7 Oca 2010

HEPİMİZİ ALDATIYORLAR BU ÜLKEDE HUKUK YOK

Mihrac Ural 18 Şubat 2010



Öncelikle kimse kendini aldatmasın; ülkemizde hukuk yok. Bunu bilsin, bunu bilinciyle alternatif üretsin, varolan alternatiflerde kendini ifade etmeye çalışsın.

Hukuk adına medyaya yansıyan kavga bir iktidar olma kavgasıdır; askeri darbe yapma takati kalmamış olanların elindeki son mevzileri, sivil dikta peşinde koşanların fethetme kavgasıdır. Bu mücadelede devletin temel kurumlarını güçler dengesi yönünde yeniden düzenleme savaşı vardır.

Bu kavga bu günün değil, on yılların kavgasıdır. Gelinen aşamada bu kavga, sivil diktacıların lehine bir kırılma süreci içinde, gelişmelere tanık oluyoruz.

II. Dünya savaşı sonrası gündeme gelen değişimlerin kaçınılmaz yansımalarıyla ülkemizde gerici siyasal iktidarın gerildiği ve 1980 askeri faşist darbesiyle kırıldığını ifade ettik. Bu kırılma, ne siyasal bir özgürlük ne de toplumsal bir gelişmeye denk düştü. Bir boşluk oluşturdu. Bu boşluğun dolgusu için devlet kurumlarının yeniden paylaşılması gündeme geldi. Kimlik bunalımının, ülke mozağinin demokratik hak taleplerinin, siyasal yapının artık yenilemeyeceği sınırlara gelip kırıldığı bu süreçte kaos, iktidar boşluğunun dolgusunu ve dengesini sağlamak üzere hiç bir siyasal güce yeterli olanak sağlamamıştır. Osmanlı’dan cumhuriyete geçişin, "Cumhuriyetteki Osmanlı" olarak tecellisi bunu ifade eder.

"Ülkemiz çok etnik yapılı üst kimliksiz bir toplumu olarak tanımlanabilir." (Mihrac Ural,"Siyasal Sistemin Kırılışı" adlı 8 Temmuz 2007 tarihli makale) Bu tablonun kendine ait siyasal güçleri vardır. Siyasal iktidarın kırılmasıyla bu güçler sahnedeki yerlerini aldılar. Siyasal-toplumsal yapı değişmeden yeni siyasal güçlerin sahaya inmesi başlı başına bir çözümsüzlüktür. Bu çözümsüzlük tüm dinamikleriyle siyasetin yeniden yapılanmasına yürüyecektir. İktidar olmanın her alanı ve kurumu kaçınılmaz olarak fetih savaşlarına tanık olacaktır. Zaman zaman milliyetçi reflekslerle, Kürt halkının özgürlük hareketine karşı ortak bir kombinazon oluşturan iktidar rakibi güçler, buldukları her boşlukta iktidar olma kavgasında etkinlik alanlarını genişletmek üzere birbirine karşı saldırmaktan çekinmeyecektir. Bu süreçte ötekileştirilmek isteyenler de parlamentoda grup kurma şansını yakaladıkları zaman orada iktidar araçları içinde bir mevzi kazanmanın olanaklarını, haklı olarak, sonuna kadar değerlendirmekten çekinmeyecektir.

Bu günün kavgası hukuk alanıdır. Ordu ve hükümet arasında, yargı ve hükümet arasında devam eden gerginliklerin hukuk alanında kendini tanımlamaya çalışması da bundandır. Kürt özgürlük hareketi karşısında 22 Temmuz 2007 seçim sarsıntılarını, Cumhurbaşkanlığı seçim sorunlarını(28 Ağustos 2007), Anayasa Mahkemesi’nin AKP için açtığı kapatma davasını da atlatanlar (31 temmuz 2008), 29 mart 2009 mahalli seçimlerde Kürt özgürlük hareketine karşı birlikteliklerini bir kenara koyarak yargının denetimini ele geçirmek için, bugün hiç bir fırsatı kaçırmadan hamle üzerine hamle yapmaktadırlar.

Hukuk sistemi, nesnel yapısıyla hiç bir zaman uyumlu olmayan ortak ülkemizin yaşadığı iktidar boşluklarında hukuk alanının ele geçirilmesi yönünde verilen savaş, yargının kirli adelet salgılarını artırmaktan başka bir sonuç vermemektedir.

Çok değil, bundan on yıl önce söylenenlere baktığımızda, en yetkili ağızlardan inanılmaz cümleler duymuştuk. "Yargıtay Başkanı Dr. Sami Selçuk’un, 6 Eylül 99’da yeni yargı yılı açış konuşmasında “Türkiye bu hukuk sistemiyle yeni yüz yıla giremez, bu anayasa ve yasalar hukuku işlevlerini doldurmuştur reform gereklidir” şeklinde özetlenebilecek sözleri, Türkiye’de etkili bir siyasi deprem yaratmıştı." ( Mihrac Ural, "Kuşkulu Yargı Kirli Adelet Salgılar" adlı 20 Ekim 1999 tarihli makale)

Yargıya müdahale başlıklı makalemde ise, bu sürecin yakın takipçisi olarak şöyle dile getirdim: "O gün ciddi yankılar uyandıran Selçuk’un bu konuşması, çoktan unutulup gitti. Ancak gerçekler olduğu yerde durmaya devam etti. Yargıya müdahale bir kader gibi aynı mantığın, aynı sistemin tarihsel genetik dokularının itimi ile devam ettiği görüldü. Süregiden aynı anlayış üzerine söylenecek her şey, doğal olarak kendini tekrardan başka bir anlama gelmeyecek. Ancak tekrar anlamına gelse de, bu gün gündeme Erdoğan’ın yapılan bir düşünce beyanına karşı savcıları harekete geçiren yargıya müdahalesinin taşıdığı anlamı belirlemek farklı bir öneme sahiptir. O da, siyasi iktidarların yargıya müdahalesinin, ekonomik iktidar sahiplerine karşı yapılmasıyla ilgilidir.

Erdoğan’ın “yargıya müdahale edildiği” ihbarına konu olan konuşmanın sahibi, TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi (YİK) Başkanı Mustafa Koç’tan başkası değil.

Siyasi iktidarların yargıya müdahalesini, magazin önemi olan bu olaydan öğrenenlerin bilmesi gereken en önemli şey, yargıya müdahale ülkemizin yapısal bir sorunu olduğudur. Bu sorunun kaynağı kurulu devlet sisteminin yapısal hatalarındandır. Yapısal hataları ise, önemli oranda tarihsel ve siyasal yönetseldir. Tarihsel olan, ülkemizde hiçbir kurum ve kuruluş kendi iç dinamiklerinin bir ürünü olarak şekillenmemiş olmasıdır.

Ortaçağ imparatorluk dönemi boyunca sermaye birikimi yapamamış, aydınlanma çağı olmayan, sanayi devrimi yaşamamış, son yüz yıl içinde ortaya çıkan bilim ve teknoloji devrimlerine kendini entegre edememiş ve bunun sonucu geliştirdiği toplumsal siyasal sistemi dışardan ithal edilerek ucube sisteme yapıştırılmış olan ülkemizde dengeli yürümesi sağlanabilecek bir yargı sistemi ve onun güvenliği için gerekli koruyucu kurumlar oluşturulamamıştır. Böylesi bir tarihsizlik doğal olarak bir talihsizliğe dönüşecekti.

Siyasi iktidarı ele geçirenler istedikleri kadar ehil olsunlar iradeleri dışında var olan bu yapıdan çıkarları için azami ölçüde yararlanmanın yollarını arayıp bulacak ve yargıyı yeri gedikçe bir araç olarak kullanacaklardır. Ülkemizde tekrar eden durum da budur. Varsa, “Hz. Ömer’i ve adaletini” getirseniz de bu sistemde farklı bir sonuç elde edemezsiniz. Belki Mustafa Koç’a karşı yapılan ihbarın yargıda sonuçsuz kalmasını sağlayabilirsiniz ama, benzer ihbarlarla yapılan müdahalelerin halka, aydınlara, demokratlara, sivil toplum kuruluşlarına, etnik topluluklara ve demokrasinin inşa sürecine zarar vermesini engelleyemezsiniz." (Mihrac Ural, "Yargıya Müdahale" adlı 25 Aralık 2005 Tarihli makale)

Yukarıdaki uzun alıntılarla, örnekler aktarmaya çalıştığım hukuk müdahaleleri, gerçekte ülkemizde yapısal bir durmudur. Bu yapısal durumun gelip dayandığı yer açık savaş olmuşsa bunu başka yerde aramamak gerek. Bu ülke, bu yapısıyla bundan sonra çok daha çirkin bir hukuk savaşı alanı olmaya mahkumdur.

Yukarıdaki alıntıların üzerinden çok şey geçti. Bu gün ise, kıran kırana, açık ve inatçı "son düello" yaşanıyor gibi. Hükümet olanlar iktidar olmak istiyor. Bunun için son kaleleri fethetmeye çalışıyorlar, deniyorlar, çırpınıyorlar ve ele geçirdikleri alanları, büyük temizlik harekatıyla kimsenin eline düşmemesi için sağlam adımlar atıyorlar. Bu bir sivil diktatörlük yönelimidir. Hukuk alanında verilen bu kavganın en önemli yanı da budur. Halkımızın dikkatli olacağı alan budur. Gerileyen gerici etkinliklerin yerine, iktidarı ele geçirmek isteyen sivil diktaların olduğu gerçeğidir. Bu her iki tarafın da gerici olduğu ortak karekterini ve alınması gereken tutumu hiç değiştirmese de durum budur.

Gelişmeleri besleyen yapı, olasalıkların da ne olacağına önemli mesajlar iletiyor.

Bu süreci bilinci iyice çıkarmak için ülkemizde oligarşik yapıyı doğru çözümlemek gerek. Bu ülke, ne tek ulus boyutunda tarihsel bir başarı kazanmıştır ne de farklılıkları bir arada tutacak "Malezya sendromu"nu gerçekçi tehlike yapabilecek federasyonlaşmaya gidebilmişitir. Osmanlı’dan çıkıp gelmiş haliyle Cumhuriyet, planlandığı gibi kurumlaşamamıştır. Osmanlı’dan devraldığı coğrafya üzerinde tek ulusçu yapı inşaasını farklı etnik dokular üzerinde bir dayatma olarak inşaa etmeye çalışmıştır. Bunu yaparken, tarihin en barbar dönemlerinde başaramadığı asimilasyonu, çağın ilerleme ve değişimlerini hiçe sayarak, bir baskı aracı olarak kullanmaya çalışıp anayasal, yasal ve kurumsal yanlışlar ikame etmiştir. Hukuk da kaçınılmaz olarak dengesiz ve adaletsiz olmuştur. Bu adaletsizliği ele geçirmek üzere, aynı milliyetçi reflekslerle hareket edenlerin rekabeti gündeme gelince kaos alabildiğine boyutlanmıştır.

Ülkemiz, siyasal yapısında iktidar olmanın güç odakları vardır. Bunlara "Yüksek Kurul" deniyor. Cumhuriyet devletinin yirmiyi aşkın temel, "Yüksek Kurul" bulunmaktadır. Böylesi bir ülkede, hiç bir seçim sonucu iktidar vermez; ülkemizde hakimiyet kayıtsız şartsız milletin olamaz. İktidar olmak için, atanmışların oluşturduğu, "kuruluş felsefesi" adı altında yazılı olmayan, kiymeti kendinden menkul bir heyula, ne zaman, nerede ne yapacağına dair kimsenin önceden bir şey bilmediği güçlerin yönetimi altında, yüksek kurulların çoğunluğunda hakim olmayı gerektirir. Bu kurulların çoğunluğunda da hakim olmak yetmez, en önemlisi askeri gücü elinde tutan Yüksek Askeri Şura (YAŞ), Milli Güvenlik Kurulu (MGK) ve yargı yüksek kurullarını da ele geçirmek gerek. Kim ne kadar Yüksek Kurulu fethetmiş ise o kadar iktidar olunan bir ülkedeyiz. Hükümet olsanız da iktidar olamamanın nedeni budur. Ancak halk olsanız da en demokratik siyasal tercihlerinizi parlamentoya taşısanız da yine iktidar olamazsınız.

Bu gün olanlar ise, en gerici sivil dikta hevesleriyle yanıp tutuşanların, en az kendileri kadar anti-demokratik, zulüm siciline sahip olanlar arasındaki iktidar kavgasından ibarettir.

Bugünün kavgası zaman zaman ortak düşmana karşı durgunlaşır. Geçiş süreçleridir bu durgunluk süreçleri. Birbirini kırmaya mola verirler. Ülkemizin farklılıkları, demokrasi ve özgürlük için mücadelelerini yükselttiklerinde ise bu rakip güçler, aniden milliyetçi bir kombinezon oluşturarark tek boyutlu hale gelirler; sınır ötesi oparesyon dahil, dış güçlerden her türlü yardımı kabul ederek, kendi vatandaşlarını kanlı bir kıyımla dize getirmekten beis duymazlar. Farklı inançlar karşısındaki hukuksuzlukları, insanları yasaklar, haksızlıklar zincirinde çarmıha gerer ya da Çorum, Maraş, Sivas Madımak oteli kıyım vahşetlerine kuşkulu yargının kirli adeleti olarak kendini gösterir.

Hukuk savaşı veren bu hukuksuzların, DTP Anayasa Mahkemesince kapatıldığında sesleri solukları çıkmamıştı. Bu haksız ve bir o kadar hukuk dışı yaptırım karşısında hukukları sağlamdı, yargıları kuşkulu değildi, adeletleri de temizdi. Farklılıkların ötelenmesi ve kıyıma uğraması, siyasal nefes alanlarının tıkanması ve yok edilmesi hukuk olurken, iktidar mücadelesinde birbirinin cemaatine saldırı gündeme gelince, hukuk meydan savaşlarının her türden kuşku bataklığında, kirli adeletle sergilenmesinin bir önemi yoktu.



Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner, uzun süredir izlemekte olduğu Cemaat Dosyaları (İsmail Ağa, Fethullah ve menzil cemaatleri) ile ilgili yarattığı sıkıntı ve hükümeti en büyük cemaatleri karşısında mihenk taşına sürüşü, tutuklanmasıyla son buldu. Cumhuriyet tarihinin bir ilki olan, şahsı bir suç delili olmadan Cumhuriyet Başsavcısı’nın evini, makam odasını aratmak, adli suçlu gibi eziyet ederek sorgulanması ve sonuçta da Yargıtay’da değil de bir il mahkemesinde yargılanıp tutuklanması, hükümetin iktidar olma kavgasında hukuk alanına bir darbe gibi inmiştir. Sivil bir darbeden söz edilirse bundan daha iyisi olamazdı. Ortaya sürülen gerekçe ise, Ergenekon adlı, derin devlet örgütlenmesi olan bir çetenin üyesi olmak.

Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK), ülkemizi yöneten temel yüksek kurullardan biridir. Bu kurul iktidar mücadelesinde hükümet karşıtı saflarda yerini almaktadır. Ülkemizin uzak bir köşesinde (Erzurum-Erzincan) birbirine diş geçirme mücadelesine müdahale ederek, Başsavcıyı tutklayan özel yetkili Erzurum Cumhuriyet Savcısı Osman Şenal ve yardımcı savcılarını "yetki aşımı" hatası içinde olduklarını ilan edip, görevden el çektirdi. Kılıçlar çekilmişti ve her bir tarf, elinden gelen tüm silahları, savaş alanına sürme eğiliminde. Görevden alınan savcılar yerine yeni atama için, Adalet Bakanı Müsteşarının karar toplantısına katılımı beklendi. Katılmadı. Bunla hükümet, kararında ısrarlı olduğunu ilan etti. Tam bir kör dövüşüyle, hukuk savaşı bu saate kadar devam etti. Yarın neler getirecek kim nasıl kazanacak bunu birlikte göreceğiz. Ancak konumuz bu değil. Konumuz bu ülkede hukukun olmadığı gerçeğini bir kez daha algılamaktır.

Bu satırların yazarı hukukçu değil; hukuk uzmanı hiç değildir. Ancak uzun yıllar yargının pençesinde zindan yatmıştır. Yoldaşlarının yargı rahmeti altında, inim inim inleyerek ölüm denklemlerinden geçtiğini, dava dosyalarındaki akıl almaz uydurmalarla kirli adeletin mahkumu olduklarını bilir. Bugünkü hukuk kavgasında sorunun her iki tarafın uzmanlarınca dile getirilen detaylara da vakıftır. Sadece bu bilgilere dayanarak gelişmeler üzerinde bir hüküm vermek elbette söz konusu olmayacaktır.

Ancak, bir vatandaş olarak yargı dinazorlarına bile diz titreten bu gelişmeler, halkın nasıl bir zulüm altında yargının merhamet darbelerine maruz kaldığını görmektedir. Bunu ilan etmektedir.

Hukukun tüm ilkelerini ayaklar altına alan bu kirli savaş, bir kez daha göstermiştir ki bitip tükenmez bir can pazarında, toplum olarak ağır bir şekilde aldatılıyoruz. Bu ülkede adalet yok. Kimse kimseyi aldatmasın, ikidarı bir biçimde gerici diktatörlük için ele geçirmek isteyen her iki taraf da adeletsizdir.

Hükümet "yargıya müdale edilmektedir" derken, karşı tarfın "siyaset yargıyı baskı altında yönetmek istiyor" diyerek dile getirdikleri tek şey, bu ülkede adaletin kirlendiği, yargının kuşkulu olduğu, hukukun ise olmadığı gerçeğidir.

On yıl önce söylediklerimi ya da beş yıl önce söylediklerimi tekrar etmeyeceğim. Artık yargıya müdahale edildiğinden kimse söz etmesin, diyeceğim.

Başka şeyler söylensin. Bu ülkede adalet yok, bunun için çare önerilsin; bu ülke birimizin değil hepimizindir.