21 Eki 2010

Notlar...

203.DOSYA

Notlar...

Mihrac Ural’ın notu:
Ölü konuşturucusunun çehresi bir kez daha açığa çıkıyor.
Her defasında farklı anlattığı, balans ayarlarıyla dile getirdiği yalanlar tamamıyla kendi uydurması olduğu netleşti. Tek şahidi olmayan, kendinden başka kimsenin duymadığı saçmalıkları, ne zaman ne de mekan itibariyle ispatı mümkün olmayan yalanları, artık suratının ortasını bir tokat gibi inmiş bulunmaktadır.
Örgütümüzle uzak yakın hiçbir ilişiği olmayan, son 32 yılda devrimci hareketin ne legal ne de illegal sahasında emeği olmayan bu ölü konuşturucusu, MİT ajanı İbrahim Yalçın ve İtirafçı Engin Erkiner’e ispiyonlarıyla ortak olmaya çalıştığı açığa çıkarılmıştır.
30 yıl önce örgütün şüpheli kişi olarak ifadesini almak üzere aradığı bu ölü konuşturucusunun on yıllar sonra Özel Harp Dairesi kuklalarının örgütümüzü, şehitlerimizi ve yoldaşlarımızı karalamak için üç yıldır sürdürdüğü saldırıların ortağı olarak ortaya çıkması her şeyi daha açık hale getirmiştir.
Kendi başına yaptığı şüpheli üç beş hırsızlığı şecaat gösterisi olarak sunarken dile getirdiği aptallık, örgütümüzün Antakya kitle çalışmalarına, sendika, sivil toplum kuruluşu, eğitim çalışmaları, miting, gösteri, boykot, basın açıklamaları, dergi, broşür, bildiri, basım ve dağıtım çalışmaları yerine koyma hayasızlığından başka bir şey değildir.
Bu tür insanların iç dünyalarında biriken vesveseler, arka planlarındaki karanlıklarına da bir işarettir. Buradan bakınca Nebil konusunun neden ısrarla istismar edilmek istendiği daha iyi anlaşılır. Ölümünden bu güne kesintisiz andığımız Şehit Nebil Rahuma yoldaşı son 2 yıldır hatırlamaları da buna bağlıdır.
Ölü konuşturucusunun o güne kadar Nebil’le ilgili tek bir çabasının olmaması, var olan çabalarının Nebil’i katledenlere karşı değil, onun can yoldaşlarını karalamaya yönelik olması ibretle izlenmektedir.
 Ölü konuşturucusu ahlaksız ve onursuzdur. Çehresini açığa vurmamızla birlikte, örgütümüze, şehitlerimize, yoldaşlarımıza yönelik kirli saldırıların üçlü şebekesi de netleşmiş oldu.
Herkes görevini yapıyor. 
Bu gerçeği bir kez daha Onurlu insan Mehmet Yavuz, kısa ve öz vurgularıyla, okurun bilgisine sunuyor.

Birlikte okuyalım…
***

Mehmet Yavuz
21 Ekim 2010

Anıların Gör Dediği başlıklı yazım üzerine bazı açıklamalarla karşılaştım. Bu nedenle pandoranın kutusunun biraz daha açılması gerekiyor.

Erkan, geçmişte Nebil'e yaptığı cezaevi ziyaretini anlatırken;


Kapı önünde Tacettin'in yanında Belma Gürdil'in de bulunduğunu,
Tacettin'in bir kaç kez görüş kabinine girdiğini,
Görüş kabinine sürekli girip çıkanlar olduğunu,
Kendisinin bu görüşmelerden arta kalan sürede iki kez kabine girerek 10-15 dakika kadar Nebil'le konuştuğunu

anlatmıştı. Ayrıca Nebil'in nasıl yakalandığına ilişkin randevu olayını anlatırken herhangi bir isim de vermemişti. Böyle bir anlatımdan geçmişte de, Nebil'in anıtını açarken de hiç söz etmemişti.

Erkan, 1977 yılında Nebil, Ali ve Engin'le birlikte İstanbul'a gidip döndükten sonra Nebil'in ağzından şu bilgiyi vermişti:

-'' Örgüt içinde Engin'e karşı büyük bir öfke var. Engin, kendisinin teorisyen olduğunu söyleyerek eylemlere katılmıyor. Eyleme katılan kadro ise, askeri ve teorik önderliğin bir olduğunu ileri sürerek Engin'in de silahlı eylemlere katılmasını istiyor.''

Anlatanın hatırasına saygı, unutmamayı gerektirir.

Ankara'ya dinamit götürme ve dönüşe ilişkin olay da Erkan tarafından anlatılmıştı bana. Erkan; bir çanta ile Ankara'ya gittiğini, çantayı Ömür apartmanına bırakıp sonra aldığını, boş çanta ile OTOGARA gelip otobüse bineceği sırada iki sivil polisin yanına gelerek çantada ne olduğunu sorduklarını, kendisinin çantanın boş olduğunu söylediğini, bunun üzerine polislerin çantayı açtıklarını, çanta açıldığı zaman içinden ağır bir dinamit kokusunun yayıldığını, bu nedenle yakalanma endişesine kapıldığını ama polislerin bu kokuya rağmen çantayı tekrar kapatıp kendisine dönerek;

-'' Ne getirdin, ne götürüyorsun ? '' diye sorduklarını söylemişti.

Ama şimdi dinamit götürmedim diyor. Doğru olabilir. Ben Erkan'ın yalancısıyım.

Bir de ZİNDANARKASI mezarlığı meselesi var. Zindanarkası mezarlığının kayıt defterini bir süre önce bu sitede yayınlamıştım. Bir günüm bu mezarlık idaresinde geçti. Nebil'in ölüm ve otopsi tarihleri belli. Ölüm tarihinden başlayarak bütün defteri memurlarla birlikte satır satır inceledim.

Bu defterde; kimsesizler mezarlığında gömülen faili meçhul cesetlerin nerede bulunduğuna, ölümün nasıl olduğuna ilişkin kayıtlar da düşülmüş... Lakin Nebil'e ilişkin ne faili meçhul ne de ismen bir kayda rastlamadık. Defterden sayfa koparılmış olabileceğini düşündüm ama numaralandırılmış sayfalarda eksik yoktu.

Evrak memuru, İstanbul'un tamamına ilişkin kayıtların Zincirlikuyu mezarlıklar müdürlüğü bilgisayarlarına aktarıldığını söyleyerek beni oraya yönlendirdi. Verilen isme gittim.. Bilgisayar kayıtlarında İstanbul'un tamamını taradık. Bir iz yoktu.

Bu konuda paylaşılacak bir şey kalmadı. Herkesin aklı ve belgesi kendine kalsın



ANILARIN GÖR DEDİĞİ

202.DOSYA
ANILARIN GÖR DEDİĞİ

Mehmet Yavuz
15 Eylül 2010

Herkesin bir geçmişi, geçmişe ilişkin kişisel anıları var. Lakin bu kişisel anılara insanın özlemleri de zamanla oradan buradan sızıp anıların bir parçası olmaya başlamışsa, ortaya vahim bir durum çıkar.
İnsanların bir de dahil olduğu toplulukla yaşadığı ortak geçmişleri, ortak anıları vardır. Ortak geçmişi; kişisel özlemlerin baskısı altında olan özel anılarla yorumlamaya kalkarsanız geçmişi deforme etmiş olursunuz.
Kişisel anılar; özlemle ne kadar şişerse şişsin, sahibiyle yaşadığı sürece kimseyi alakadar etmez ancak bu anılardan yola çıkarak ortak bir geçmiş deforme edilirse, ortak anının parçası olanların müdahalesi şart olur.
Gözaltı sürecinden beri çamur atıp iz bırakmaya çalışanlarla yüz göz olmamaya karar vermiştim. Çirkeflere karşı bu kararım aynen devam etmekle beraber Erkan tarafından yazılan kişisel anılara müdahale etmem gerektiğine inanıyorum. Çünkü yaşadığım ve tanık olduğum geçmişle örtüşmemektedir.
Müdahil olmadan evvel bir hususu da belirteyim; Erkan’ın kaleme aldığı ve Nebil’e atfedilen anlatımları ölü konuşturuculuğu olarak algılamıyorum. Bu tartışmalardan çok önce de bugün anlatıldığı gibi olmasa da Nebil’le yaptığı konuşmaların bazılarından haberdardım. Bu durumu belirtmek istememin en önemli nedeni; geçmişte yaşanan bir anı bugün nakledenden daha çok bunu anlattırana bakmak zorunluluğudur.
Hiç kimse herkesi sevmek ya da saygı duymak zorunda değildir. Bu, kişisel bir duruştur. Ancak yıllar sonra geçmişin tarihini yazarken bu kişisel tercihlerin etkisinden kurtulmamışsak, ortak tarihi kolayca deforme etmemiz mümkün hale gelir. Doğal olarak bunun da tarih olduğu söylenemez.
Öznel sevgi ya da nefretle kimi kişilerin kahraman, kimilerinin korkak ve hain olarak nitelendirilmesi; kantarın topuzunu kaçırmaktan başka bir şey değildir. Hangi duygu içinde olursak olalım, geçmişi yazarken Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek gerekir.
Buradan hareketle devrimci mücadelenin önemli direnç mahallerinden biri olan Antakya’da Mihrac Ural’ın yerini tartışmak, onu sünepe korkağın biri olarak tanıtmak abesle iştigaldir. Onu sevip sevmemek başka, geçmişteki hakkını vermek başkadır.
Yirmili yaşlarda yasadışı bir örgütlenmenin parçası olan bizler; yasadışı faaliyetin ne olduğunu bilmez bir toyluktaydık. Bu anlamda devekuşu gibiydik. Bizler; bir yanımızla gizli, başka bir yanımızla fal taşı gibi ortadaydık lakin bunun farkında dahi değildik.

Güya üçer kişilik hücreler halinde çalışıyorduk ama hepimiz birbirimizi tanıyor, topluca hareket etmekten çekinmiyorduk. İşte böylesi bir yapı içinde örgütsel disiplinden söz etmek elbette mümkün değildi.

Önemli günlerde örgütsel olarak yapılacak eylemlerin planlamasında, organizasyonunda ve gerçekleştirilmesinde Mihrac Ural’ın yer almadığını iddia etmek, tek kelimeyle geçmişe hakarettir. Bu tür anlatımlar ve yakıştırmalar doğru değildir.

Mihrac Ural’ın örgütsel bir plan ve karar kapsamında olmayan kimi kişisel eylem ya da planlardan bi-haber olması kadar doğal bir durum olamaz. Ancak kişisel bir heyecanla gerçekleştirilen bazı çocuksu işlerin sonucundan haberi de, elbette sonradan olmuştur.

Mesela; Erkan’ın stadyum civarındaki bir yolda çalışır halde gördüğü külüstür bir mobileti çalıp, sürükleyerek kaldığımız eve getirmesinden ne Mihrac’ın ne de bizlerin hiçbir ön bilgisi olmamıştır. Bu olaydan, mobileti sokakta görünce haberdar olmuştuk. Daha sonra bu mobileti kullanmayan acilci kalmamıştır.

Erkan’ın kamulaştırdığı bu mobiletin, ACİLCİLER tarafından kullanıldığının MİT tarafından tespit edilip onu kullanan herkesin fişlendiğini çok sonra öğrenmiştik.

Mihrac’ın bazı olaylardan bilgisinin olmadığı doğrudur; çünkü bu tür olayların tamamı anlık tepkilerin sebep olduğu kişisel eylemlerdir. Nebil’le birlikte örgütün silahlarını alıp eğitime gitmemizden de Mihrac’ın haberi yoktur. Erkan’la düz kontak yapıp çalmaya çalıştığımız otodan da. Ahmet Yıldırım’ın düşüncede kalan banka eyleminden de.. İleride lazım olur diye bir İtalyan turistin pasaportuna el koymamdan da..

Bizleri kişisel olarak bu tür eylemlere iten bir dürtü vardı. Hüseyin Cevahir’e ilişkin masallaştırılarak anlatılan kahramanlıkların etkisinde kalıyor ve kişisel olarak bizler de bir şeyler yapmak istiyorduk.

Bu tür eylemlerin psikolojik açıdan doğru yorumlanması gerekirken, kin güdülen kişileri inkar etmek için araç olarak kullanılması dürüst bir tavır değildir.

Nebil’in kısa bir cezaevi görüşmesinde Erkan’a bir yandan yakalanmasına ilişkin bilgiler verirken aynı anda kastedilen o kişilerle uzun uzun görüşmeler yapıyor olması gerçeği, mantıkla açıklanamayan soru işaretleriyle doludur. Bu soru işaretlerini yüksek sesle dile getirme zamanının geldiğini düşünüyorum.

Silahlı mücadelede yer alan her militan, aynı zamanda ölümle de yoldaştır. Bu nedenle Nebil seviyesindeki bir militanın gölgesinden bile kuşku duyarak her an tetikte olması, şüphelerini güvendiği yoldaşlarıyla paylaşması, onları uyarması gerekirken bunun tam tersi bir gerçekle karşı karşıyayız.

Erkan; Ankara’ya bir valiz dolusu dinamit götürüp boş valizle otogara döndüğünde sivil polislerce durdurulup sorgulandığını bizlerle hemen paylaşmıştı. Yıllar sonra bu olayı basamak olarak kullananlar, kendilerinin bu konudan haberdar edilmemesini kuşkuyla karşılayıp Mihrac’ın polisliğini o tarihlerden başlatmıştı. Halbuki bizler, o zamanlar bu olaya genel bir takip çerçevesinde hiç bakmamıştık. Bizler yapı gereği gizliliğin, takibin ne olduğunun tam olarak farkında değildik. Ama görüyoruz ki bu konuda bizlere göre çok daha tecrübeli ve uyanık olması gereken Engin bile Mete tarafından uyarılmasına rağmen polis takibini hiç önemsememiş. Bu durumda başkalarını töhmet altında bırakmanın alemi ne ?

Nebil’in kendisini yakalatanın ismini, firar öncesindeki görüşmede örgütsel anlamda bir bağı kalmamış Erkan’a anlatırken, bu bilgiyi cezaevinden birlikte firar edeceği ve en çok güvendiğini (?) ifade ederek Erkan’la tanıştırdığı yoldaşına vermemesi ne kadar garip ?

Nebil; kendisini yakalatanın ismini neden birlikte yattığı yoldaşlarıyla paylaşmıyor ?

Neden kendisini yakalatan kişiyle örgütsel bağını devam ettirip, onun adamlarıyla cezaevinde görüşüyor ?

Halbuki Nebil gibi kelle koltukta gezen bir militan; kendisini yakalatanın cezasını en önce kendisi verir. Oysa yazılan anılara baktığımızda bunun tam tersinin yaşandığını görüyoruz. İbrahim Yalçın’ın anlatımına göre Ali Çakmaklı’nın öldürülmesinden hemen sonra İstanbul’da buluştukları Nebil kendisine; ‘’ Ali Çakmaklı’ya karşılık Mihrac’ı cezalandırmak isteyenleri kendisinin zor tuttuğunu..’’ söylemiş..

Behey Nebil; sen mi bu kadar gafildin yoksa senin ağzından bu bilgileri verenler mi ?

Üç kişinin katılımıyla bir eylem yapılmış. İkisi halen hayatta. Onların anlatımıyla Nebil’in anlatımı taban tabana zıt… Dördüncü bir tanık da yok ki olayın şahitliğini yapsın. Aklıma yine soru işaretleri takılıp duruyor.. Sizlere de sorayım:

Nebil; firar öncesinde kendisini yakalattığını söylediği Mihrac’ın adamı Tacettin’le yoğun görüşmeler yaparken o telaş anında kısa aralıklarla görüştüğü Erkan’a bu tür olayları anlatmaya neden gerek gördü ? Olayların seyri, Nebil’in militan kişiliğiyle hiç örtüşmemektedir. Keza; firar gibi önemli bir olayı da eylemi riske edecek tarzda görüş mahallinde ilgisiz birine deşifre etmek, kendini bilen hangi militanın defterinde yazar ?

Erkan’ın anlatımları yalan mı ? Değil…Ben nakledene değil, anlatana bakıyorum…

Başka anlatımlar da var. Hatırladıklarımı paylaşayım. Bu anlatımların hepsi; Erkan’ın cezaevi ziyaretinde Nebil’in söyledikleridir:

‘’dışarıda gömdüğüm silahlar var, onları gömülü olduğu yerden alırsınız, firar edince sizlerle iribata geçeceğim…’’

‘’ Hiç kimseye güvenmiyorum. Eğer yine firar edemezsem Süheyl Yurt’a söyle benimle irtibata geçsin..’’

İkinci söylem oldukça önemli. Örgütsel anlamda hiç kimseye güveni yok ancak firar için örgütsel bir yapısı olmayan çocukluk arkadaştan beklenti içinde olmak…

Bu söylemler; duygusal anlamda Nebil’in gel gitlerinin olduğunu, ne serden ne de yardan geçtiğini göstermektedir.

Nebil’in öldürülmesi olayına gelince; altında binlerce sorunun yattığı bir başka pencere açılıyor önümüze. Nebil’e yapılan sarkıntılık iddiasında kullanılan silah; cinsel organdaki bendi.

Nebil’in can yoldaşı, en az onun kadar gözü kara bir militan olan Ziya Erdönmez; ben olayı olmasa sarkıntılık olayına inanır mıydı ?

Olayların üzerine giderken çokça soru sormak adetimdir. Emine, en mahrem yerde olan bu beni nasıl biliyordu...?

Bu benden Erkan da haberdardı. Kendisi de yıllarca önce görmüştü. Ama Emine nasıl biliyordu ?

Ayrıca, Ziya’nın eşi olmak dışında Emine kimdi ?

Nebil’in değil yoldaşının eşine, herhangi bir kadına bile yapmayacağından emin olduğumuz sarkıntılık suçlamasında en vurucu emareyi nerede görmüştü Emine ?
Yoksa ona birileri mi söylemişti bu beni ?

Nebil’in ölümündeki gizlerin kapağı halen açılmadı. Ama aralandı..

Nebil, yakalandığı zaman anadan üryan ağır işkence tezgahlarına yatırılmadı mı ? Ona işkence yapanlar o beni görmediler mi ?

Onun ölüm kararını verenler, Nebil’in içerideki gerçek polisleri deşifre edeceğini bildikleri için mi Ziya’yı oltaya getirip yoldaşının katlini sağladı ?

Nebil’in cesedi neden ortada yok ?

Zindanarkası kütüğünde neden kaydı yok ?

Bizler neden göz altına alındık ?