9 Haz 2010

GÜVENLİK DOKTRİNİ

TÜRKİYE - İSRAİL
GÜVENLİK DOKTRİNİ
Mihrac Ural
5 Haziran 2010
Bütün mesele yerli olmamaktır. Yerli olmak için emek ve çaba sarf etmemektir; yanlış konumlanışı, tarihle yüzleşerek doğru bir konumlanışa çevirememektir, farklılıklarla demokratik ve adil bir ilişkiye girmeyi reddetmektir.
Güvenlik doktrinini şiddet üzerine inşa etmek, çözülebilir sorunlara kendini esir etmektir. Üzerinde hüküm sürülen toprakları tanımayanların, bu toprakları tarihte ilk kez yaşama açıp onu anavatan eden, medeniyet kurup, bu güne kadar her türden asimilasyona karşı direnerek gelenlerin demokratik haklarını tanımama hatası üzerinden oluşan güvenlik doktrinleri iflasa mahkumdur. İsrail tas tamam böylesi bir algıyla güvenlik doktrini oluşturmuştur ve bu nedenle onun için her farklılık basit bir davranış olsa da düşmandır. Ülkemizdeki egemen güvenlik algıları da bundan hiç de farklı değildir.
Bölge ve insanlık vicdanını büyük muhasebelere sevk eden İsrail barbarlığı, Türkiye halklarını da derinden etkiledi. Birikimler ve yönelimlerdeki arayışlar Türkiye’yi zorunlu olarak İsrail çemberinden uzak durmaya yöneltti. Bu gün ABD’nin, İran’a karşı, İsrail’in olası bir provokasyonu ardından sürüklenmek durumunda olacağı bir savaş kaygısıyla İsrail’i sırtında yük olarak gördüğünü göz önüne getirdiğimizde, Türkiye’nin bölgede bir varlık olma yolunun, İsrail’e karşı alacağı tutumlardan geçtiğini daha iyi anlamış oluruz.
Tam bu noktada Türkiye İsrail ilişkisinin, yarım asırlık uyumunun bozulduğunu görmek yerinde bir gözlemdir. 31 Mayıs 2010 “Mavi Marmara” insani yardım konvoyu gemisine İsrail’in yaptığı silahlı baskın ve katledilen çoğunluğu Türkiye vatandaşı 9 kişinin yarattığı özgün durum ise, bu sürecin son halkasıdır. Bütün bunlara karşın, iki ülkenin devam eden güvenlik doktrini paydasındaki ortak algılarının değiştiği anlamına gelmiyor.
İki ülke aynı güvenlik yönelimleriyle içte ve dışta düşman diye gördüğü vehimlerin tedirginliğiyle yaşamaktadır. Tüm sorunlarını bu akılla çözmeye, güvenlik sorunu adı altında silahlı şiddet yöntemiyle yok edebileceği sanısına kapılmaktadır. Ülkemizde de egemen algılar bundan farklı değildir; İsrail’le Türkiye’yi yarım asırdır ortak kirli amaç etrafında tutan ilişkiler, kaosların, handikapların, macera ve düşmanlıkların üreticisi olan aynı güvenlik doktrininin ürünüdür.
İsrail güvenlik doktrini algılarınca da çok iyi bilinir ki, Siyonist İsrail devleti, bin kez zafer kazansa da bir kez kaybedince her şeyi kaybedecek, bölgemizin en tarihsiz, en yapay devletidir.
Ülkemizi bu algılardan uzak tutarak,  demokratik haklarımızı kazanarak, barış içinde birlikte yaşamımıza güç vermeliyiz.
***
Her ülkenin kendine özgü bir güvenlik doktrini bulunur.
Bunu şekillendiren tarihi, sosyal ekonomik jeo-stratejik birçok nedenden söz edilebilir.
Örneğin ABD, düşman ilan ettiği gücü yerinde tasfiye etmek üzerine, her türden şiddet aracını mubah gören ve bunu tüm dünyaya dayatan bir anlayışla güvenlik sorununu çözmeye yönelir. ABD’nin güvenlik doktrininde, düşman uzakta, olduğu yerde tutulmalı ve mücadele sahası dış alanlarda olmalıdır. Bu nedenle iç alanlara kadar gelmiş olan düşmana karşı akıl almaz risklerle mücadele pervasızlığı gösterir; 11 Eylül saldırılarına karşı, Afganistan, Irak işgalleri, Lübnan savaşı ve bir çok ülkenin başkentlerinin bombalanması dahil işgal, suikast (Lübnan Başbakanı Refik El Hariri’nin öldürülmesi) vb.  “yaratıcı anarşi” diye tanımladıkları yöntemlere baş vurulur.
ABD, bu güvenlik doktrinini, Amerika’nın yerli halkı Kızılderilileri yok ettikten sonra yani iç düşman ilan ettiği yerli halkı tasfiye ettikten sonra, dıştan gelebilecek tehlikeleri engelleme adına oluşturduğu iddiasındadır.
Güvenlik doktrinlerini genel olarak iki farklı algıya dayandırmak mümkündür. Birincisi; iç ve dış sorunların çözümünde diyalogu, hak eşitliğini, barışı temel alan güvenlik doktrinleri. İkincisi; iç ve dış sorunları güç üstünlüğüyle, silahlı şiddet, orantısız güç kullanımı, kesintisiz baskı uygulamalarıyla, düşman ilan edilen kesimlere nefes aldırmaksızın saldırıyı temel alan güvenlik doktrini.
Birincisi; Ekonomik açıdan olduğu kadar, üzerinde yaşanan ve hüküm sürülen topraklarda köklü olmaya, yerli ve orijinal olmaya bağlı olarak şekillenen güvenlik doktrinini ifade eder. Bu aynı zamanda, siyasi tarih serüveninde, demokrasinin dengeli gelişmiş olmasına, içte kendi vatandaşlarıyla, dışta komşularıyla temel sorunlarını çözmüş olmasına da bağlıdır. Farklılıklarına ve bundan kaynaklanan sorunlarına demokratik yol ve diyalogla yaklaşarak, barışçıl temelde çözüm arayan yaklaşımlar bu türdendir.
İkincisi; ekonomik açıdan güçlü olunsa da olunmasa da bulunduğu hükümranlık alanında orijinal olmayan, gelişmelerini dengeleriyle olgunlaştırmayan, iç sorunlarını içselleştirme gücünde olmayan, dış sorunlarını her boyutta yaşamsal bir tehlike olarak algılama durumuna düşenler, güvenlik doktrinlerini şiddet ve daha çok silahlı şiddet üzerinden kurgularlar. Bu algıda şiddet, gayri meşru yöntemler, saldırganlık, istila, işgal, darbe, suikast, vb. yöntemler, güvenlik doktrinin de temel araçları olurlar.
Bölgemizde gündeme gelen gelişmeler dikkatleri bir kez daha, güvenlik doktrinleri üzerine çekerken Türkiye-İsrail ilişkilerinde güvenlik algısı karşılaştırması da önem kazanmış bulunmaktadır.
İki ülkenin tarih serüveni, makalemizin konusu açısından önemli bir referanstır.

ÜLKEMİZİN GÜVENLİK DOKTRİNİ

Bilindiği gibi, Türkiye Cumhuriyeti devleti oluşturulurken, Osmanlıdan farklı bir planla kurulduğu iddiasındaydı. Yurtta Sulh, Cihanda Sulh ilkesiyle yola koyulmuştu. Zira Osmanlının tarihi kanlı bir istila, tekrar ede duran bir iç ve dış fetih süreciydi. Hükmü altındaki topraklara emek vermeden, onu geçici vatan kabul ederek, başka milletlerin emekleriyle ürettiği değerleri, servetleri, toprakları gasp süreci idi. Bu yönelim kendine özgü bir akıl sistemi yaratmıştı; Osmanlı aklı.
Osmanlı aklı, yaşamın üretilmesini bitip tükenmez iç ve dış fetihler üzerine kılıç hakkıyla kazanma adı altında bir kanlı şiddete dayalı olarak görüyordu. Cumhuriyet farklı bir planla kurulduğu iddiasında olmasına karşın bu aklın hükmü altından kurtulamamıştı. Kuruluş sırasında, yani en güçsüz olduğu bir kesitte bile, iç fetih politikasından vazgeçmemişti. Kürtlerin hak taleplerini acımasızca ve kanlı biçimde bastırmıştı; Koçgiri isyanı ve sonuçları bunu gösteriyor (1921). Ardından Şeyh Sait ve Dersim gelmiştir. Bunları; Kilikya Ermenilerinin sürgünü, Hatay’ın ilhakı,  azınlıklara karşı 6-7 Eylül 1955 olayları, 27 Mayıs darbesinin ardından dayatılan Kürt sürgünleri takip etmiştir.
Cumhuriyet, en zayıf kesitlerinde farklılıklarını, iç sorunlarını şiddet, silahlı şiddet dışında bir yöntem kullanma gereği görmeden bastırmaya, yok etmeye çalışmıştır. Hasta adam, kendini nispeten iyi hissedince de, sınır dışı operasyonlarda en anlamlı ifadesini bulan, Kıbrıs işgaliyle de sıçrama yapan güvenlik algılarının tüm yönleriyle şiddet üzerine şekillenmiş olduğunu göstermiştir.
Cumhuriyeti tedirgin dengelerin esiri olarak böylesi yönelimlere sevk eden, elbette ki yönetimlerin kötü niyeti olarak tek başına ele alınacak konular değildir. Tersine bu bilinci şekillendiren dengesiz konumlanış ve sürdürülme çabası verilen nesnel yapıdır.
Cumhuriyet, Osmanlının devamıdır. Bu devamlılık kılıç hakkıyla elde edilmiş topraklarda yerli olmamanın, orijinal olmak için bin yılı aşkın süreye rağmen, emek vermemenin hakim ile mahkum arasında açtığı onarılmaz uçurumları ifade eder. Bu ise, yaşamı sürdürme tarzında da üretime dayalı olmaktan çok; gaspa, istilaya, içte ve dışta her farklılığı düşman görmeye kadar götürür. Nitekim Osmanlı ve onun ardısı Cumhuriyet bu algıların üzerinde şekillenmiştir. Cumhuriyetteki Osmanlı tas tamam budur; “Türkün Türk’ten başka dostu yoktur” söyleminin bilinçaltında böylesi bir zorlama bulunmaktadır.
Bu algı gerçekçi bir anavatan üzerinde yerli olmamanın tetiklediği bir algıdır. Fetih topraklarıdır bunlar. Üzerinde emek vermiş, doğal alanları yaşama ilk kez açarak, anavatan haline getirmiş halkların yaşadığı topraklardır bunlar. Böylesine medenileşmiş, üzerinde yaşam süren toprakları istila ederek ve bununla yetinmeyip emek katmadan sür git talanlarla gasp ederek hüküm altında tutmanın sonucu budur; hırsız tedirginliği sendromudur bu.
Cumhuriyet, kuruluşuyla birlikte içine düştüğü bir handikapla tek uluslu bir örgütlenmeye gitmiştir. Çok etnik yapılı, tarihi uygarlıklar kurmuş ve yaşamını kararlılıkla bu güne getirmiş halkların yaşadığı topraklarda tek boyutlu dayatma kaçınılmaz olarak gerginlik nedenidir. Osmanlıdan farklı bir yapıyla kurulduğu iddiasına karşın, Osmanlıdan devraldığı yapıyı aynıyla devam ettirmekle kalmayıp bunun üzerine tek ulusçu bir devlet kuruluşuna girişmek, Osmanlı kadar ve daha fazla iç ve dış sorunların kaosunda boğulmak demektir. Nitekim Cumhuriyet içte farklılıklarıyla, dışta tüm komşularıyla sorunlu bir devlet olarak yaşam sürdürmüştür. Bu nedenle de kendini zayıf görmüş, emperyalist devletlerin bölge ve dünya siyasetlerinde kullanılan bir maşa haline dönüşmüştür; NATO üyesi olmak için Kore kardeş savaşında taraf olmak, Sovyetlerin kuşatılmasında, ABD üslerini topraklarında konuşlandırmasında, bölgedeki savaşlarda taraf olma da ülkemizin makus bir kaderi haline gelmiştir.  
Yaşadığı topraklar üzerinde yanlış konuşlanan her siyasal kurum (buna devletler de dahil) o toprağın gerçek değerleriyle (buna halklar da dahil), çatışma içinde olacaktır. Bu çatışma kaçınılmaz olarak, bir refleksle kendi yanlışları üzerine kurgulanan güvenlik doktrini oluşturacaktır. Cumhuriyetin güvenlik doktrini de böyle şekillenmiştir. Bu yüzden “yurtta sulh cihanda sulh” söylemi, güzel bir veciz söz olmaktan öteye gitmemiştir.
Anadolu birimizin değil hepimizin anavatanı olması gerekirken,  bu coğrafyayı farklılıkların adil, eşit ve kurucu ortaklığıyla demokratik olarak yapılandırmak yerine, tek millet, tek dil, tek bayrak adı altında haksız ve gaspçı edayla, kılıç hakkı dayatmasıyla hükümranlık altında tutmanın kaçınılmaz sonucu, her soruna güvenlik sorunu gözüyle yaklaşmayı getirmiştir. Bu da bitip tükenmez sorunların, kaos ve çatışmaların nedeni haline gelmiştir. Böylesi bir sonucun güvenlik algısı, iç ve dış düşmanla sür git savaş hali üzerinden biçimlenir. 200 yıldır süren Kürt isyanlarını, yok edilen Ermeni, Rum ve Süryani varlığını, üzerine ölü toprağı serili Türkiyeli Arap halkının acısını başka türlü izah etmek mümkün değildir.


İSRAİL’İN GÜVENLİK DOKTRİNİ

İsrail’e gelince; durumu hiçte bundan farklı değildir. İsrail’in “köksüz” bir devlet olmasıyla, Cumhuriyetin köklü bir devlet geleneğinden gelmiş olması hiçbir şeyi değiştirmiyor. Kaldı ki, unutmayın Cumhuriyet ile İsrail devleti arasında yalnızca 25 yıl fark var; İsrail 1948’de kuruldu, Cumhuriyet 1923’te. Devletler tarihinde bu fark bir hiçtir; her iki devletin de birer dünya savaşı sonrası oluştuğunu unutmamak gerek.
Cumhuriyeti Osmanlı’nın birebir devamı olarak algılayıp, köklü - köksüz olma iddialarında bulunmak ise ayrı bir handikap. Buna özürü kabahatinden büyük derler. Osmanlı çok etnik yapılı otokritik, teolojik, monarşik bir devlettir, Cumhuriyet ise tek uluslu bir vakıadır. Cumhuriyet, içindeki Osmanlıyla bir Osmanlı devamıdır, o da yanlış konuşlanmayı mutlak bir statü olarak sürdürme inadıdır, Osmanlı akıl egemenliğidir. Bu nedenle güvenlik algılarının benzer olması pek şaşırtıcı değildir.
İsrail, gaspçıdır. Avrupa’nın II. Dünya savaşındaki kefaretinin Filistin halkına ödetilmesinin bir ürünüdür. Siyonizm Nazi’dir, tas tamam bir emperyalist ideolojidir. Emperyalizmin ana yurdunda, bir siyasal yönelim, Yahudi emperyalist sermayenin ideolojik aracı olarak doğmuştur. Siyonizm, emperyalist kanlı pazar savaşında bir taraftır. Nazi ırkçılığı karşısında farklı bir ırkçılık olarak önce hezimete, sonra müttefik kuvvetlerle galibiyete ulaşmıştır. Bunun ödülünü de, devlet olarak bölgemizde konumlanarak almıştır; Avrupalı da bunu, bir kefaret ödemesi olarak desteklemiştir.
Siyonist İsrail devleti, Cumhuriyetten hiçte farklı olmayan bir yol ve yöntemle, iç düşman ilan ettiği yerli halkı, kitlesel imhaya girişmiştir, katletmiş, yakıp, yıkmıştır. Kan döke döke Filistin topraklarının % 78’ini ele geçirmiş ve ardından sınır dışı operasyonlara başlamıştır. Kürt isyanlarını ülke içinde kitlesel imhayla yok eden ülkemiz yönetiminin, son 25 yıldır sınır ötesi operasyonlarını da İsrail gibi kirli bir savaşla sürdürmesi, iki ülke arasındaki güvenlik algılarının benzerliğine önemli bir gönderme gibi durmaktadır.
Siyonist İsrail devleti, Filistin halkının anavatanı üzerinde, sonradan konumlandırılmıştır. Varlığını korumada daha çok demokrasi ve paylaşımcı olmak yerine; istilacı ve gaspçı olmanın kaçınılmaz yolu, her sorunu güvenlik gözüyle görmeye ve bunun sonucu olarak tüm sorunlarını silahlı şiddet gücüyle çözme anlayışı gündeme gelmektedir. Güvenlik doktrini böylece şekillenen Siyonist İsrail’in insanlığa meydan okuyan girişimleri, emperyalist çevrelerden aldığı destekle sürmüştür.
İsrail, BM’in almış olduğu 100’ü aşkın kararı elinin tersiyle iterek, içte ve dışta Filistinlileri katletmeye yönelme pervasızlığı, hırsız tedirginliği sendromu olarak belirmektedir. Kendine ait olmayan topraklarda gasp ettiğiyle yetinmeyip, yeni istilalar peşinde kanlı kıyım dayatmaları, Filistin halkını olduğu kadar, kendi halkını da savaş ortamına esir etmiştir. Savaşın İsrail açısından yaşamın yeniden üretilmesinde temel araç olması, bu anlayışın bir sonucudur.
Türkiye-İsrail ilişkilerini yarım asırdır uyumlu bir zeminde tutan da bu ortak güvenlik algısıdır. Düne kadar, ortak askeri tatbikatlar, hava sahalarında eğitim uçuşları, teknolojik alış veriş, askeri ihaleler, istihbarat paylaşımı, İran’a karşı olası askeri saldırı tatbikatları, 2007’de Türkiye’nin komşularıyla sorunlu hale gelmesini hedefleyen, İsrail savaş uçaklarının yakıt tankerlerinin ülkemiz toprakları üzerine bilinçli olarak terk edilmesi gibi, ciddi askeri sorun yaratma provokasyonları da bu sürece dahildir. İsrail ve Türkiye, bölgemizde yarım asırdır emperyalistlerin ileri iki karakolu olarak konumlanmıştır. Halklarına zulüm yapmış, komşularına ve doğaya acımasızca saldırmıştır.
İsrail sürekli olarak ipin ucunu kaçırıp insanlığa ve insanlık değerlerine saldırmaktan da çekinmemiştir. Kuruluşundan bu yana, bölgemizdeki tüm savaşları İsrail başlatmış ve provokasyonlarıyla çeşitli katliam ve suikastları organize etmiştir. İsrail, her şeyi kendine düşman ilan eden algılarıyla, güvenlik doktrinlerini de şekillendirmiştir.

YOL AYRIMI MI?
Buna rağmen dünya ve bölge değişiklikleri, Türkiye-İsrail arasında devam eden böylesine kirli ilişkiyi etkileyerek değiştirmeye başlamıştır. Derin devlet mantığı içinde şekillenen ilişkilerin çözülme sürecine girdiği gözlenmektedir. Çözülme, Gazze’ye giden yardım konvoyuna yapılan askeri baskın ve çoğunluğu Türkiye vatandaşı 9 kişinin ölmesiyle başlamadı. Bunun öncesi bir dizi gelişme daha olmuştu. Dawos’taki “One minute” tartışmasından da önce ortaya çıkan gelişmeler bulunmaktadır. Avrupa kapılarında sancılı bekleyişin altına ezilen Türkiye, yüz yıldır bölgeye kapalı ya da düşman siyasetle sürdürdüğü yanlışını, ulusal çıkarlarına daha uygun gördüğü bölge açılımıyla nispeten değiştirme eğilimi gösterdi. İslam Ülkeleri Konferansı Başkanlığına Suriye’nin katkısıyla, Türkiye vatandaşı İhsan Ekmeleddinoğlu getirildi. Karşılıklı ziyaretlerle, ekonomik anlaşma ve yakınlaşmalar, ardından vizelerin kaldırılmasıyla, Suriye Türkiye ilişkileri iyileşti. Mısır’ın bölgede oluşturduğu boşluğu Suriye’nin çabasıyla Türkiye’nin doldurması için ortaya konan çabalarla bölgede örnek bir komşuluk ilişki süreci açıldı. Ticari mübadele katlanarak arttı, gümrük tarifesi tavizleri karşılıklı olarak verildi, ekonomik hareketlenme sağlandı. Bu süreç, bölgede barış görüşmelerinde Türkiye’ye ilk kez rol oynama şansını getirdi. Kültürel, sanatsal, mübadeleler yoğunlaştı.
Tarihi boyunca Filistin davasına duyarlı olan Türkiye halkları, devletin etkinliğini de aşan sivil inisiyatiflerin doğuşuna yol açtı. Sivil kuruluşların aktivistleri, Filistin halkı için büyük çabalar vererek iki ülke arasındaki ilişkiye köprü oluşturdu. Dipten gelen bu dalga, halkın eğilimleri karşısında devletin politikasında yönlendirici etkiler yarattı.
Türkiye, bölgenin gerçek bir unsuru olma yönünde beliren politikalarla göründükçe, bölge halklarının talepleriyle uyumlu bir yöne döndükçe, İsrail; kuşkuculuğu, gerginliği, gaspçı ve istilacılığından kaynaklanan düşmanlık ve savaş üzerine kurulu güvenlik algılarıyla yüz yüze gelmektedir.
Bölgemizde İsrail’in başlattığı haksız savaşlar, kanlı operasyonlar ve suikastlar dünyada nefretle izlenmesine yol açmıştır. Bu girişimlerin son halkasında Lübnan ve Gazze savaşları bardağı taşıran son damla niteliğindeydi. İsrail’in Lübnan savaşı (12 Temmuz 2006), bölgemize ABD destekli Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) amacıyla dayatılmıştı. Bu savaş barışçıl ve ordusuz Lübnan’a karşı bir yıkım ve kıyım savaşıydı.
Afganistan’dan Irak’a, Kafkaslardan Akdeniz’e uzanan tüm bölgeyi denetim altına alacak “yeni bir çağın başlangıcı” olarak dayatılan Lübnan savaşı, İsrail’in ve tüm emperyalist güçlerin ağır bir yenilgi almasıyla noktalanmıştı.
Bölgemizin çağdaş tarihinin en önemli kırılması, emperyalist güçlerin ve onun maşası İsrail’in, bölgemizde ilk kez ağır bir yenilgiyle, hezimete uğraması, bu savaşta gerçekleşmişti. ABD ve İsrail planları ters yüz edildi. ABD, bu tarih itibariyle bölgemizden gerisin geriye dönen etkinlik çarkları altında ezilerek, bu güne gelindi.
 Lübnan savaşındaki ağır hezimetiyle İsrail, içte ciddi sarsıntılar yaşadı, kaygı ve gerginlikleri arttı. Bu sendromdan çıkmak üzere, rahat lokma bir zafer kazanmak adına acımasızca Gazze’de Filistin halkına savaş açtı (27 Aralık 2008-18 Nisan 2009); fosfor bombaları dahil, her türden insanlık dışı yöntemle, orantısız silahlı şiddet uygulayarak, kendini tatmin edecek, içe dönük mesaj olacak bir sonuç almak istedi. Ancak bunu da başaramadı. Gazze direndi ve başardı. Gazze ambargosu bu ağır yenilgi zincirinin karşısında bir İsrail refleksi olarak gündeme geldi.
İsrail güvenlik doktrini algılarınca da çok iyi bilinir ki, Siyonist İsrail devleti, bin kez zafer kazansa da bir kez kaybedince her şeyi kaybedecek, bölgemizin en tarihsiz, en yapay devletidir.
Bölge ve insanlık vicdanını büyük muhasebelere sevk eden İsrail barbarlığı, Türkiye halklarını da derinden etkiledi. Birikimler ve yönelimlerdeki arayışlar Türkiye’yi zorunlu olarak İsrail çemberinden uzak durmaya yöneltti Bu gün ABD’nin, İran’a karşı, İsrail’in olası bir provokasyonu ardından sürüklenmek durumunda olacağı bir savaş kaygısıyla İsrail’i sırtında yük olarak gördüğünü göz önüne getirdiğimizde, Türkiye’nin bölgede bir varlık olma yolunun, İsrail’e karşı alacağı tutumlardan geçtiğini daha iyi anlamış oluruz.
Tam bu noktada Türkiye İsrail ilişkisinin, yarım asırlık uyumunun bozulduğunu görmek yerinde bir gözlemdir. 31 Mayıs 2010 “Mavi Marmara” insani yardım konvoyu gemisine İsrail’in yaptığı silahlı baskın ve katlettiği çoğunluğu Türkiye vatandaşı 9 kişinin yarattığı özgün durum ise, bu sürecin son halkasıdır. Bütün bunlara karşın, iki ülkenin devam eden güvenlik doktrini paydasındaki ortak algılarının değiştiği anlamına gelmiyor.
İki ülke aynı güvenlik yönelimleriyle içte ve dışta düşman diye gördüğü vehimlerin tedirginliğiyle yaşamaktadır. Tüm sorunlarını bu akılla çözmeye, güvenlik sorunu adı altında silahlı şiddet yöntemiyle yok edebileceği sanısına kapılmaktadır. Ülkemizde de algılar bundan hiçte farklı değildir.
İsrail’in, Gazze’ye giden insani yardım konvoyuna karşı uluslar arası sularda gerçekleştirdiği operasyon ne ise; Şırnak’ın Cizre ilçesindeki BDP’nin barışçıl gösterilerinde, Türk Ordusunun sürdürdüğü kıyım ve operasyonların durdurulması talebiyle yaptığı eyleme karşı, gerçekleştirilen saldırı da aynı meşreptendir. Her farklı duruş bir düşmandır tezi İsrail için ne ise, Türkiye için de o olmaya devam ediyor.

SONUÇ:
Ülkemizde önemli değişim ve gelişmeler yaşanmaktadır. Bu değişimin ana halkası Kürt özgürlük hareketidir. Demokrasi mücadelesinde hepimiz adına gelişen bu süreç aynı zamanda halkımızın da etkin duruşlar sergilemesini gündeme getirmektedir. Bu süreç tarihi gerici siyasal iktidarın artık başıboş davranışlarına, darbeci faşist girişimlerine de önemli engeller oluşturmuştur. Bu bir kırılmadır.
Kırılma, Kürt özgürlük hareketinin başarılı çıkışıyla pekişme eğilimi göstermiştir. 29 Mart 2009 mahalli seçimlerinin ortaya koyduğu tabloda önemli mesafelerin kat edildiği görülmüştür. Geri dönüşü mümkün olmayan, demokrasi ve özgürlük süreci açıldıkça ortak ülkemizin güvenlik doktrininde de önemli değişimler gündeme gelecektir. Bu da Türkiye’nin İsrail’le farklılaşmasının zemini olacaktır. Irkçılığı, tekçi zihniyeti aşan Türkiye, ırkçılık batağında daha da dibe vuran İsrail’le yollarını ayırma durumunda olacaktır. Bu süreç başlamıştır ve geri dönüşü mümkün olmayan bir şekilde de ilerleyerek, halklarımızın mücadelesiyle derinleşecektir.
Bu gün, farklı bir sürecin eşiğinde olmamız ve bunu kalıcı hale getirmemiz buna bağlıdır. Bu gelişmelerin yoğunluğu altında, devletinde gerilemesi gerçekleştikçe, Türkiye’nin İsrail’le bir biçimde yüz yüze gelmesi kaçınılmaz olacaktır.
Ortak güvenlik doktrininin on yıllardır her iki ülkeyi emperyalistlerin bir uydusu haline getirmesi artık bir gerileme içindedir. Bu gerileme gerçekçi boyutlarıyla halkın talepleri yönünde ağırlığını koydukça, ülkemiz demokratikleşme yönünde gerçekçi dönüşümlere uğradıkça İsrail’le yüz yüze gelmesi kaçınılmaz olacaktır. 
Bölgeyle bütünleşen, bölge halklarının çıkar birliğiyle barışa hizmet sunan bir Türkiye’nin, İsrail engeliyle karşı karşıya kalması kaçınılmazdır. İktidarlar buna hazır olmasalar da, görsel duruşlarla zevahiri kurtarmaya çalışsalar da bu gidişin artık geri dönüşü yoktur. Bu da kendini farklılaşan güvenlik doktrinlerinde ifade edecektir.
Halkıyla barışık olan, farklılıklarının demokratik haklarını anayasal, yasal ve kurumsal olarak sağlayan demokratik bir ülke, sorunlarını güvenlik gözlükleriyle çözmeyi tarihe gömen bir ülkedir. Bunun için tarihle cesurca yüzleşmeye, güvenlik doktrinlerimizi değiştirmeye bölgemizle bütünleşerek dış güçlerin, yerli halklara karşı kıyım politikalarının önüne geçmeye çalışmalıyız.
Bu ülke birimizin değil, hepimizin olduğunu birbirimize yeniden kanıtladıkça ortak yaşamın barışçıl doktrinlerini de oluşturmak zor olmayacaktır. Bunun için, ülkemizin gerçek anlamda bir eksen değişikliğine ihtiyaç var. Bunu, devletin içinde bulunduğu statü bataklığında hiç bir iktidar elde edemese de, halklarımız ve gelecek nesiller bu süreci başarmaya muktedirdir.

THKP-C (Acilciler) Basın açıklaması no:16

THKP-C(Acilciler) Basın Açıklaması
6 Haziran 2010 / No: 16
SİYONİST İSRAİL  
BÖLGE VE DÜNYA BARIŞINA BİR TEHDİTTİR

Bölgemizin bütün savaşlarını Siyonistler başlattı. Bunun öylesi akıl zorlaması gerekçelerle yaptılar ki, insanı, doğayı katletmek İsrail için bir tür inanç haline gelmiştir.
Bölgeyi düşmanlar ringine çeviren yönelim, İsrail’in güvenlik algı ve güvenlik doktriniyle yakından ilgilidir. Siyonistlerin güvenlik doktrini, her şeyi düşman görmek üzerine kurulmuştur. Çünkü siyasal erkleri, başka milletlerin toprakları üzerinde kurulmuştur. kendilerine ait olmayan toprakları istila ederek devlet kuranların korku ve kaygılar üzerine bindirilmiş yaşamlarında, farklılıkları hazmetmeleri, demokratik olmalarının mümkünü yoktur.
Siyonist devletin üzerine kurulduğu topraklar Filistin topraklarıdır. II. Dünya savaşında Yahudi halkının uğradığı kıyımın bir kefareti olarak batılı güçlerce bölgemize oturtulan bu devlet, tarihsiz bir devletti. Bu devletin dün gibi bu gün de varlığı, başka varlıkların konjonktürsel konumlarına bağlıydı; bunlar İngiltere’sinden ABD’sine uzanan emperyalist güçlerdi. Bölgedeki çıkarlarının ileri karakolu olarak Siyonist İsrail devletine destek veren emperyalist ülkeler, aynı zamanda İsrail’in Nazi yöntemleriyle sürdürdüğü ırkçı, yayılmacı, istila ve gaspçı tutumlarının da kışkırtıcısı konumundadırlar.
Kendine ait olmayan topraklarda hüküm sürmek, gerginliğin ve korkuların baskısı altında yaşamı ikame etmek, yalnızca düşmanlık ve savaş üzerine kurulu dengelerle mümkündür. İsrail’in güvenlik doktrini bu temel üzerinde yükselmektedir. Bu algılarla bölgede savaş halinde olmadığı bir komşu, kıyım ve yıkıma uğramayan bir halk yoktur. İsrail açısından bölgemizin her farklı varlığı bir düşman cephesidir.
İsrail devleti adı altında bir hükümranlık kazanan Siyonizm, bir emperyalist kültürdür ve bu kültürün anavatanında üremiştir. Bölgemize II. Dünya savaşının bir kefareti olarak yerleşirken beraberinde emperyalizmin her türden insanlık karşıtı ilişkisini de getirmiştir; savaş, yayılma, işgal istila, suikast, yıkım ve kıyım. II. Dünya savaşının en tecrübeli Siyonist askerleri, İsrail devleti ordusunu oluşturmuş ve ikinci dünya savaşı artığı silahlarla donatmıştır. Kuruluşuyla birlikte bölgemizin güç dengesini alt üst eden bu adım, bölge ve dünya barışına indirilen ağır bir darbe olarak belirmiştir.
Siyonizm bu gün İsrail devleti adıyla vardığı yer Nazizm’dir; ırkçılık Güney Afrika Apartheid yönetimini de aşmıştır.
Siyonist İsrail, eli kanlı bir korsan devlettir, terörizmi, resmi bir devlet politikası olarak ikame eden dünyanın ilk ve tek pervasız yönetimidir; yeryüzünde, kirli amaçlarla işlediği suikastları muhalefetiyle ve iktidarıyla, üst yönetimde oy usulü karar bağlayan bir başka devlet yoktur.
Siyonizm’in bölgemizdeki ortakları İran şahı ve gerici Türkiye yönetimleridir. Yarım asır bölge halklarına karşı düşmanlık üzerine kurulu ortaklıkları İran devrimiyle bozulmuştur. Ülkemizde demokratik arayışlar, halkın etkin özgürlük ve demokrasi mücadelesi yükseldikçe bu kirli ortak süreç değişmeye yüz tutmuştur.
Ülkemizle İsrail arasında kopuş hala köklü değildir. Ancak önemlidir. Aynı güvenlik doktriniyle gidilemeyeceğini gören ve halklarımızın demokratik baskısı altında eksen kaydırma zorunda olduğunu gören devlet bölgemizle bir bütünleşme içine girerek bölge barışına önemli katkılar da sunmaktadır. Sorunlarını demokratik adımlarla aşmaya yönelen Türkiye, her adımında İsrail’in güvenlik doktriniyle yüz yüze kaldığı görülecektir. Bu ise bölge halklarının gerçek çıkarlarına bir adım daha yakın olmaktır.
Mavi Marmara gemisine yapılan baskın ve 9 Türk vatandaşın hunharca öldürülmesi, İsrail’in komşuluk ve dostluk ilişkisinde nasıl bir, sığlık içinde, tek boyutlu bakışa müptela olduğunu yeterince göstermiştir. Gazze’ye insani yardım konvoyunun uluslararası sularda maruz kaldığı İsrail korsanlığı, Türkiye- İsrail arasında gerçek anlamda bir yol ayrımı olarak belirmiştir. Devlet düzeyinde ciddi değişimler belirmese de halkın vicdanında bir kez daha düzelmesi mümkün olmayan biçimde bir kırılma olarak belirmiştir.
Halkımızın demokratik kanaatleri siyasal bir duruşa yöneldikçe, ülkemiz bölge barışına daha etkin bir tarzda katkı yapmaktadır. Bu ise, İsrail’le yarım asırdır sürmekte olan kirli ortaklığa son veriyor.
Ülkemiz ve bölgemizde her sorumlu tutum, bu ayrımı köklüce derinleştirmeyi gerektiriyor. Bu aynı zamanda, Yahudi halkını esir almış ırkçı Siyonist siyasetleri de mahkum ediyor. Siyonizm bu yanıyla barışçıl yaşam arzusu içinde olan Yahudi halkının da çıkarına olan bir yönelimdir. Bu süreçte atılacak her adım, ülkemizin iç barışı, bölgemiz ve dünya barışı için de sorumluca bir katkıdır.
Örgütümüz THKP-C(Acilciler) Siyonist İsrail devletinin deniz korsanlığını ve katliam girişimlerini şiddetle protesto ederken bu mücadelenin bir parçası olarak bölge halklarının saflarını sıkıştırması için gereken tüm yükümlülüklerini yerine getirme kararlılığındadır.

THKP-C (Acilciler)

5 Haziran 2010