23 Nis 2010

24 NİSAN GELECEK İÇİN GERÇEKLERLE YÜZLEŞME GÜNÜ

24 Nisan
Gelecek İçin Gerçekle Yüzleşme Günü

Mihrac Ural
24 Nisan 2010

Bu coğrafyanın insanı da toprağı da yakılmıştır; doğası tahrip edilmiş, kimyası bozulmuştur.
Binlerce yıllık dengeleri, insanlığa ışık saçan uygarlıkları, at nalları altında yıkılmış, kılıç darbeleriyle yere serilmiştir; “kılıç hakkı” adı altında, zenginliğinin mozaik dokusu tek boyutlu sefilliğe sürülmüştür.
 Geleceğimize barikat kuran geçmiş budur.
Bunun adı tarih, belleklere kazılı, gelecek kuşakların yollarına döşeli, geleceğin içindeki geçmiş olarak bizimle yaşayan, yakamıza yapışan, gerçeğin ta kendisi olan tarih, işte bu tarih.
Yüzleşmemiz gereken tarih, aşmamız gereken geçmiş, içimizi kemiren kıyım ve yıkım tastamam budur.
Geleceğimizi kurup, kurgularken her basamağında yüz yüze kaldığımız, kaoslarımızın derinleşmesinde keskin rolleriyle karşımıza çıkan, utancımızı suratımıza bir şamar gibi vuran bu tarih, cesur bir yüzleşmeyle aşılmayı bekliyor.
***
24 Nisan 1915, Ermeni katliamının Anadolu uygarlıklarına bir hançer gibi saplandığı gündür.
Uygarlığın ilk ışıkları, Anadolu’dan tüm insanlığa yayıldı. Uygarlık öncüleri, bunun bedelini ise “kılıç hakkı” adı altında, akıllara ziyan zorbalık, kıyım ve yıkımla ödedi.
İnsan topluluklarının kimyalarını bozan, binlerce yıllık dengeleri alt üst eden kanlı süreç, barbarlığın uygarlığa saldırısı olarak belirdi; Toprakları ve zenginlikleri gasp etmek isteyen talancı, istilacı güçler uygar yerli toplumları acımasızca ezip durdu. Yerli halkın bitip tükenmeyen tarihsel çileleri böylece başlamış oldu.
Bu acımasız çarklar, Anadolu’da hükümranlık altında yaşayan her farklılığı hedef alarak sürdü; Ermeniler, Kürtler, Araplar, Süryaniler ve diğeri, ortaçağın acımasız ölüm denklemlerinde kıvranıp durdu.
Tarihin, perdelerini çağdaş uygarlığa açtığı bir kesitte, aklın yaşama cesurca müdahalesinde yarattığı aydınlanmadan nasibini alamamış Osmanlı, tarihin derinliklerinden çıkıp gelen ortaçağ aklıyla hüküm sürdüğü toprakları ezip durdu. İnanç asimilasyonlarıyla tek boyutlu yapılan bu coğrafya mozaik dokusunun zenginliğini yitirdi, karanlıklara gömüldü. Adı kıyımlarla, darbelerle katliamla özdeşleyen İttihatçılık bu aklın rahminden doğdu.
İttihatçılık, ortaçağ talan ve gasp olanaklarının tükenip tıkandığı bir koşulda, aynı akılla içe dönük kıyımın adıdır; darbecilik, silahşorluk, teşkilat-ı mahsus-iye gibi kirliliğin, ölüm sentezleri budur. Bu ise, hükümranlık alanlarını yeniden, bir kez daha fethetmek için toplu kıyım demektir. Ermeni kıyımı bu aklın ürünüydü.
II. Viyana kuşatmasının (14 Temmuz 1683) tıkadığı, batıya gidiş umutlarının yıkıldığı, Anadolu’dan başka sığınacak mekan kalmadığı bir koşulda içe dönük kıyım tük acımasızlığıyla kendini göstermiştir. İslam’ı insan merkezli bir önerme olarak ele almak yerine cihat çağrısı olarak hükümranlık altındaki halkları doğrayan bir araç haline getirmek bu süreçle birlikte öne çıkmıştır. Bu süreç 20.yy başlarında ittihatçıların eliyle Anadolu’nun en kadim toplumunun toplu tasfiyesine kadar uzanmıştır.
Ortaçağ akılları, Anadolu tarihini, demografisini yeniden yapılandırma anlamına gelen akıl almaz girişimleri, isim isim, aile aile, köy, ilçe şehir, şehir siciller tutularak ve her adımda takip edilerek Ermeni milletini toplu bir kıyıma maruz bırakılmıştır. Ortaya konan tüm belgeler bu girişimin vahşi bir ırk temizliği, jenosid olduğunu göstermiştir. 20. Yy ilk etnik temizliği de budur. Hepimizin sırtında kambur gibi duran bu insanlık dışı katliam, geleceğimiz karartmaya devam eden kara bir delik gibi, insani tüm değerlerimizi yutmaya devam ediyor.
Osmanlı aklı, tarihinin her döneminde sorunlarını kıyımla çözdü. Cumhuriyette bu iz üzerinde yürüdü. Kürtlerin çekmeye devam ettiği acılar, Cumhuriyetteki Osmanlının Ermenileri, Kilikya sürgünlerinde,1938’lere kadar konak konak, Hatay’dan Halep’e Beyrut’a, sürgün yollarında katledişinin devamı olarak gündemdedir.
Bu coğrafyanın insanı da toprağı da yakılmıştır; doğası tahrip edilmiş, kimyası bozulmuştur.
Binlerce yıllık dengeleri, insanlığa ışık saçan uygarlıkları, at nalları altında yıkılmış, kılıç darbeleriyle yere serilmiştir; “kılıç hakkı” adı altında, zenginliğinin mozaik dokusu tek boyutlu sefilliğe sürülmüştür.
 Geleceğimize barikat kuran geçmiş budur.
Bunun adı tarih, belleklere kazılı, gelecek kuşakların yollarına döşeli, geleceğin içindeki geçmiş olarak bizimle yaşayan, yakamıza yapışan, gerçeğin ta kendisi olan tarih, işte bu tarih.
Yüzleşmemiz gereken tarih, aşmamız gereken geçmiş, içimizi kemiren kıyım ve yıkım tastamam budur.
Geleceğimizi kurup, kurgularken her basamağında yüz yüze kaldığımız, kaoslarımızın derinleşmesinde keskin rolleriyle karşımıza çıkan, utancımızı suratımıza bir şamar gibi vuran bu tarih, cesur bir yüzleşmeyle aşılmayı bekliyor.
Yüz yıl öncesi geçmişimizin, yüz yıl sonrası geleceğimizin önüne koyduğu barikatla yüzleşmemiz, insani, hukuki, vicdani benliğimizin mihenk taşıdır.
Tarihle yüzleşmek, tarihi hareket halindeki geçmiş haline getirmek değildir. Tarihle yüzleşmek tarihçi olmayı da gerektirmiyor.
Gelecek kaygısı taşımak, gelecek nesilleri adil ve eşit toplumsal bir yaşamda buluşturmak, bu yüzleşmenin ana temasıdır. İnsani olandır ve gelecek kuşaklar için bırakacağımız en uygar mirastır.

ERMENİLERİ CUMHURİYET DE KATLETTİ (3)



(3) BÖLÜM

LEOPOLD GASZCZYK’NİN ANI BELGESİ

“DİE SANCAK EPİSODE”

 (( ÖNSÖZ ))




Mihrac Ural

12 Temmuz 2009


Bir tarihi belge.

Sizlerle paylaşacağım bu belge, araştırmalarımıza göre ilk kez yayınlanacak Leopold Gaszczyk’nin (Gazçik) anı belgesidir.

Bu belge, vukuatın tarih tanıklığını yapmış bir inanç yolcusunun, olayları abartısız, gördüğü gibi, dünden bu güne 8 sayfalık anısıyla taşımasıdır.

1919-1946 dönemini içeren bu anı belge, üzerinde çok durulan Ermeni soykırımına farklı bir boyuttan ve zaman kesitinden bakıyor. Bununla kalmıyor; Hatay davasında halkın tutum ve davranışlarını, iradesini ve eğilimlerini, Arapları, Ermenileri, Kürtleri hatta Kemalist Türklerin hangi aklıselimle zulme, baskıya, zorbalığa ve faşizanlığa karşı omuz omuza duruşlarını dile getiriyor.

Leopold Gaszczyk’nin anı belgesi, Danimarka Krallık Arşivinden temin edilmiştir. Bu arşivlerde şu kayıtlarla yer almaktadır. “ Die Sandjak Episode/Leopold Gaszczyk. Rigsarkivet, Danske Armenierevenners Arkiv, 1058, pakke10, 1919-1949. Diverse materiale”

Bu belge bir anıdır. Dile getirdiklerini başka belgelerle de kesiştirdiğimizde bir dönemin özgün gerçeklerini, tarihin gerektirdiği akademik bilimsel kesinlikle ortaya koymak güç olmayacaktır. Leopold’un anılarında geçen, Hatay’da yaşayan halkların baskılara karşı omuz omuza Cumhuriyette süren Osmanlı aklı zulmüne karşı dayanışması, bu güne taşınabilecek önemli bir gözlemdir. Bu enstantanelerin orijinal fotoğrafları, belgeyle birlikte okura sunulacaktır; fotoğraflar, üstadım Av. Muhammed Ali el Zerka’nın vefatından önce bana emanet ettiği arşivdendir.

Belge aylardır elimizde bulunuyor. Yayını için 5 Temmuz 1938 Hatay’ın askerle işgal günü anısını bekledim. Bu günün önemini ve bir halkın iradesini hiç saymakta kullanılan yöntemlerin bilince bir kez daha çıkmasını istedim. Darbe, darbeci tartışmalarının sürdüğü, Ergenekon çetecilerinin yargılandığı, Askeri faşist bir darbe silahlarının gölgesinde, mutlak bir çoğunluk sağlamanın nasıl kolay olduğu ve bunun sonucu 1982 Anayasasının onaylandığı ülkemiz gerçeğinin hatırlanmasını istedim. İradesi askeri baskıyla kuşatılmış bir toplumun tarihte nelere maruz kalmış olabileceğinin hatırlanmasını tarihle yüzleşmemiz açısından hangi kriterleri algılamamız gerektiği mesajını göndermek istedim. Bu amaçla 5 Temmuz anısıyla ilgili belirlemelerimi ortaya koydum.

5 Temmuz 1938 günü Arap halkının iradesine, üç kez yapılan seçim ve sayımlarla, ezici çoğunlukla ve açıkça beyan ettiği tercihine, askeri işgalle cevap verildiği gündür; Fransız emperyalistleriyle çıkar birliği içinde, II. Dünya savaşı hazırlıklarının çirkin pazarlıklarıyla Hatay halkının iradesine karşı bir askeri işgal gündeme gelmiştir. Hatay’ın ilhakı da bu işgalin ardından gelmiştir.

5 Temmuz 1938 günü, Hatay halkın iradesi, askerlerin at nalları altında tutsak alınmıştır. Bu süreci uzun bir makaleyle, belgeleri ve fotoğraflarıyla ortaya koydum. Halkıma ve demokrasi tutkunlarına “bu günü unutmayın” dedim.

Sözüm, intikam değil, tarihle cesurca yüzleşme amaç ve hedefine yönelik bir mesajdı. Ortak ülkemin demokrasi mücadelesinin birlik yolu için, bu coğrafyada hepimizin özgür olması ve kazanımlarımızın güvence altına alınarak barışçıl bir ortak yaşam için 5 Temmuz günü anısını dile getirdim.

Türk, Kürt, Arap vb. milliyetçilik eğilimlerinin ortak yaşamımız karşısında en büyük tehlike olduğunu her yazımda dile getirdim. Burada da bir kez daha tekrar ediyorum; milliyetçiliğin her türü insanlığı katleden bir vebadır.

Milliyetçilik vebasını her koşulda ve mekanda yenilgiye uğratmamız gerek. Bunun en kestirme yolu özgürlük ve demokrasinin derinleşmesi ve genişletilmesidir. Bu yol güçlülerin yoludur. Tarihe ilerleme yönünde bakanların, kendine ve dayandığı tarihi köklere güveni olanların yolu. Bu yol düşüncelerin yarış yoludur, kavgaların değil. Bu yol, düşünceyi düşünceyle, belge ve kanıtların tanıklıklarıyla dönüştürmeyi temel alan bir yoldur. Halkımın kimlik hakları için bu yola güveniyor, bu yola inanıyorum.

Var olmayı başaran bir düşünce yok edilemez, ancak dönüştürülebilir diye düşünüyorum. Bu, doğa kanunu olan maddenin sakınımıdır. Düşünce için de aynıyla geçerlidir. Mücadelemi bu ilke üzerinde algılıyorum. Milliyetçi statücülüğe, gericiliğe ve bu aklın yarattığı tahribatlara karşı ortak ülkemizin tüm halklarını kapsayan ortak bir mücadeleyle başarı sağlanacağına inanıyorum. Bu yüzden, tarihle cesurca yüzleşebilmemiz için daha çok belgeye, daha çok kanıta, daha çok insanın ortak erdem ve değerlerini temsil eden düşüncelerine ihtiyacımız var. Bu verileri buldukça, bunları çağdaş dünyanın iletişim ağlarıyla, küresel üretim ve küresel paylaşım için, bilgi paylaşımı olarak da aramızda işlevlendirmeliyiz diyorum.

Bu amaçla ve bu zemin üzerinden halkımın kimlik hakları uğruna mücadelesini, ortak ülkemizin demokrasi mücadelesinin ayrılmaz bir parçası ve önemli bir manivelası olarak ele alıyorum. Bu mücadele, her türden bölücülüğe de karşı bir duruştur. Bu gün yayınlamakta olduğum bu belgede dile gelen gerçekler, bu amaçların mesajı olarak algılanmalıdır.


 Anı belgenin yazarı Leopold Gaszczyk Polonyalı bir sivil toplum gönüllüsüdür. Danimarkalı bir sivil etkinlik adına I. Dünya savaşı ardından Ülkemizin güney bölgesine gelmiştir. 1922’den itibaren de Antakya, İskenderun ve Halep arasında insani yardım amacıyla çalışmış, dönemin sosyal, siyasal olaylarına tanıklık etmiştir. Leopold Gaszczk, bölgemizde o dönemler “Urfalı kız” diye ünlenen “Danimarkalı Ermeni dostları” örgütü başkanı Karen Jeppe’in yardımcısıdır. Karen Jeppe’nin sıtmadan ölümü üzerine de (1935), örgütün başkanlığına getirilmiştir. 1946 yılına kadar da soy kırımından kurtulabilmiş Ermenilerin yaşama tutunma mücadelesine yardımcı olmuştur. Bu süreçte, Kilikyalı Ermenilerin İskenderun, Antakya ve havalisine göçlerinin de canlı tanığıdır.

Ermeni soykırımı üzerine çok şey yazıldı. Anlaşılan daha da çok şey yazılmalıdır. Bu konuda ortaya çıkmayan çok az şey kaldı. Ancak tarihte ilk kez Ermeni konusuyla birlikte, Hatay davası ve Arap halkının bu davadaki acı anıları ortak bir belgede yer aldı. Ülkemiz halklarının ortak kaderi acıda bir olduğu kadar özgürlükte de bir olması gerektiğine işaret etmektedir. Bu açıdan belge, ülkemiz tarihiyle yüzleşmenin önemli unsuru olacaktır.

Bu belge özgündür, Ermenilerin Osmanlıdan başlayıp, Cumhuriyet döneminin en önemli yıllarına kadar süren acılarını, Arap halkının Hatay’ın işgaline ve sonra ilhakına kadar uzanan olaylar dizininde yüz yüze kaldığı çok yönlü kırımlarını gün yüzüne çıkarmaktadır. Leopold o günün bire bir tanığıdır, hiçbir siyasi kaygı taşımadan gördüklerini dile getirmiştir. Tarihi tarih yapan belgeler olduğu gerçeği, ilk kez yayınlanacak bu belgenin tarihi önemine de bir işarettir.

Leopold Gaszczyk, 28 Mayıs 1946 olarak tarihlediği anılarını Almanca kaleme almış. Bu anı belgeyi Danimarka Krallık Arşivinden gün yüzüne çıkaran, toplum bilimci Sayın Nadir Nadi Çelik’tir. Böylesi önemli bir belgenin gün yüzüne çıkışından dolayı Sayın Nadir Nadi Çelik’e okurlarım ve halkım adına teşekkür ederim. İlk kez yayınlanacak olan bu belgenin okura ulaştırılması ve önsözünün yazılması için bana tanıdığı fırsattan dolayı onurlu olduğumu belirtmeliyim.

Bu belgenin çevirisinde Frankfurt’ta haftalarca çalışan, üniversite Proflarıyla yorucu randevu ve ilişkileri sürdüren, halkının kimlik hakları için hiçbir özveriden kaçınmayan Pedagog Sayın Özcan Burno’ya da ayrıca teşekkür ederim.

CUMHURİYETİN OSMANLI AKIL MİRASÇILIĞI

Kurucuları tarafından Cumhuriyet’in ayrı bir planla kurulduğu dile getirilir. Osmanlıyla aralarında keskin bir fay hattı kurdukları söylenir. Ancak bu niyet, gerçekçi bir biçimde yerli yerine oturtulamaz. İçinden çıkılıp gelinen Osmanlı mirası yeni devleti genetik olarak her kurumda ve bu kurumların başında olan yöneticilerin geleneklerinde, düşünce tarzlarında canlı bir geçmiş olarak işlev görmeye devam eder.

24 Nisan 1915 üzerinden henüz uzun bir zaman bile geçmemiştir. İttihat ve Terakki yönetimi Osmanlı devletinin egemen iktidar gücü olarak Ermeni soy kırımını gerçekleştirmiş imparatorluğu savaşlara sürükleyerek, Alman emperyalizminin yanında yer alıp çöküşü hızlandırmıştır. Osmanlı tarihi kapanırken, aynı malzemeden yeni bir dekorla cumhuriyet kurulmuştur; paşalar ve bile istisna tüm devlet kadroları yeni yapının içinde eski akılla yerlerini almıştır. Osmanlı aklı, Türkiye Cumhuriyeti’nin her refleksinde karşımıza çıkacak bir akıl olarak kanlı süreçlere imzasını atmaya hazırdır.

Cumhuriyet değerleri önemlidir. Ortaçağın karanlık teokratik yönetiminin rahmeti altından kurtulan tüm Anadolu halkları, Cumhuriyette bir özgürlük görmüştür. İlk adımlar gerçek bir farklı planla kurgulanmış gibi, farklılıkları anayasal haklarla güvenceye alma eğilimi bile göstermiştir. 24 anayasası kısırlığına rağmen bir başlangıç sayılabilirdi. Ancak kuruluş malzemesi Osmanlı olanın, cumhuriyetçi davranması güçtü. Osmanlı aklı; duruşları ve yönelimleriyle, cumhuriyetin ruhunda kısa sürede tecelli ediyordu. Cumhuriyet döneminde Kürtlere karşı takınılan tutum bunu yansıtıyordu. Dağları korku bürümüştü, cumhuriyet kurucu milletlerinin özgürlüklerine karşı duruyordu

Türkiye Cumhuriyetinin tarih sahnesine çıkışta Sağlık ve Milli Eğitim Bakanı olan Dr.Rıza Nur, anılarında Ermeni’sinden Kürt’üne, Arnavut’undan Araplarına karşı devletin kuruluş çalışmalarında temel alınan ırkçı, milliyetçi yönelimleri şöyle dile getiriyordu. “ Aklım, fikrim yıllardan beri bu kitleleri dağıtıp münferiden iskan suretiyle temessül etmek ve Türkiye’yi mütecanis yapıp ırk belasından, bunların Avrupalılar elinde alet olmasından, bu isyan ve inkiraz kusur ve sebebinden kurtarmak” (Dr. Rıza Nur Hayat ve Hatıratım C.2 sayfa:310)

Türk olmayanın Türklüğü kabul etmeyenin burada yeri yoktur” (Age. C:2. S:461)

Cumhuriyet bu akılla Osmanlının genetik mirasçısı olduğunu yeterince yansıtıyordu. Cumhuriyet ne kadar Osmanlı ise, o kadar da inkarcıdır. Osmanlıya karşı reddi miras yaparken egemenliği altındaki farklılıklara karşı acımasız, “katli vacip” tavırlar sürdürdü. Ermeni konusunda mezar sessizliği sürdüğü gibi, aldatıcı bir görüntünün altında, sürgünler ölüm denklemleri, göçe zorlama ve mülksüzleştirme, açlık altında inletme gibi insanlıktan nasibini almamış yaptırımlar dayatılıyordu. Leopold’un anı belgesinde bu gerçekleri çıplak halleriyle göreceğiz.

Cumhuriyet sadece inkarla kalmadı, inkarın tarihi olayları kangrenleştirip toplumu bozmasına ek Osmanlının politikasını azınlıklar üzerinde zamana yayılmış bir ölüm kumpası haline getirdi. Cumhuriyet, 1920’li yılların ortalarından itibaren Avrupa’yı saran faşist dalganın etkisi altına hızla girdi. 1929 ekonomik kriziyle birlikte de çirkin bir ırkçılık sergilemeye koyuldu. Azınlıkların sindirilmesine yönelik kapılar sonuna kadar açıldı. Kuruluşundan bu güne azınlıklar üzerine sıradan bir istatistik çalışma durumun vahametini göstermeye yeterlidir.
Irkçılık yükselmişti, tarih, dil, kültür ve toplumsal olanla ilgili her şey tek boyutlu olmaya başlamıştı. Farklı olan artık tasfiye edilecekti. Böyle de yapıldı. Cumhuriyet ilk çeyrek asır içinde; Kürtler gibi, Ermenileri ve Arapları da ağır bir faşizan baskı altında göçe zorlamış, kırmış, bataklıklarda iskana mecbur ederek, sıtmanın toplu ölüm girdaplarına geçirmiştir. Osmanlının katli vacibinden, cumhuriyetin kökünü kazıma siyasetine böylece gelinmiştir.

Leopold’un anıları bu önemli kesitin görünmeyen yüzünü ortaya çıkarıyor.

Cumhuriyet gökten zembille gelmedi. O, bir Osmanlı artığıdır. Hala Osmanlı aklıyla da yürütülmek istenmektedir. Yapısı ve dokusuyla tarihin bu süreçlerini, azınlıkların, farklılıkların içselleştirilmesini kapsayabilecek genlikte değildir. Bu tarihe sahip çıkma gibi beyhude bir çaba içinde olanlar, Osmanlının kardeşin kardeşi hunharca katline icazet veren Fatih yasalarına, Sultan Kanuni Süleyman denilen adamın gözleri önünde oğlu, şehzadesi Mustafa’nın kementle boğdurmasına, Yeniçeri cellatlarının bile yapmaya cesaret edemediği bir abesi, Kuyucu Murat Paşanın “yarın büyür de düşmanımız olur” diye günahsız bir çocuğu kuyu başında, boynunu eliyle burkarak katletmesine, Türk halkını “Etrak-i bila idrak” diye aşağılayıp, en asil aşiretleri kılıçtan geçirmesine “Devletun bekası” diye bakabilirler. Ancak 500 yıl sonra da olsa yıkılıp giden Osmanlının, neyin bekası olduğunu nasıl izah ederler bilinmez. Oysa o tarihten baki kalan, kangrenli sorunlardan başka bir şey değildir.

Bu günün kaosları, kimlik bunalımları ve sorunlarının kaynağında da bu tarihi gerçeklerin anlamlı sonuçları yatmaktadır. 1000 yıllık Anadolu serüveninde, tarihe ışık saçan uygarlıklar kılıçla yok edilip dönüştürüldü (Bilim adamlarından bir kısmı, bu gün bile buna “kılıç hakkı” (Erhan Afyoncu) diyebiliyorlar. (Murat Bardakçı’nın Hebertürk TV’de sunduğu “Tarihin Arka Odası” programı. 15 Ağustos 2009 Cumartesi)

Ancak bu dönüştürmeler, herkesi tanımlayacak bir üst kimlik üretemedi. Bu günkü kimlik bunalımlarımızın anlamı da buradadır. Eski toplumlar, imparatorluklar birçok etnik yapının bir üst kimlikle birleşmesiyle modern ulusları yarattılar. Osmanlı bunu başaramadı. Ayrı varlıkların bir üst kimlikle sağlanmayan bileşkeleri nedeniyle, alt kimliklerimiz, kefareti merhametsizce ödenen bir cürüm olarak ele alınmasına gidildi. Kendi ürünleri olan ortamın cürüm bedellerini bize ödetmeye giriştiler.

Kaosların nedeni ol ve buna düşeni yargılayıp, mahkum etmek, tutsak etmek, katletmek üzerine kurulu bir denklemin rahmeti altında yaşamak, ortaçağlara gerisin geriye dönmektir. Bu dayatma bir Osmanlı aklıdır. Cumhuriyetteki Osmanlı da tas tamam budur. Tarihten taşınacak mesaj bu olamaz. Ülkemizin tarihiyle cesurca yüzleşmesinin sac ayağı da bu verilerde yatmaktadır.

Osmanlı mirası onurlu bir miras değildir. Kimse milli gurur yanlışına yaslanmasın, Osmanlının hiçbir boyutu milli değildi. Cumhuriyet tarihte geç kalmış uluslaşma sürecini, yine yanlış bir milli algıyla, ırkçı bir düzlemde tek boyutlu olarak sürdürdü. Bu gün yaşadığımız sorunların önemli bir kısmının, Osmanlının kapanmamış dosyaları olması da bundandır.

1000 yıldır, bu topraklarda farklı olmak ölümle eş değer olmuştur. Ayrı varlık olmak, potansiyel düşman olmaktır. Bu ırkçı içgüdünün Solun çirkin simalarında bile kendini azı dişleriyle gösterdiğine tanık olmaktayız. Farklı olanı itham, şaibeli göstermek kolaycılığı bu aklın alâmetifarikasıdır.

Bu tarihten ve karanlık sürecinden Türk ulusunu tenzih ederek belirtmeliyim ki, egemenler başkasının özgürlüklerini çiğneyerek, katliama maruz tutarak kendi uluslarını tutsak etmiş ve katletmiştir.


HAK VERDİĞİNİ YOK ET
YOK, SAYDIĞINI KÖLE ET

Lozan Anlaşması cumhuriyetin Kabe’sidir.  Ancak Lozan bile bu topraklarda dürüstçe uygulanmadı; ne sınır çizgileriyle ne de azınlık hakları karşısındaki duruşuyla yaşam bulabildi. Yaşama ikircimli duruşlarla yaklaşım geleneği altında Lozan sıradan bir maske olmanın ötesine geçemedi.

Lozan’da azınlık adı altında hak kazananlar (ki, bunlar daha çok etnik ve dini farklılığı bir arada taşıyan Hıristiyanlardı) yok edildiler, Müslüman genellemesi içinde eşitler olarak gösterilenler (ki bunlar Kürtler ve Araplardır, hem Müslüman hem de farklı etnik topluluklardır) ise köle oldular, kültürleri dilleri, alfabeleri kıyıma uğradı.

Bu girişimler, geç kalmış uluslaşma sürecine bir şey katmadı. Zira egemenlerin bu ortak ülkede bir üst kimlik oluşturma çabaları tarihin trenini kaçırmıştı. Her etnik topluluk, bin yılın kasvetine rağmen kendi öz yapısını korumuş ve bu günün verileri içinde farklı bir uluslaşma yönelimiyle özgürlük ister olmuştur. Geri dönüşü olmayan bu fay hattını bir bölünmeye karşı esnek kılacak tek şey ise daha çok özgürlük ve demokrasi olması gerekirken, vahşi bir Osmanlı saldırganlığıyla, yok etme girişimleri ve dış güçlerden alınan desteklerle vatandaşına sınır ötesi operasyonları öne çıkmıştır.

Ermenilerin 1915’te uğradığı talihsizlik bir başka boyutta Kürtlerin ve Arapların başına yıkılmıştır. Ancak Osmanlı gibi, Cumhuriyetin de bir sınırı, bir hacmi vardı. Gelip dayanacağı, ötesine geçemeyeceği bir yer, bir tutum vardı. O yerde kırılmayı toplayacak hiçbir güç olamazdı.

Özgürlük isteyen bir halkın ayağa kalkışını, güvenlik önlemleriyle sindirmek için yeryüzünün hiçbir ordusu yeterli olamazdı. Anadolu’nun İslamlaştırılması %99’a varmış olması bile her şeyin sonu değildi. Farklılıklarımızın Hıristiyan boyutu gerçek anlamda yok edilmiş olsa da, uluslararası kamuoyu hakkın takipçisi olarak yoluna devam edecektir.

Müslüman çoğunluk diye hak verilmeyerek köle edilen Kürtler ve Arapların durumu, içi boş çuvala döndürme halleri ile tanımlanabilirdi. Dil, kültür, alfabe gibi bu çağın insan hakları kapsamında olan haklar, toplu kıyımla içi boşaltılıyordu. Ancak geç kalınmıştı. Tarihin trenini kaçıranlar 1000 yılda başaramadıklarını artık bu çağda asla ikame edemezlerdi. Bu halklar yerliydi, kendi topraklarında, yaşama ilk kez açtıkları ve kesintisizce üzerinde ziraat yaparak anavatana dönüştürdükleri bu topraklar onlarındı. Kökleriyle birlikte bir kez daha bin kez daha yeşerebilme zeminine sahiptiler; nitekim öyle de oldu. Kürtler dün Araplar bu gün özgürlük için buradayız, hakkımızı istiyoruz dedi. Tarihle gerçekçi bir cesur yüzleşmenin kapalı kanallarını böylece açılmaya yöneldi.

Leopold’un anısı bu açıdan da önemli bir basamaktır. Dünü çıplak gözle görmemize yardımcı olacak, hatalarımızın nerede başlayıp nerelere kadar sürdüğünü görmemize yardımcı olacaktır.


ARAP HALKINA SÖZÜM


Torosların güneyi Arap halkının yerleşim alanıdır. Bu alanda yerli bir halk yaşar. Bu halklar ulus gibi tarihi kategoriler içinde kültürel olarak kendilerini farklılıklarıyla ifade etmişlerdir. Ulusal, kültürel ve inanç değişimlerine rağmen bu halk, binlerce yıldır bu topraklar üzerinde yaşar. Bu toprakları yaşama ilk kez açan bu halktır. Bakir toprakları anavatan yapmak için gerekli sürekliliği de temsil etmektedir. Bu topraklarda Araplar, diğer halklarla iç içe çoğunluk olarak yaşamaktadırlar; tarih içinde farkı egemenliklere karşın, topraklarını terk etmeyip, kültürel aidiyetlerine sahip çıkışlarıyla anavatanlarında kültürel-sosyal dokularını, kararlı ca ve kesilmeden üretmektedirler.

Tarihin en eski şehirli Arapları bu coğrafyadadır. Antakya gibi bir metropol merkezinin temel unsuru da bu halktır. Kadim Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı gibi devletsel siyasal egemenlikler bu halkın kültürel çizgisini sürdürme kararlılığını bozamamıştır. Farklılıkların harmonisiyle barış içinde yaşama genişliği de buradan gelmektedir. Bu güne kadar süren bu mozaik, uygarlıkların ve inançların barış coğrafyası olmuştur.

Arap halkı, Cumhuriyetin kuruluşunda Müslüman çoğunluk adı altında eşitlerden biri olarak sayıldığı söylendi. Kurtuluş savaşına katılmış emperyalizme karşı en sert direnişlerin olduğu güney bölgesinde önde olan bu halk, “Cumhuriyetin kurucu eşitleri olan toplumlar” adı altında hiçbir ulusal hakka sahip olamadı. Böylesi “eşit” olmanın bedeli ağır ödendi. Osmanlı döneminde var olan haklarını da kaybettiler. Bu bir kıyımdı.

Kıyım” kelimesini sert bulanları, alfabesi bile başka uluslardan ödünç alınmış bir dilin, 2500 yıllık alfabesiyle tarihte yer alan, yazan, iletişim kuran Arap dili alfabesini yasaklamanın ne anlama geldiğini düşünmeye davet edeceğim. Empati yapıp demokrat olmaya davet edeceğim.

Her şeye rağmen, Cumhuriyet Araplar için önemli bir ilerlemeydi. Bunun için Osmanlı sürecinden çıkışta laikliğe ve özgürlüğe koşar adımlarla yöneldiler. Ama kısa sürede bir vehim peşinde oldukları gördüler. Cumhuriyetin ırkçı, milliyetçi politikaları suratlarına bir şamar gibi indi. İkinci sınıf vatandaş konumuna sürüldüler. Cumhuriyet devletinin hiçbir üst kurumunda onlara yer verilmedi, bir genel müdürlükleri, bir generallikleri bile yoktu. Tarihten gelen soyadlarını almaları yasaktı, ulusal isimleri kullanma hakları yasaktı, köyleri, şehirleri, yerleşim birimlerinin adları bile değiştirildi. Düğünlerinde, hüzünlerinde ana dilleriyle konuşmaları yasaktı. Ağır cezalarla işkence zindanlarla cevap buldu, kültürel her duruşları. Bu gün bile Milli Güvenlik Kurulunun yasak kararlarına özel olarak muhatap olmaya devam etmektedirler.

“Arap halkı ve sorunları de nereden çıktı” diyen ırkçıların ortak ülkemizi ne türden bir yıkıma sürüklemek istediklerini anlamak için, Kürtlerin haklarını savunmaya başladıkları ilk dönemleri hatırlamaya davet ederim. Bu senaryonun kanlı bilançoları ve ağır faturalarını tekrar ödememek için, farklılıklarımızın doğal haklarını öncelikle teslim etmek gerektiğini dile getiririm, Yeni anayasa çalışmalarının bunun için de önem taşıdığına dikkat çekerim. Bu ülkede eşit olmak kendi kimliğiyle barış içinde yaşamanın gereklerini yerine getirmek demektir. Eşitliği, güvenceye almadan kurum, kuruluş ve yasalarla bir toplumsal sözleşme olarak gelecek kuşaklara emanet etmeden eşitlikten söz etmek kendini aldatmaktır; artık kimse kimseyi aldatamayacak bir tarihi dönemeçte olduğumuzu unutmamak gerek.

Cumhuriyet öncelikle Arapça diline karşı ırkçı bir yaklaşım sergiledi. Buna da devam etti. Bu noktada bilinçlice işlenen hataları bilmek gerek. Cumhuriyet, İslam dili ile Arap dilini birbirine karıştırıp Arap halkının üzerine yürüdü.

İslam’ın Kuran’da mesajını bulan dili Arapçaydı ve bu yanıyla evrenseldi, tüm Müslümanlara aitti. Türkü, Kürdü, Farsı, Hindi, Pakistan’ı, Endenozya’sı, Malezya’sı dini inanç ritüellerini Arapça icra eder. Arapçanın bu yanı, Arap dilinin “emperyalist amaçlar taşıdığı” gibi haksız bir suçlamaya maruz kalmasını gündeme getirmiştir. Suçlanmıştır.

Bu yönelimler, Cumhuriyet dönemi boyunca, dini gericiliğin, şeriat taassubunun günahını Arapçanın sırtına yıkmıştır. Bu milliyetçi refleks, ırkçı bir mahiyet alarak Araplara karşı tam bir kültür soykırımına dönüşmüştür. 

Cumhuriyetin farklılıklara ilişkin yaklaşımında bu tür hatalar, farklı kültürleri bir üst kimlikte birleştirme dinamiklerinden yoksunluğuyla birleşince, siyasal egemenlik bir hak gaspı haline geldi. Arapçayı ortak ülkemizin etnik bir topluluğunun dil ve ulusal kültürünün olmazsa olmaz unsuru olarak algılamak yerine onu, siyasal bir hedef haline getirdi.

Bu satırların yazarı Atatürk’ün “Ana dille ibadet” tezini savunur ve dini ritüellerin her ulusun anadiliyle ifade edilmesini ister. Her ulusun kendi ana diliyle ibadet etmesinin, Arapçaya yönelen haksız eleştirileri sona erdirmesini umut eder.

Bunun için Arapların ya da Arapçanın yapabileceği bir şey yoktur; egemen ulus kendi siyasal kararlarıyla bunu ikame edecektir. Siyasal erk kararlarıyla bunu yapmıyorsa, Türk halkının bunu talep etmesi ve bunun için direnmesi gerekmektedir. Din algılarının yanlış yönelimleri ve bunun sonucu oluşan statülere mahkum olmaktan kurtulmamış bir halkın sorumluluğunu Arapçaya yüklemek adaletli değildir. Türk halkı bu adaletsiz duruşa karşı tavır sergileme yükümlülüğü altındadır. Tarihiyle bu açıdan da yüzleşmeyi bilmelidir. Bu da olmuyorsa kimse Arapları ve Arapçayı suçlamamalıdır. Bu aynı zamanda, Arapça diline yöneltilen “emperyalizm” suçlamalarına karşı bir özgürlük talebidir.

Arapça bir ulusun dilidir, tarihsel gelişimiyle bir kültürel sürecinin temel taşıdır.  Bu dil Cumhuriyetin bu güne kadar süren yasakları altında yok edilmek istenmiştir. Arapça dili yasaklı tek Müslüman ülke Türkiye’dir. Laikliğin yanlış yöntemleri, kendini bu alanda çıplak olarak gösterir. Oysa laiklik, din ve devlet işlerini birbirinden ayırmaktır; Türkiye laikliği din ve devlet işlerini aynılaştırmak gibi durmaktadır. İnanç özgürlükleri konusunda devletin tutumu bu gerçeğin açık ifadesidir.

Dil konusu, uzun bir konu belgemizle ilgili olarak bu açıklama yeterlidir. Ancak Alfabe kıyımı üzerinde söylenmesi gerekenler vardı. O da çok vahimdir. Çift taraflı keskin bıçak olan bir konudur.

Cumhuriyet Latin alfabesine geçmekle (1928) çağdaş medeniyeti yakalayacağı sanısındaydı. Şekil değiştirmekle özün gelişeceğine inanılıyordu. Ancak özünü bilmeyen, köklerinden beslenmeyen hiçbir kültür gelecekte kendini temsil edecek bir değer yaratamazdı. Nitekim öyle oldu. Bir gece ansızın alfabenin değişmesiyle bin yıllık bir tarih, toplumun hafızası olan arşivlerden silinmiş oldu. Gelecek kuşakların geçmişle bağı bir kılıç darbesiyle kesilmişti. Tipik bir Osmanlı davranışı, tipik bir teşkilatı mahsus-iye, ittihatçı aklı; Cumhuriyetteki Osmanlı tas tamam bu idi.

Bu gün Osmanlıyı okumak için özel uzmanlar bile yetmemektedir. Kendi tarihini alfabe değiştirerek yok eden dünyanın tek devleti Türkiye Cumhuriyetidir.

Arap alfabesi her alfabe gibi bilmeyen için zordur. Bin yıllık Osmanlı alfabesi ise toplumun bildiği bir alfabeydi, onunla okuyup yazıyordu. Kökleri bu alfabedeydi. Dünya iletişim ağlarına baktığımızda en ileri teknolojileri ve bilgi mübadelelerini Arap alfabesiyle yapan 1 milyarı aşkın insan topluluğu var. Alfabe bu açıdan gelişmenin engeli değil tersine kökleri üzerinde yükseldikçe her alfabe çağdaş ilerlemeyi yakalayabilecek kapasiteye sahipti. Çağdaş uluslar arasında alfabesini değiştiren bir ulus tarihle bağını koparması dolaysıyla her zaman bir ayağı aksak kalacaktır. Buna rağmen kendi ulusu için uygun gördüğü bu kararı, egemenliği altında olan bir Arap etnik topluluğu için bir dayatmaya çevirmek ise insan hakları ihlalidir, kültür hakları ihlalidir.

Başka ulusları tutsak eden bir ulus özgür olamaz sözü, burada çok anlamlı bir yere oturuyor. Türk ulusu yöneticilerinin yanlışlarıyla, geçmişini unutmak gibi bir tutsaklığa düşüyordu. Ayrıca, vehim üzerine kurulan Anadolu’yu tek boyutlu milli bir coğrafyaya çevirmek için ortaya konan tezlerin kısa sürede iflas etmesi, bu gidişin sınırlarını da belirlemiş oluyordu. Güneş dil teorisi, “40 asırlık Türk yurdu” söylencesi, “Hitit Türkleri”, “Sümer Türkleri” gibi akıl dışı iddialar, bir ulusa yerlisi olmadığı topraklarda zorlamayla tarih yaratamazdı. Bu veriler ortak ülkemizde, tarihin de kültürün de dil ve alfabenin de herkesi kapsayan bir eşitliğin yükseltilmesinin tek alternatif olduğunu gösteren bir veridir.

Bu tarihi kesit içinde, ülkemizin mozaik dokusunun zedelenmesi, diğer sahalarda olduğu gibi, Araplar üzerinde de yoğun etkisini gösteriyordu.

Leopold’un anıları, bu gerçeklere bir işaret ediyor.

Atatürk, "Hatayı kurtarmak için" kurduğu ‘’özel teşkilat’’ı devreye sokmuştur. “Hatai” kelimesini çevirirseniz, anlamı Hititlilerin memleketi demektir. Türkler o tarihlerde oraya Hititlilerin beşiği diyorlardı. Bu mıntıka Hatay ve tüm Sancak mıntıkasını kuşatıyor, Türkler de kendilerini Hititlilerin mirasçısı olarak varsayıyorlardı? …Bugün ise bu Hititlilerin beşiği diye övülen vilayet, bütün öteki Türk vilayetleri gibi yağmalanmış bir yerdir, Hititlilik düşü sona ermiş ve unutulmuştur, zaten Hititliler üzerine söylenenler de sadece siyasi bir taktikti.  (Leopold’un anıları s:5)

Bu olguların Hatay kısmını algılamak için öncelikle bilinmesi gereken, Hatay ilhakının gayri kanuniliğidir. Leopold’un anılarını okurken bu noktanın taşıdığı önem için bilinmesi gerekenler bulunmaktadır.

Hatay’ın Türkiye’ye ilhakını onaylayan hiçbir anlaşma, uluslararası geçerliliğe sahip değildir.

Fransa ile Türkiye arasında 23 Haziran 1939 tarihinde Ankara’da, Türk tarafını temsilen Saraçoğlu, Fransa tarafı adına Massigli’nin imzaladığı “Hatay’ın Türkiye’ye bırakılması” anlaşması hukuki değildir. Bu yüzden de Milletler Cemiyeti (MC. Cemiyeti Akvam) yasası 18. maddesi uyarınca kütüğe geçirilmemiştir. Bunun anlamı bu anlaşma uluslararası bir onay almamıştır, batıldır. (Bkz. Em.Büyükelçi İsmail Soysal, Konferanslar. Hatay Sorunu Ve Türk-Fransız Siyasal İlişkileri (1936-1939). Türk Tarih kurumunca verilen konferans 15 Şubat 1985)

Hatay uluslararası hukuka aykırı olarak, 5 Temmuz 1938’de askeri işgal edilmiştir. Türkiye, 23 Haziran 1939’da Fransa’yla yaptığı anlaşmayı, 30 Haziran 1939’da 3658 sayılı yasayla onaylamış ve Hatay’ı, TBMM 7 Temmuz 1939 tarih ve 3711 sayılı yasayla il olarak ilhak etmiştir. 23 Temmuz 1939 tarihinde de TBMM’den gelen bir heyetle Hatay resmen olduğu kadar fiilen de Cumhuriyet Türkiye’sinde (CT) varlığına son verilmiştir.

Bütün bu işlemler çalınacak minarenin kılıfı olarak ardı ardına organize edilmiş, Hatay halkının, Araplar başta olmak üzere Kürt, Türk, Ermenilerin iradesi hiçe sayılmıştır.

II. Dünya savaşı arifesinde, perde arkasında dönen çıkar ve kombinezon oluşumlarının bir çerezi olarak harcanan Hatay, Uluslararası anlaşmalarla kurulmuş devletini bile komik bir oyunla kaybetmiştir. Meclisi, anayasası, mahkemeleri bayrağı ve tüm verileriyle kurulu olan Hatay devletini yıkan irade, Osmanlı aklı iradesidir. Bu akıl, fırsatı, haksız girişimi, halkın iradesini hiçe sayarak halka dayatmıştır.

Hatay’ın ilhakına karşı direnenler sadece Araplar değildi. Onurlu Türk halkı da, Kürt halkı da, Ermeniler, hatta Kemalist Türkler de işgal ve ilhaka karşı duruş sergilemişti. O günlerin tanığı olan Leopold bunu açıkça dile getiriyor. Bunu belgeleyen tarihi fotoğraflar bu önsözle birlikte bloğumda (http://mirural.blogspot.com/ ) yayın halinde olacaktır.

Leopold anılarında bu kesite ilişkin şunları dile getiriyor:

Milletler Cemiyeti tarafından gözlemciler gönderildi. Norveçli Hans Holstad, Hollandalı General Coron, İsviçreli Albay von Wattenyl oluşan komisyonun harcadığı giderler 75.000 İsviçre Frank’ı tutmuştu ve bütün bu masrafları Fransa karşıladı.  Çok kısa bir sürede komisyon ayaklanmanın yapıldığını ispat etmişti. Bu komisyon Türkler, Araplar ve Ermenilerin bir arada çok iyi geçindiğini, çok iyi çalıştığını ve nüfusun çok büyük bir çoğunluğunun sadece ve sadece huzur içinde yaşamak istediklerini belgeledi.  Komisyon radikallerin partisinin bu krize neden olduğunu ve hala radikallerin ayaklanma için nüfusu kışkırtmaya devam ettiklerini de ispat etti. Kemalistlerin en büyük uğraş verdiği ve ayaklanmanın yoğunlaştığı Antakya’nın merkezinde de Kemalistleri aslında Türkiye’ye bağlanmak istemediklerini ve bağımsız olmak istediklerini beyan ettiler.  
Sayfa-7

 
Fransız ve Türk valilerin huzurunda  Milletler Cemiyeti  bilirkişileri yeni seçimler için yaptıkları çalışmaları raporladılar.  Baştan aslında % 20-%30 oranını geçmeyen radikallerin Türkiye’ye bağlanmak için, yapılacak seçimleri engelleyeceği belliydi. Rüşvet, tehdit ve benzeri zor kullanarak seçimlerin yarıda kesilmesine neden oldular, öte yandan Manda makamları son derece zayıf kaldı ve karşı koymadı.  Neden bu şekilde davrandıkları biz ölümlülerin anlamasına imkan yok zaten.  Komisyon büyük bir hüzünle ve kızgınlıkla seçimlerde yapılan sahtekarlıklara seyirci kaldı, sonuçlarını Milletler Cemiyetine bildirdi ve sonunda görevini tamamlayamadan geri çekildi.  Yapılan bütün görüşmeler Türklerin karşı koyması sonucu başarıya ulaşamadı. 1938 yılı başta Ermeniler olmak üzere Sancak’ta ikamet edenler için korkunç bir yıl oldu,  Adeta kaçar gibi Hıristiyanlar, Müslüman Araplar, Ermeniler, Aleviler ve Sünnilerin büyük bir oranı İskenderun ve Antakya’yı ve civardaki öteki yerleri terk ettiler. Fakir halk orada kalmak zorunda kaldığı için buraları terk edemedi, çünkü yolculuk için parası yoktu. Kalanlar haklı olarak korktukları ve kaçtıkları şeyi,  sancağın Türkler tarafından işgalini yaşadılar..” (Leopold’un anıları Sayfa 6-7)

Arap halkının cumhuriyet serüveni bir yana, Hatay davası ise başka bir yana. Ancak bu gün bu iki dava bir toprak davası değil, bir kimlik davası olarak birleşmiştir. Bu noktaya herkesin dikkat etmesi gerek. Hatay davasında Arapların stratejileri, kimlik haklarıdır. Bölünmeye de şiddetle karşıdır. Araplar, yaşadıkları toprakların yerlisidir. Bölünmek isteyenler Arapların hakkını gasp ederek, verme yetkisi olup vermeyenlerdir. Hatay davası bu gün bir halkın kimlik davasıdır. Torosların güneyinde 4 milyon insanı ilgilendiren bir kültür hakkının davasıdır; bir dil, bir alfabe, yaşam ve inanç davasıdır.

Arap halkı Hatay sorunu gündeme geldiği andan itibaren, daha ağır bir baskı ve kültürel kıyım politikasına uğramıştır. Tarihle yüzleşirken atlanmaması gereken ayrıntılar, sağlıklı sonuçların elde edilmesi için çok büyük öneme sahiptir. Bu yanıyla Hatay Arap halkı; üç seçimde de özgürlüğünü ilan etmesine karşın, Türkiye’ye askeri zorla katılmaya mecbur edilmesi, unutulmaması gereken bir dönemeçtir.

Bu sürece gelinirken Kilikya sürgünleri Ermenilerin yeni bir göç dalgasıyla korku ve kaygılarla sürüklenişinin acı tablosu Leopold’un anılarında açıkça yer almıştır.

Kilikya Ermenilerinin İskenderun, Antakya ve havalisine sürgünleri bir trajediydi. Bu alanların o dönem itibariyle bataklık olması, sivrisineklerin taşıdığı sıtmayla ölüme mahkum olmak demekti. Nitekim Osmanlı egemenleri isyancı Çerkez aşiretlerini bu alana toplu olarak sürüp, hastalıktan kırılmalarını sağlıyorlardı. Osmanlı aklı Ermenileri buraya sürerken giydiği cumhuriyet elbisesi onu gizleyemiyordu. Anıların bu kesitini yazarından izlemek, insanlık adına bir acıdır. Katletmek ilkel bir içgüdüdür. Zayıfın davranışıdır, korkularıyla kendini tutsak edenlerin işidir. Cumhuriyette büyük korkuların esiri olarak Osmanlıdan devraldığı bu kıyımı sürdürmekte beis görmemiştir; 24 Nisan 1915 sürgünlerinde katlolmakla, 1930’lu yılların bataklıklarında Sıtmadan katledilmek arasında kimse bir fark aramasın. Mantığa ve bu mantıkta ısrarlı olunup olunmadığına bakmak gerek. Ermeni soykırımı, Arap halkının 1930’larda ki kültürel kıyımıyla birlikte sürdürülmüştür.

Leopold’un anılarını doğrulayan diğer kaynaklar da bu gerçeklere işaret etmektedir. “Sancak’tan Ermeni göçü iltihakla birlikte başlamıştır. Albay Collet taşıma işleminin Fransız askerî araçlarıyla yapılmasını sağlamıştır. Bu faaliyet esnasında 400 askerî araç ve 2 gemi kullanılmıştır. Levant serie E Syrie Liban vol: 471, 862 no’lu telgrafa göre 14.500 Ermeni’nin Sancak’tan ayrılması sağlanmıştır. (http://www.nuveforum.net/706-tarih-bolumu/52064-fransiz-isgalinden-sonra-antakya-civarina-ermenilerin-yerlestirilmesine-yonelik/ )

Hatay Arap halkı topraklarının yerlisi olarak, ilhaka rağmen, cumhuriyetin getirdiği yeni değerlere angaje olmaktan başka seçeneği kalmamıştı. Fransız manda yönetiminin belirsizlikleri içinde kıvranan anavatanından kopmaya rağmen, kültürel varlığını, ana dilini koruma eğilimi gösterdi. Hüzünlerinde, sevinçlerinde, manilerinde ağıtlarında Arapçayı yaşattı. Binlerce yıldır kendi toprağında yaşayan insanlar üzerlerinden geçen devletlerin, imparatorlukların siyasal iktidarların at nalları altında olma pahasına anavatan haline getirdikleri toprakları terk etmediler, kültürlerini bırakmadılar.

Hatay bir Arap kentidir. Böyle kalma kararlılığı da göstermektedir. Demografik yapıda yapılan oyunlara; Afganların, Varto deprem mağdurlarının vb. yeni yerleşimcilerin olmalarına rağmen, siyasal tercihleri ve kimlik haklarını, ortak ülkemizin demokrasi ve özgürlük mücadelesi bazında çözme gibi sağlıklı bir yolu sonuna kadar deneme kararlılığındadır.

Bu konuları “7. Ordu ve Hatay Davası” başlıklı makalemde detaylarıyla anlatmaya çalıştım. Ama bu gün sizlerle bir tarih belgesini paylaşıyorum. Bir görgü tanığının, işgal ve ilhaka giden sürecin acı tablosunu sunacağım. Bu anı belgeyle, o güne gidecek acıyı içinizde hissedeceksiniz. İnsan olarak ve özelde Arap olarak ne kadar onursuzlaştığınızı anlayacak ve yüzünüze bir şamar yemiş hale geleceksiniz.

Acıyı erdem sayma yanlışına düşmüş bir Arap halkı duruşu olduğunu göreceksiniz ve bundan utanç duyacaksınız. Bu gün ortak ülkemizin anti-demokratik yuvarlanışının halklarımıza dayattığı sessiz ölümü, dün Hatay’da Arap halkının nasıl yaşadığına tanık olacaksınız.

Bu gün haksızlığa uğrayan her haklının aynaya dönüp duyarsızlığının kefareti olarak suratına iki şamar indirmesi önerisini kendi halkıma önereceğim. “Arap” demenin bile hafif alaylı bir serzeniş anlamı taşıdığı bu ülkede, artık kimlik haklarımız için yapmamız gereken çok önemli görevlerin olduğunu bilince çıkarmalıyız.

İnsanlığa büyük bir uygarlık sunmuş Arap ulusunun tüm erdem ve değerlerini üzerinde taşıyan Arapların hakları için yapmaları gereken çok şey bulunmaktadır. Onursuzlaştırılan, ikinci sınıf vatandaş diye ötelenen, kolektif kimliğine milyonlarca temsilcisiyle duyarsız kalan her Arap, insanlığını da duyarsızlaştırmış demektir. Kendisi için bir şey yapamayanın, başkası için bir şey yapması beklenemez.

On yıllar önce bir Polonyalının, “Danimarkalı Ermeni dostları” örgütü başkanının onurlu duruşu ve anılarını tarihe not edişiyle, Arapların hikayesini yazmıştır. Bu hikaye tarihle cesurca yüzleşecek olan tüm halklar için önemli bir çıkış noktasıdır. Siz okuyun siz karar verin.