demek yanlış olmayacaktır. Bilgi çağı, üretimin tarzını kapitalist tarzdan farklı bir yere taşımaktadır. Kapitalistlerin kanatları altında gibi görünse de artık yeni ilişkiler kapitalist ilişki değildir. Feodal krallıkların kanatları altındaki kapitalizm, nasıl ki anaokulu yıllarını yaşadıysa, yeni uygarlık, yani yeni üretim tarzının kapitalistlerin kanatları altında büyümesi de gündemdedir; yadsınmanın yadsınması esprisidir bu. Tarihin her döneminde, doğanın ve toplumun yasalarında ifadesini bulan gelişmedir yaşanan.

Bu noktadan bakınca; gelişmeler yeni uygarlığa işaret ediyor, diyeceğim. Küresel üretim sistemi, farklı mülkiyet ilişkisi gelişiyor. Bu gelişmeler, tarihsel bir devrime doğru gidiyor. Bu devrim, geri dönüşü olmayan dönüşümlerin devrimidir. Ne öznel bir karara bağlı ne de kapitalizmin temel her hangi bir sınıfının "insanlaşmasına" (her ne demekse!?) bağlıdır. Tersine, sistemin biten tarihsel rolüne paralel, bu sınıflar da sönecektir. Burjuvazinin bu bitişe karşı her yerde bir direniş sergilemekte olduğuna da dikkat çekerek şunu söylemek yanlış değildir; bir zamanlar feodalizme karşı devrimci rolünü oynayan burjuvazi, işçileri ve tüm halk kesimlerini nasıl ki çıkarları için, "ulus çıkarları" adı altında peşine sürüklediyse, bu gün de sisteminin yıkılışına karşı, demagojileriyle benzer bir sürükleyişi karşı-devrimci bir duruş olarak sergileyebilir.

Sonuç,

Üretim tarzında devrim, teknolojik büyük değişimlerin, bilgi devriminin ortaya koyduğu sonuçların kaçınılmaz olarak yarattığı yeni ilişkilerin tarihsel dönüşümüdür.

Bu süreçte işçiler, işçi sınıfı ve sınıf mücadelesi; bilginin, düşüncenin, teknolojinin ve insanın daha çok özgürlüğü ve demokrasisi için açtığı alan kadar önemlidir. İşçi sınıfı burjuvaziyle yollarının ayrılıp gerginleştiği kesitlerde, bu sürece önemli katkılar sağlayabilir. Bu nedenle sınıf mücadelesinin ihmal edilmez bir reformist mücadele olma esprisinin gelecek toplum ve yeni uygarlık açısından taşıdığı önem de buradadır. Sınıf gerginliği bu olanakları yaratan zeminlerdir. Katkı da bu gerginlikte üretilecektir.

Bu nedenle stratejik mücedelemiz, demokrasi ve özgürlük mücadelesidir diyoruz. Tüm farklılıkların özgürleşmesi mücadelesine omuz vermektir diyoruz. Özgün ve özgür örgütlenmenin, bu anlamda, öneminden ve yeni uygarlık oluşumu için katkısından söz ediyoruz. Hayallerle yeni bir toplum oluşturmak değil, eski toplumun gerginliklerinden, yeni toplumu kurmak için, daha çok özgürlük alanı açmaktan, daha çok kullanılabilir demokratik haktan söz ediyoruz.