25 Eyl 2010

HANEFİ AVCI ve ACİLCİLER MEDRESESİNDE DURUŞ SAHİBİ OLMAK

192. DOSYA

HANEFİ AVCI
ve
ACİLCİLER MEDRESESİNDE

 DURUŞ  SAHİBİ OLMAK




Şerif YILMAZ.
21 Eylül 2010


Mihrac Ural’ın notu

Şerif Yılmaz yoldaş Acilciler örgütünün en ağır yüklerini omzunda taşıyan diğer Acilcilerden biridir.

İşkence, zindan, sürgün ve bu kesitlerin tüm cefalarını omuzlamış alnının akıyla, dik duran diğer yoldaşlar gibi bir yoldaştır.

Şerif yoldaş, örgütümüz ve tüm devrimciler adına Hanefi Avcı ve benzerlerine ahlak dersini direnerek veren bir mücadele insanı. Üstlendiği MK yedek üyeliği gibi örgütsel yöneticilik konumu, onun için devam eden militanlıktan başka bir şey değildir.

Tarihimizi yazarken, belgelere, birebir olayı yaşayanların verilerine dayanma yönündeki karalı duruşumuz Şerfi yoldaşın anlatımlarında da yerli yerine oturmaktadır. Örgütsel mücadelemizin tarihini, gelecek kuşaklara en olumlu yönleriyle aktarmanın da bir çabası olarak altta okuyacağınız yazı, aynı zamanda Acilciler örgütünün her alanda hangi özverilerle dik durmayı başardığının da bir göstergesidir. İşkencede, zindanda, sürgünde ve polisin her türden ahlaksız tekliflerine direnenler, tüm devrimciler adına olumluyu öne çıkaran yazılarıyla buradalar. Kirli olanlar ise kirli yazılarıyla kendilerine benzer yaratmak için çırpınanlar ise oradalar. Aynılar aynı yerde ayrılar ayrı yerde demek tas tamam budur. Bu tablo, devrimci hareketin her köşesinde tanık olduğumuz bu ayrışma yerimizi belirlerken tercihlerimize de yön vermektedir.” Diyen bir yoldaşın haklı sözlerini hatırlatıyor.

Tarihe en yakın yerden bakışla devam edecek yazılarımız aceleye gelmeden sindire sindere yazılıp yayınlanacaktır. Bu tarih bir mücadele tarihidir; başlayıp devam eden, dünden bu güne gelen. Bu süreci bire bir yaşayanlar yazmaya devam edecek. Arif Işıldar yazdı yazmaya devam edecek, Levent yoldaşın yazısı sırada. Ahmet Çankaya yoldaşın da diğerlerinin de. Biz kararımızı verdik geleceğe sadece ayakta kalacağı muhkem olan gerçekleri aktaracağız. Söylentileri, üçüncü kişilerin onayına muhtaç sallamaları, ölü konuşturmalarını, belgesiz kanıtsız iddiaları muhatap almadan çöpe atacağız. 


Giriş:

Geçtiğimiz günlerde kamuoyuna "Haliç’te Yaşayan Simonlar” (Dün Devlet Bugün Cemaat) adıyla, Hanefi Avcı tarafından yazılan bir kitap servis edildi.  

Hanefi Avcı.  Uzun yıllar boyunca Emniyet Genel Müdürlüğünün emrinde, görev aşığı ve yazdığı kitapta timsah gözyaşlarını anımsatan yaklaşım ve çifte standartlarıyla devletini koruyan(!) bir cellat, işinin ehli bir uzman. 

Devlet ve Cemaat diye iki bölümden oluşan kitabı elime yeni geçti. 1. Bölümü (Devlet) bitirdim sayılır, derin devlet açısından buzdağının görülen yanlarını aktarırken, sözüm ona kimi öz eleştirilerini de esirgememiş. Devletin gerek Kürt özgürlük hareketine ve gerekse genel devrimci demokrasi mücadelesi yürüten örgütlere karşı nasıl da Osmanlı artığı İttihatçı, komitacı yöntemlerle tasfiyeci bir hareket içerisinde, açık vermeden çalışması gerektiğini hatırlatıyor. Bu süreçte yaptıklarını ve yapılması gerekenleri devletin gelecek kuşaklarına adeta ders verir gibi iletirken, karda yürüyüp iz bırakmamak gibi hukuk dışı bir çifte standart içerisinde “Simon”laşıyor.  

“Simon”laşma tabiri kendisine ait. Kürt özgürlük hareketi içerisinde Simon kod adıyla mücadele eden bir militanı değerlendirirken; örgütsel platformun atmosferinde yer aldığı koşul ile, sonrasının, esaret koşullarının psikolojisindeki aynı şahsın gözlemlerini, tutum ve davranışlarını karşılaştırıyor. İnanmadığı kimi gerçekleri, inanıyormuş gibi davranarak uygulayanları; ister devlet bünyesinde (kendi adına) yaşanan yaygın çürümeyle ilintili, ister örgütsel yaşamda mücadele eden insanlarla ilişkili olarak aynı kefeye koyarak, farklı davranış tür ve standartlarını “Simon”laşma diye ifade ediyor. 

Dile getirdiği  birbiriyle çelişik tutum ve aktarımlarında yaptığı demagoji, çifte standardın yansımasından başka bir şey değildir. Bu anlamda yazdığı kitap tamamıyla kendi handikabını örtmeye çalışan bir “Simon”laşmadır. Bu konuda ayrıntılı bir değerlendirme yapan Mihrac Ural yoldaşın peş peşe gelen makaleleri ince ayrıntıları kapsamakta. Detaya ilişkin yoldaşın http://mirural.blogspot.com// adresinden faydalanılabilir.  

Örgütümüzün demokrasi ve özgürlük uğruna vermekte olduğu mücadele tarihinde, bize (ve bana) yabancı olmayan bu şahsın, kitabında örgütümüze yönelik bir operasyonu değerlendirirken dile getirdiği açıklamaları, etkilendiği tutum ve davranışlarımızın kendisine verdiği dersler dikkat çekicidir. Bu anlamda o döneme ilişkin kimi devrimci faaliyetlerimizi, örgütsel görev inancı ve ahlaki sorumluluğu içerisinde olan Acilciler medresesinin bir militanı olarak aktarmakta yarar görüyorum. 

Acilciler Operasyonu 

Hanefi Avcı'nın Mersin bölgesinde rüştünü ispata yönelik çabalarını  arttırdığı dönem. Toplumsal çelişkilerin siyasal çatışma boyutunda günbe gün yükseldiği, devrimci mücadelede fedakarlıkların, onurlu tarih yazmanın, inanç ve idealler uğruna ölümlere meydan okumanın bayrak edildiği bir süreç. 


Cezaevlerinde
İşkence, baskı ve teröre karşı
tutum geliştirdik. 

Örgütümüzün aldığı kararlar çerçevesinde; cezaevlerinde adli ya da siyasi tutuklu ve hükümlülere karşı insanlık dışı davranışlarda bulunan, gardiyan ve idarecilerle, tüm işkencecilere karşı değişik boyutlarda cezai yaptırımı ön gören uyarı eylemlerimiz Türkiye'nin birçok merkezinde hayata geçirilmişti.  

Bu eylemlerin sonucunda cezaevlerinin çoğu adeta bir medrese haline getirilip, demokrasi mücadelesinin eğitim kaleleri haline çevrilerek, yeni yeni insanların mücadele sahasına katılımına hız verilmiştir. Bu süreçte gerek örgütümüze ve gerekse diğer devrimci demokratik örgütlenmelere birçok insanın kazanıldığı bilinen bir gerçektir.  

Hukuksal zemindeki
keyfi tutum ve hükümlere karşı
kayıtsız kalmadık. 

Siyasal mücadelede çok yönlü çalışmanın esas olduğundan hareketle. Çeşitli zeminlerde dernek, sendika, öğrenci hareketi vb. alanlarda legal ve illegal çalışmayı farklı farklı düzeylerde yürütüyorduk. 

Her toplumsal olayın gelişiminde; Mahir Çayan ve arkadaşlarının Kızıldere’de katlinden, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edilmelerine, İlker Akman ve yoldaşlarının Malatya Beylerderesinde malum “katil muhbir”in ihbarıyla pusuya düşürülmelerine kadar. 1977 Taksim meydanında Derin Devletin 1 Mayıs'ı kana bulamasına, İşçi sınıfının birlik mücadele ve dayanışma gününde polisin (genelde devletin, derin devletin) resmi ve sivil güçlerinin baskı ve terörüne karşı kayıtsız kalmayarak tavır geliştirdik.  

Bu anlayışın  ürünü olarak; o dönemde gerek cezaevinde yaşanan işkence ve terörün temsilcilerine karşı (özellikle gardiyanlar), gerekse en barışçıl kitle gösterileriyle sokağa dökülen insanları dahi en acımasız, önyargılı keyfi tutum ve davranışlarıyla haksız yere tutuklayarak iştigal eden bölgenin Ağır Ceza hakimine karşı da sessiz kalınmıyordu. Böylece Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edildiği günün anısına ve bölgede estirilen devlet terörüne cevaben, hukukun keyfi olarak tüketilmesine karşı sert tutumlar alınmıştı. 

Mücadele sürecini
yükseltme hedefiyle gerçekleştirilen
 kamulaştırmalar 

Devrimci örgütler daha çok siyasal mücadele tarihlerinin özgün dönemlerinde kamulaştırma eylemlerine girişirler. Kitle bağlarının nispeten geri olduğu koşullarda, mücadeleyi daha da yükseltmek adına ihtiyaç duyulan lojistik taleplere cevaben, çıkış hazırlıklarının itimiyle bu tür eylemlere yönelirler. 
Bu noktada devrimci ahlakın boyutu her türlü şahsi çıkar anlayışının üstünde manevi bir yan taşır.  İnsanlar yaşamları pahasına, bireysel menfaatlerini hesaba katmadan, inançları ve idealleri uğruna adeta imkansızı başarırlar. Bu yüzden Hanefi Avcı ve benzerlerinin kavramakta güçlük çektiği nokta burada kendini dışa vurur.

Acilciler ve genelde devrimciler, kamulaştırma eylemlerinde bir şeyleri kendi payıma nasıl kapatırım hesabıyla hayatlarını riske atmazlar. Bu yüzden de bireysel yaşamını kotarma adına kamulaştırma eylemine giren örgütlü bir insanın olabileceği örneğine rastlanmamıştır. 

Silifke Operasyonu ve Recep Güregen 

Daha önce değişik düzeylerde bu konuyu işlemiştik. Gerek burjuva basının ve gerekse mahkeme sürecindeki hakim ve savcıların manipülasyonları gerçeği değiştirmeyecektir. Recep Güregen yoldaş,  çatışma sonrası "yüzme bilmediğinden Göksu nehrini geçmeye çalışırken boğulan militan" değildir. Hanefi Avcı'da aynı şeyi dile getirmiş "...Recep boğulmuştu, cesedi bulundu". 

Recep Güregen, dönemin Cinayet Masası Amiri Başkomiser Natık Karadeniz ve ekibi tarafından silahla katledilerek öldürülmüştür. Aynı operasyonda silahsız ve savunmasız olarak ele geçirilen Hüseyin Gürgen yoldaşta Natık Karadeniz tarafından kalkan edilerek öldürülmüş, ardından Başkomiserin kendiside ağır yaralanarak bilahire ölmüştü.  

Eylem sonrası  sıcağı sıcağına Mersin'e dönmek üzere anayola çıkarak otobüs bekleyen yoldaşların taktik hatası, yakalanmalarıyla bu sonuca yol açarken olumsuzluklar gitgide derinleşiyordu. Baskınlar baskınları takip ediyor, operasyon yaygınlaşıyordu. Ele geçen örgütsel yayınlarla askeri malzemelerin yoğunluğu büyük bir sansasyon yaratmıştı. 

Operasyonlarda Mersin-Ankara güzergahı 

Silifke'nin devamı  olarak, Mersin bölgesinde sorumlu düzeydeki, yeni evli, iki yoldaşımızın evleri basılıyor. Dönemin Belediye Başkanıyla hısım olan kız arkadaşımızın ailesi; çocuklarının siyasetle uğraşmadıklarını, İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş'in Ankara'daki bir yakınlarının düğününe "davetli" oldukları için Ankara'ya gittiklerini dile getiriyor. Ev tarumar edildikten sonra, Ankara Emniyet Müdürlüğüne telefon edildiği, şehre giriş yollarının tutulduğu ve yoldaşlarımızın adlarının verildiğini ve peşisıra Ankara'nın girişinde yapılan çevirmede ertesi sabah iki yoldaşımızın da gözaltına alındığını sonradan öğrenmiş olduk. 

İçişleri Bakanının yakını olan birinin düğününe "davetli" oldukları söylemi, Ankara Emniyet Müdürlüğünde yoldaşlarımıza karşı polislerin bir anlamda mesafeli davranmalarına yol açmış. Yoksa Hanefi Avcı'nın " ...bir askerin, hem de general rütbesindeki bir kişinin düğünü için bu iki terörist kız ve oğlanın Ankara gittiğini öğrendik. (...)hemen Ankara Emniyetine o zamanki kısıtlı imkanlarla telefonla bilgi verildi, mesaj çekildi." Türünden açıklamaları fanteziden öte bir anlam içermiyor. Yoldaşlarımız Ankara'dan Mersin'e, içinde Hanefi Avcı'nın da yer aldığı özel bir ekiple getirilir. 

Sorgulama süreci 

Yoldaşlarımızın hep bir araya getirildiği sorgu sürecinin merkezini, Soğuksu Karakolu diye bilinen işkence merkezi belirliyordu. Sorgularda insan çığlıklarının komşu çevreler tarafından duyulmasının şikayetle dile getirildiği bu merkez, özellikle Mersin ve çevresinde devrimci kamuoyunun yakından bildiği, tanıdığı bir yerdi. Dönemin çeşitli devrimci yayın organlarında da işkence şikayetlerine hedef olan bu merkeze karşı, yoldaşlarımız süreç içerisinde gereken uyarıları Acilci tarzda yapmışlardır. 

Sorguda açığa  çıkan belgeler, eylem bildirileri, yüzleştirmeler, teşhisler birbirini takip ediyor. Yörede ne kadar faili meçhul kalmış eylem var ise (siyasi olsun, olmasın) yoldaşların hanesine yazılıyordu. Hatta ilginçtir, Şubat 1979'da cezaevinde olduğu halde o dönem ait birçok eylemde yer almış gibi gösterilen bir yoldaşımız da vardı.  

Hanefi Avcı'nın da içinde bulunduğu ekip, yoldaşlarımızı basın mensuplarının karşısına çıkararak;"İşte Başkomiserimizi vuranlar, Ağır Ceza Reisine saldıran teröristler, Gardiyan arkadaşımızı kurşunlayanlar, Banka soyguncuları, Ülkü Ocaklarını bombalayanlar..." vs. vs. diyerek elde ettikleri askeri malzemelerle örgütsel dökümanları teşhir ediyorlardı. Örgütümüz hakkında manşet haberler her tarafta yayınlanmış, iki yoldaşımız şehit, beş yoldaşımız da esir düşmüştü. 


Operasyonların Antakya süreci  

Bu olaylar yaşanırken illegaliteye uygun alınması gereken tüm  önlemler, değişik çalışma alanlarında derhal hayata geçirilmişti. Temmuz 1979. Alt ilişkiler, örgütsel yayınlar, askeri malzemelerin konumu, adresler tümden koruma altına alınmıştı. Bu çalışmaya ek, deşifre olmamış, ismi ve adresi bilinmeyen bir kişi olarak her türlü ihtiyatı da almış durumdaydım. Önümde iki seçenek vardı ya tamamıyla bölge dışına çıkmak ya da deşifre olmamış legal görüntü altında illegal faaliyete devam etmek. O dönem genel sorumlum durumundaki yoldaşımla süreci değerlendirdik ve operasyonların basına yansımış olmasına paralel, aradan iki gün geçmesine rağmen, kod adıyla dahi açığa çıkmamış olmanın itimiyle, ikinci seçenekte karar kaldık. 

Ancak ihanete dağlar dayanmazdı.  Üniversite kapısında bekleyen bir öğrenci görüntüsüyle legal, örgüt adına çalıştırmakta olduğum bir iş yerimiz vardı. Geçmiş dönemde bölgeye malzeme almak için gelen bir yoldaşın, beraberinde getirdiği diğer yoldaşın işgüzarlığına muhatap kalması, kiminle görüşeceğini bildirmemesinin tetiklediği merak duygularıyla, yoldaşın tüm önlemlerine ve iyi niyetine rağmen, kendisini takip ederek, geldiği ve malzemenin alındığı iş yerini bildiğini poliste dile getirmesi üzerine, operasyon Antakya'ya gizli bir şekilde yansıyor. 

Çalıştığım iş yerine gelen istihbarat şubesi elemanları beni bulamadıklarından, gerçek adımı da bilmediklerinden, yer sahibi amcayı (ki, bir sempatizanımızın babasıydı) sorgulayarak o ana kadar bilinmeyen aile evimize baskın düzenliyorlar. Ev en ince noktalarına kadar didik didik aranır, hiçbir şey çıkmaz. Annemin-babamın "Savcılıktan arama emriniz var mı? Ne oluyor, dağ başı mı burası" türünden sorularına istihbaratçıların küfürlerle karışık tehditlerini burada uzunca anlatmayacağım. Evimizde her devrimcinin gözaltına alınırken yaşanan kabusla yüz yüze kalınmıştı. Önümde Acilciler medresesinin bir talebesi olarak büyük bir imtihan beni bekliyordu. 

Gözaltı  sürecim  

"Bir iki konuda ifadesini alacağız, merak edilecek bir şey yok!" denilerek gözaltına alınmıştım.Yabancı plakalı Renault 12 marka bir taksiye bindirilerek önce Antakya Emniyet Müdürlüğüne getirildim. Yola çıktığımız andan itibaren telsiz mesajları "misafir yanımızda, her şey yolunda" tekerlemeleriyle devam etti. Antakya Emniyetinde bir süre bekletildikten sonra, arada bir sivil giyimli tanımadığım kimi şahıslar gelip bakıyordu "ya.. bumuymuş" gibi laflar edip kafa sallıyorlardı. Havanın kararmasıyla akşam saatlerinde Mersin'e doğru yola koyulduk. Yol boyunca çok hızlı gidiyor ve "misafir"le ilgili bilgi aktarımı bölge istasyonlarına telsiz mesajı olarak geçiyordu. Bir yandan ağızları kulaklarına varmış halleri ve diğer yandan ani olarak yanımızdan geçen bir araca karşı içine düştükleri tedirginlik, kendini hissettiriyordu. 

Adana'ya varmadan önce bir Bölge Trafik İstasyonunda mola verdiler. O andan itibaren gözlerim kapatıldı, yeni bir süreç başlıyordu. Mersin'e yaklaştığımız sırada bölgede yapılan operasyonlardan bahsetmeye başladılar, yakalanan yoldaşların kod adlarını söyleyerek bu şahısları tanıyıp tanımadığımı sordular. İstedikleri yönde cevap almadıklarından ilk kez arabanın içinde yumruklamaya,  birazdan cehennemde görüşeceğiz diyerek tehditler savurmaya, küfretmeye yöneldiler. Böylelikle Mersin Emniyet Müdürlüğüne bağlı işkence haneye, cehenneme yani Soğuksu Karakolu'na gelmiş olduk. "Misafir" ulaşmıştı. 

Sorgu sürecim ve Hanefi Avcı 

Gece yarısına yakın bir saatti. Karakolun girişinde, merdivenlerin hemen sonundaki orta koridorda, dışarıdan herkesin de rahatlıkla görebileceği bir pozisyonda duran cehennem zebanisi; adının "Oflu Hasan" lakabıyla bilinen, Emniyet Amirlerinden Hasan Yücesan olduğunu sonradan öğrendiğim kişiyle yanında duran Hanefi Avcı ve ekibi özel bir karşılama töreni hazırlamışlardı.  

"Oflu Hasan" elindeki bambu çubuğun kısa sürede parçalanmasına paralel, tüm ekibiyle birlikte burnundan soluyarak karga tulumba bir saldırı içerisinde her tarafımı kan revan içerisinde bırakmıştı."Hatay'dan gelen silahlar olmasaydı Başkomiserim Natık Karadeniz ölmemiş olacaktı" diyerek, süreçten beni sorumlu tutmaya çalışıyordu. Gece çok uzun sürecek, işkenceyle insanlık onuru ayaklar altına alınacaktı. O dönem en revaçta olan işkence kaba falakaydı. Manyetolu telefondan verilen elektrikle, ayak tabanına yakın yerlere sigara izmariti bastırmak işin bir diğer yanıydı. Omuz hizasından kolların bağlanabileceği tarzda bağlanan lata tahta polisin falaka işini, ayakların bağlanması açısından kolaylaştırıyor, ihtiyaç halinde iki dolap arasına T harfi gibi asmaya da yarıyordu. 

Gece boyu seanslar birbirini takip etti. Roller paylaşılmış, iyi polis kötü polis taktikleri uygulanıyordu. Yüzleştirmede karşıma geçip "Konuş kardeşim konuş başka çaren yok" önerisi yapan arkadaşlardan tutun da, Hanefi  Avcı'nın; "Açın şunun yüzünü nasıl olsa bunlar idam edilecekler" yönündeki bağırmasıyla kendini tanıtması olayı halen kulaklarımı çınlatıyor. Gözümdeki bant çıkarılmış, artık cellatlarımı tanıyordum. Başrollerde "Oflu Hasan ve Hanefi Avcı" vardı.

Sorguda eksik kalan bir şey vardı, operasyonlarda birçok şeyin açığa çıkmış olmasına rağmen; Antakya'dan kamulaştırma eylemine katılım yapan, eylem sonrası aktarımlarda görev üstlendiği iddia edilen kişilerin varlığıyla, alınan paraların ele geçirilmeyişi sorgucuları çılgına çeviriyordu. Yoldaşların bu sürece ilişkin ifadeleri şu ya da bu şekilde sorumluluğu tümüyle sırtıma yüklerken, ağır bir ithamla karşı karşı kalmış, birden bire sorgunun tamamlanmasında kilit bir role bürünmüştüm.  

Günler çok uzun geliyordu. Kısa sürede ayak tabanlarım patlamış, birçok yanım şişmişti. Soğuksu Karakolundaki işkence seansları dışında Cumhuriyet Karakolunun hücresine götürülüyordum. Hücre tabanı 25-30 cm. arası leş sularla doluydu. Zorunlu olarak içine sokulduğum bu alanda yaralı ayaklarım enfeksiyon kaparak üzerinde yürüyemez hale gelmiştim. Acılarını uzun süre cezaevinde de çektiğim bu süreci unutmam mümkün değil. 

Sorgulama devam ediyor, Hanefi Avcı  iyi polis rolünü oynayarak ayaklarıma merhem sürüyordu. Yüzleştirmelerde Banka memurları teşhis edemedikleri zaman celalleniyor, küfrediyordu. Memurlara dönerek "soygun olduğunda polis polis diye yırtınırsınız, birde size soyguncu beğendiremiyoruz" diyerek hakaretlerde bulunuyordu. Çifte standartlıydı. Şubede baş başa kaldığımızda iyi polis rolleriyle arada bir yeniden yaralarıma merhem sürerken, arkadaşları hakkında ileri geri konuşmaktan da geri kalmıyordu. Böylesi bir atmosfer içinde yalvar yakar bana yardımcı olmak istediğini, teşhisimin olmadığından ilk mahkemede beni tahliye ettirebilecek güce sahip olduğunu söyleyerek, Antakya'dan kendisine bir kişinin adıyla, bir hücre ev adresi vermemi istiyordu.  
Örgütüme ait bir kağıdı dahi polise teslim etmemiştim. Çok acılar çekmiş, yaralar içindeydim. Çektiğim acı ve ızdırabı bir başka yoldaşın sırtına yüklememek gibi bir duruş sahibi olarak polisin zorbalığına baş eğmemiş, direnmiş, alnımın akıyla imtihan vermiştim. Sınıfımı geçmiştim.  

Operasyonda ele geçen son kişi olmam itibariyle, arkamdan benim ifademe bağlı  olarak tek bir kişi dahi gelmemiştir. Bu bir ölçüttür. Acilciler medresesinde duruş sahibi olmanın onurlu bir ölçütüdür. 

Tutuklanma ve cezaevi süreci 

Sorgulama süresinin bitimine paralel mahkeme çıkarıldık. Hakim huzuruna çıplak, şişkin ve yaralı  ayaklarımla, yazlık sandallarımı  kelepçeli ellerimde tutarak çıkarıldım. Yürümekte zorlandığımdan için iki polis memuru koltuk altlarımdan beni tutmuş vaziyetteydiler. Hakimin oturduğu kürsüden adeta tehditkar bir tarzda aktardığı son cümlesi "...anayasayı tağyir ve ıskata yönelik silahlı eylemlerde bulunan yasadışı Acilciler örgütünde faaliyet göstermekten tutuklanmasına vicahen karar verilmiştir" sözü halen ezberimdedir. 

Mersin Kapalı  Cezaevi  

Kaygı  ve tedirginlik içinde cezaevine geldik. Zira bir süre önce cezaevlerindeki baskı ve teröre karşı uyarı eylemleri çerçevesinde örgütçe cezalandırılan bir gardiyanın arkadaşlarıyla muhatap olacaktık. Çok hassas bir süreçti. Kapıaltı denilen yerde kelepçelerimiz söküldü, cezaevinin içindeydik. Jandarmalar kapının yan tarafında, etrafımız bize hayret ve korkuyla bakan gardiyanlarla doluydu. Her an saldırı olabileceği ihtimalini düşünürken, çok nazik bir şekilde isimlerimizin başgardiyan tarafından yazılmak istenmesi talebi, içimizi bir hoş etmişti doğrusu. 

Cezaevi müdürü  geldiğinde hemen siyasi koğuşa alınmayı  istemiştik. İçeride boş koğuş olmadığından siyasilere ait ayrı bir yerin olmadığını söyleyerek geçici olarak bu geceliğine hücrede kalacağımızı ifade etti. Güvenliğimiz açısından(!) o geceyi yoldaşlarla birlikte hücrede geçirdik. Tuvaletleri içinde olan bu hücrede geceyi bizimle paylaşan "cardun" diye tabir edilen büyük lağım fareleri de vardı. Eski bir yolcu hanından derme çatma dönüşümlerle kullanılan ilkel bir cezaeviydi. 

Hücreye geçişimizden kısa bir süre sonra büyük bir tepsi dolusu değişik türden yemeğin önümüze getirildiğini gördük. Yanında gardiyanla birlikte tepsiyi getiren mahkum; "Selahattin abimizin selamı var, geçmiş olsun, ellerinize sağlık diyor" mesajını iletti. Bu tür jestlerin ne anlama geldiğini başlangıçta bilmiyorduk, teşekkür ettik. Sonradan öğrendik ki, Selahattin abisi o dönem basında "7 kişinin katili Tarsus Canavarı Selahattin" diye geçen bir kabadayının adıymış. Başkomiser Natık Karadeniz'den yoğun işkence gördüğünden bu jesti yapmış bize. Buna benzer jestler değişik isimlerin sunumuyla birbirini takip etti. O dönem Soğuksu Karakolundan geçip de üzerinde işkence yarası taşımayan insan yok gibiydi. 

Cezaevi süreci yeni bir medreseydi, burada da devrimci bir duruş  sergilemek boynumuzun borcuydu. Ertesi gün  Kapalı diye tabir edilen koğuşa verildik. Farklı koğuşlarda bulunan değişik örgütlerden insanlar (MLSPB-Kurtuluş-Dev-Yol-UKO) geçmiş olsuna geldiler. Derhal bağımsız siyasi kimliğimizin ifadesi olarak kendimize ait bir sol-siyasi koğuş kurmamız gerektiği kararını alarak bunu idareye bildirdik. İdare şok olmuştu, daha dün bir bugün iki hesabı. Boş koğuşumuz yok cevabı verildiğinde, içinde ranzası olmayan "mescit" diye belirlenen yere geçerek orasını siyasilerin koğuşu haline getirdik.  

Devrimci tutuklular olarak farklılığımız kendini hissettiriyor, adli mahkum ve tutuklular arasında ayrı bir saygınlık kazanıyorduk. Koğuşlardaki feodal ağalığa, cezaevi idaresiyle oluşturulan rant ilişkilerine son vererek insanlar arasında kardeşliği, paylaşmayı esas kılma yönünde çaba gösterilmesini öne çıkarıyorduk. Süreçte çıkarları bozulan kimi çevrelerin birbirlerine girmesiyle yaşanan olaylarda çıkan iki isyana yön vermemiz gerekti. Varlığımız çıkar çevrelerini rahatsız ediyor, cezaevi idaresi de her an kaçabilirler kaygısını Adalet Bakanlığına rapor ediyordu. Kısa bir süre sonra Eylül 1979'da Ankara Ulucanlar Merkez Kapalı Cezaevine sürgünümüz çıkmıştı. 

Ankara Merkez Kapalı  Cezaevi ve Hanefi Avcı  


Ankara cezaevi bölgenin potansiyeli itibariyle iki ayrı bölüme ayrılmış vaziyetteydi. Cezaevine ulaştığımız andan itibaren devrimcilerin kaldığı sol siyasi bölümün 4. Koğuşuna yerleştirildik. Sağlık problemlerim devam etmekte olduğundan doğru düzgün yürüyemez haldeydim. Ayaklarımdaki yaralar enfekte olmuştu. Mersin cezaevinde idareye Hastaneye gitmem gerektiği yönünde verdiğim tüm dilekçelere güvenlik gerekçesiyle ret cevabı verilerek, ayaklarımın tedavisi revirde ilkel pansumanla geçiştiriliyordu. 

Ankara'da Cumhuriyet Savcılığına resmi bir başvuruyla hem tedavimin yapılması, hem de işkenceciler hakkında davacı olduğumu bildiren talebimi cezaevi idaresi kanalıyla ilettim. Önce Adli Tabipliğe, ardından Numune Hastanesinde heyet kontrolüne havale edildim. Aradan geçen zamana rağmen işkence dolayısıyla vücutta hasıl olan izlerin doktor raporuyla tespit edilerek tedavimin yapılması hukuki durumumu güçlü kılıyordu. Bu rapor önemliydi. 

Emniyet Amiri Hasan Yücesan (Oflu Hasan), Hanefi Avcı, Hasan Sarı  ve şu an adını hatırlayamadığım 4. Şahıs polis memuru aleyhine işkence yaptıkları  yönünde şikayette bulunarak ceza mahkemesinde davacı  oldum. Bu olay tarih karşısında, yaşam hakkının kutsiyeti üzerine hukukun savunulması anlamında işkenceye karşı bir duruşun da ifadesiydi. Bir çok arkadaşın "ya boş ver bundan ne çıkar" demesine aldırmadan, en azından tarihe bir belge olarak geçmesi için mahkemeye gittim ifademi verdim. Elimdeki belgeler önemliydi, güven vericiydi. Ne var ki ifademi alan Savcı, "bu iddianı ispatlayacak görgü şahidin varmı" diye sırıtarak soru sorunca, dosyadaki Adli Tıp raporuyla heyetin onayladığı belgeyi hatırlattım. Savcı yine gülmüştü. Dosya sümen altı edilmiş bir daha mahkemeye dahi çağrılmamıştım.  

Kendi yargılandığım dava dosyası  için bile tutuklandığım tarihten sonra  3,5 yıl boyunca bir kez dahi mahkemeye çıkarılmamış, zindandan zindana sürgünleri yaşamıştım. Ta ki, 1982'nin sonlarında Adana Köprüköy Askeri Cezaevinden Sıkıyönetim Askeri Mahkemesine çıkarıldığımda delil yetersizliğinden tahliye edilene kadar. Ardından yine serbest bırakılmayarak, Siyasi Şubenin talebi doğrultusunda, tamamen keyfi gerekçelerle, Cunta koşullarında Adana Köprüköy Askeri Cezaevinden alınıp, yeni iddialarla Adana-İskenderun ve Antakya Emniyet Müdürlüklerinde 55 gün boyunca, geçmişten çok daha farklı bir düzeyde işkencelere maruz kalarak, sorguya çekilmiş, özgür olmaksızın, yine peşimden hiç kimseyi getirmeksizin ve yine örgütün hiçbir şeyini teslim etmeden (ki, bu bir ölçüttü) yeniden tutuklanıp, İskenderun-Akçay Askeri Cezaevi cehennemine atılarak, 6 ay sürede orada geçirmiştim.
 
Sonuç 

Hanefi Avcı  ve benzerleri vicdanlarının sesini dinleyerek bu ülkenin yararı için sözüm ona timsah gözyaşları döküyorlar. Unutulmamalıdır ki onlar, tarih nezdinde eli kanlı bir sanıktır, bir cellat ve bir dönemin tanığıdır aynı zamanda. Gerek devrimci demokratik etkinliklere ve gerekse de Kürt özgürlük hareketinin imhasına yönelik çabalarda akıttıkları kanın hesabını vermekle yükümlüdürler. Bu anlamda; halkımız, demokrasi güçleri, Kürt özgürlük hareketi bu sürecin hesabı sorma hakkına sahiptir. 
Bizler doğrularımızın arkasında durmayı, onurlu, mütevazi devrimci yaşantımızı işkence tezgahlarında, zindanlarda ve mültecilik yıllarımızda halklarımızın özgür ve demokratik bir ortamda yaşayacağı güne kadar savunmayı kendimize ahdetmiş insanlarız. Örgütümüz bu idealler içinde halkımıza layık olmaya çaba gösteriyor, derin devletin paralı çömezlerine, devrimci harekette bulanıklık yaratmak isteyen bölücü milliyetçilere, işbirlikçi itirafçılara karşı birlik halinde bayrak açarak sabırla mücadele ediyor.  

Demokrasi mücadelesi doğruların dile getirilmesinde haklının yanında yer almayı gerektirir. Bu yer alışta sonuç alacağımıza inancımız tamdır. Sabırlıyız, haklıyız ve kazanıp halk düşmanlarından hesap soracağız.
 
 


 

CEVDET KILIÇ YOLDAŞ (CAFER) MÜCADELEMİZDE YAŞIYOR


24 Eylül 1998 genç yaşta aramızdan ayrıldı. 36’sındaydı ömrün, sessiz sitemsiz özverilerle demokrasi mücadelesinde, Filistin halkıyla dayanışmada görevini yerine getirdi. Antaka/ Ayn Camus köyünün ülkemiz devrimci hareketine kazandırdığı onlarca militan ve kadrodan biriydi. Bu köyde ekilen devrimci  emekler her alanda ve her düzeyde sonuçlar verdi. Cevdet Kılıç yoldaş bunlardan biriydi. 
Fotoğraflar; Bassit, Parti Okulundan çıkan cenaze kortejini gösteriyor 24 eylül 1998.  

ALİ BABASININ YOLUNDA

Ali, Cevdet Kılıç (Cafer) yoldaşın oğlu, babasının yolunda, şehit yoldaşlar arasında elinde babasının fotoğrafıyla, mücadeleye devam diyor…

 Mihrac Ural
24 Eylül 2010
Alttaki fotoğraf lise çağında Cevdet Kılıç yoldaşın oğlu Ali’yi gösteriyor. Babası vefat ettiğinde Küçücük bir çocuktu. Yoldaşımın oğlu, benim oğlum; evimde, çocuklarımla birlikte büyüyor. Liseye geldi. Pırıl pırıl bir genç, babasının mücadele yolunda olma çabasıyla, daha da yüksek okullar okuyarak yoluna devam edecek. Bu benim boynunun borcu, örgütümün yoldaşlarımın yükümlülüğüdür.
Zoru paylaşa paylaşa, geldik bu güne. Zorulklardan geçerek, ülkemiz ve halkımız için hiçbir özveriden kaçınmadan geldik bu güne. Kirlilikle  mücadele ettik, ailelerimizi de çocuklarımızı da bu yolda mücadele için eğittik. Dünümüz ne ise yarınımız da aynı yolda daha da güçlü olması için emek verdik. Sonuçları da burada.
Cevdat Kılıç yoldaş’ın anısı gibi, tüm yoldaşların anısını geride bıraktıkları değerleri koruduk, bunu ilke edindik. Mücadeleye katmak için eğittik, görevimizi hakkıyla yerine getirdik. Cafer yoldaş sen rahat uyu, biz buradayız…