5 Eki 2010

DEĞİŞİMDE DEĞİŞMEYENLERİN KİRLİ ISRARI

200.DOSYA


DEĞİŞİMDE

DEĞİŞMEYENLERİN

KİRLİ ISRARI
 
Levent Sami Sultan

3.10.2010
 
Üzerinde yaşadığımız dünyada her şey çok hızlı olarak değişim göstermektedir. Devletler değişmekte, yeni yeni devletler ulusal sınırlarıyla birlikte siyasal sahneye çıkmaktadır. 

Ulusal ve sosyal çalkantılar içinde boğuşan Türkiye devleti de üst yapısından alt yapısına kadar her boyutta çok hızlı ve büyük bir değişimin içindedir. 

Partiler değişmekte, partilerin götürücüsü siyasiler de değişmektedir. Statüko kurucusu ve koruyucusu felsefeler, mantık ve zihniyetleriyle birlikte örgütlenmeleri de değişmektedir. Kısacası toplum her şeyiyle bir devinim hareketi içinde değişirken, yakın gelecekte bu değişimin olası ulusal, sosyal ve hukuksal boyutlarda yaratacağı yeni statükolara yaşama şansı yaratma ihtimalini de doğurmaktadır.  

Derin devlet bütün birimleriyle sancılar içinde kıvranırken, derin devletin bekası ile çıkarları örtüşen gurup ve güçlerin de bu hareketlenişe ayak uydurma girişimleri hız kazanmaktadır. Statüko güvenceleri birimlere (yargı - ordu - istihbarat vb.) gücü yetenlerin el atması ile duru haldeki eski kurum ve yapılar bu meyanda kirli yapıdaki renksizliği göstermeye başlamıştır. Siyasal ahlak, ahlaki değerlerinden çıkarak yoz bir kültürel akım gibi ortamı tozu dumana katmıştır. 

12 Eylül'ün öncesi ve sonrası dönemi ihtiva eden kesitte ''devrim'' ya da ''devrimcilik'' içeriğinde çok yüce değerleri barındıran kavramlar durumundaydı. Bu kavramlarla çoğunluk için daha insanl ve onurlu bir yaşam vaat edilirken, bu kavramları taşıyanlar içeriğini bir yaşam kültürü haline getirmişlerdi. Oysa yılların aşındırması, toplumsal erozyon ve en önemlisi derin devlet bünyesinde güç odaklarının yürüttüğü el atma operasyonlarında ''devrimcilik'' ve ''devrimler'' termonolojisine de sızılmıştır. Daha doğrusu, sonuçlarında onlarca idam ve binlerce şehidin olduğu o korkunç işkence ve mezalimin yarattığı değerler toplamına el atılmıştır. Toplumsal kategoride tam bir kimlik bunalımı yaşanırken statükocu, derin devletçi güç odakları şahıs bazında ''eski devrimci'' sıfatı taşıyan oturmamış kimliksizleri de bu arbede ortamında devşirerek ''hizmetkarları'' sınıfına katmıştır. 

Sol'un bütün renk ve tonlarında olduğu gibi geçmişleriyle saflarımızda yer almış ''eskilerden'' de devşirilip derin devletin milliyetçi ruhuna uygun hizmetkarlar üretilmiştir. Geçmişi ile bu gün için ve gelecekte olası ulusal - sosyal - hukuksal boyutlardaki yeni statülere göre hazırlık için bir misyona oturtulmuş ajan - provokatörler mesleği geliştirilerek işlevlendirilmiştir . 

Bu anlamda İbrahim Yalçın, Engin Erkiner gibi ''eski'' ler, uzun bir süredir ''mesleki'' icraatlarını değerleri yitirmişlerin en sefilcesine ortaya koymaktadırlar. Hedef çok büyük: Türkiye devrimci mücadele sahnesinde sol'dan - sağ'dan herkesin şu yada bu ölçekte takdirini kazanmış örgütümüzün özgürlük, demokrasi ve hukuk mücadelesine olacak katkısı önünde başta genel sekreter yoldaşımız Mihrac Ural önderliğindeki yeni kalkışa karşı set oluşturmaktır . 

Devrim mücadelesinde yeri ve katkısı olan yüzlerce - binlerce meçhul asker misali insan vardır. Derin devlet resmi kurum ve güçleriyle, bu insanları ve devrimci değerlerini inkar etmeyi verdiği tüm çabalarına karşı başaramamıştır. Bu görevin başarılması için kuklalarını hareket halinde tutmuş ve son üç yıldır, İbrahim Yalçın ve Engin Erkiner gibi ''sahiplerinin sesi'' Mit'çiler, bir ihbar şebekesi olarak bu göreve koşulmuştur.

Değişimler içinde her şeye rağmen derin devletin kuklaları değişmemekte ısrarlıdırlar.  

Türkiye’de eski statüko değişime doğru giderken, geçmişiyle ve bu gün için demokrasi ve özgürlükler bazında, pratikleri ve düşünceleriyle tarihe mal olmuş önemli devrimci isimler vardır. Ezen ulus Türk orijinli devlete karşı mücadele eden ulus ve azınlık mensubu devrimciler az değildir.  Bir bütün olarak bu devrimci önder kuşaklar ülkemizin demokrasi mücadelesine omuz vermek içim mücadelede her türden özveriyi sunmuş ve sunmaktadır. Mihrac Ural yoldaş bunlardan biridir. Bu yolda, biz yoldaşlarıyla birlikte mücadeleye aralıksız sarılan ve en kötü koşullarda bir kez daha bu mücadelenin kararlıca sürmesini sağlayandır. Farklı etnik kökenden gelmiş olması karşısında milliyetçilerin kurgu ve yalanlarla, sendrom ve histerilerle ortaya koydukları tavır esasında bu ülkede milliyetçiliğin sol içinde ne kadar derin izlere sahip olduğunu da göstermiş olmaktadır.  Öcalan’a yapılan saldırıların aynıyla tekrarını gördükçe, doğru yolda olduğumuzu, derin devlet kuklalarına karşı daha çok emekle mücadeleye sarılarak yola devam etmemiz gerektiğini anlıyoruz.

Saldırılardaki kin ve nefretin kaynağı öncelikle milliyetçiliktir. Bu saldırılar halkların kimlik haklarına karşı açık ve sefilce bir saldırıdır. Bu saldırılar bizleri haklı bir davada ilgi odağı yapmışsa bu da normaldir. Onun için bin bir dereden su getirilip kah muhabarat, kah kaçakçı, kah tüccar ya da yoldaşlarına şu ya da bu zararı veren zalim gibi hayal ürünü düzmecelerle saldırırılar yapmak, mücadele azmimizi asla yıpratmayacaktır. İstenen, örgütsel aktivitenin enerjisini siyasi alanın dışına taşımaktır. Buna müsaade etmeyeceğiz. Bu çirkin tartışma sadece çirkin insanların iflaslarına iflas katacaktır.

Özellikle Filistin halkıyla dayanışma direnişinde şehit olan yoldaşlara dil uzatan bu ihbar şebekesinin gerçek anlamda bir karşı devrim hareketi olarak ortaya çıktığına işaret edeceğim. Filistin halkıyla dayanışmanın anlamını kirletmek isteyen bu insanların kendilerini saklayabilecek hiçbir şey kalmamıştır. Nebil yoldaşı ağızlarına alarak kirletmek isteyen bu kişilerin, bizim varlığımıza ve sürecin her anını yaşamış olmamıza karşın, ortaya serdikleri yalan kurguların akılları zorlayan şeytani birer çaba olduğunu belirtmekle yetineceğim.

Bu  tartışmalarda belgeleriyle kanıtlarıyla el yazılarıyla deşifre edilen MİT ajanı İbrahim yalçın ve İtirafçı Engin Eriner, tüm çıplaklığıyla ortada durmaktadır. Yoldaşları birbirine kırdırtma, birine saldırıp birini görmemezlikten gelme oyunlarıyla müphem ortamlar yaratma, kötüde olsan yeter ki Mihrac Ural’a karşı ol nidalarıyla içine düştükleri aczi örtme çabaları kimseye bir şey kazandırmayacaktır. Devrimciliği lekelemeden ve kendilerini aşağılamadan başka bir sonuç yaratmış olmayacaktır. Bitmeyen bu tür hikayeler esasında yazanların bitişini tanımlamaktadır.

Bunlar, derin devlet adına ''resmi şube'' yetkililerinin rollerini aleni olarak üstlenmek çaresizliğine düşşlerdir. Üç yıldır yapılan tekrarlarda siyaset yok. Bunların siyaset yapma dertleri olmadığı için kirlilik saçmayı hayatlarının temel yönelimi olarak belirlemişlerdir.

Bu satırların yazarı, halklarımızın demokrasi ve özgürlük mücadelesinde her özveriyi ortaya koyarak mücadele eden farklı etnik kökenli bir devrimcidir. On yıllardır omuz omuza olduğu,her yönüyle bildiği ve en güç koşullarda büyük sınavlardan anlının akıyla  birlikte çıktığı, çabası ve özverilerini birlikte yaşadığı Mihrac Ural yoldaşa yönelen her türden saldırıyı lanetlediğini bir kez daha açıklar.
Bu kirli insanlarla muhatap olmak insanın emeğine yazıktır. Değmez ve iticidir. Bu çirkin sinsanlar açıkça özel harp dairesinin milliyetçi kuklalarıdır. Görevlileridir; bir MİT ajanının bu ölçüde yüzüz olmasının nedeni de budur. Adam el yazısıyla MİT elemanı olduğunu açıklıyor, para aldığını söylüyor, örgüte gelip gitmiş bilgi toplayıp MİT’e sunuyor, açığa çıkınca  itirafnamesini  el yazısıyla kendisi yazıyor ve buna rağmen konuşuyor. Bu olacak bir şey değildir. Bunun tek bir anlamı var oda çevresinde hiçbir biçimde devrimci olmadığıdır: Olsaydı bu pervasız satılmış adamın konuşmasının mümkünü yoktur.

Bu güne kadar konuştuğum ve ilişkide olduğum tüm yoldaşlar bu çirkin saldırıların altında devletin olduğu konusunda hem fikirdir. Bu saldırılar Mihrac Ural yoldaşı tek hedef göstermesinin anlamı açıktır. Ama bilmiyorlar ki biz biriz; örgütlü devrimci olarak bu çirkin insanların cezasız kalmayacağına inanıyoruz.
Devrimci mücadelemizin ilk adımlarından,12 Eylül faşist rejimine karşı mücadele zemininden geçen 30 yıllık sürede sahip olduğumuz devrimci değerleri koruyarak ve kesintisizce mücadele sürecini yükselterek ortaya koyduğumuz çabaları kimse kirletemez. Sürecin her adımından tüm yoldaşlar onurla sorumludurlar. Biz buradayız ve burada olmaya devam edeceğiz. Mihrac Ural yoldaşa karşı yapılan en küçük bir imanın da karşısında şiddetle duracağız.

Örgütlerin yok olduğu, örgütlülüğün yok edilmek istendiği, sivil diktatörlük sürecinin derinleştiği bu tarihi kesitte, örgütlü mücadele kararlılığı gösteren biz Acilcilere karşı yönelen bu kirli tutumlar, devletin resmi güvenlik tutumundan başka bir anlama sahip değildir. On yıllardır sonuç alamayan ve bir başarısı olmayan resmi güvenlik tutumunu bu kuklalar asla başarıya çeviremez.

Devrimci değerler kirletilmek istenmektedir. Örgütsüzlük ikame edilmek istenmektedir. Çirkinlik etrafında bir değer oluşturmanın mümkün olmayacağını bile bile yapılanlar, kinle izah edilemez. Bu çabalar siyasette devlet lehine bir yere oturur. Bunda ısrar eden zavallılar, kendi el yazılarıyla kendilerini nasıl tanımladıklarına bakarak çabalarının bir sonuç getiremeyeceğini anlamalıdırlar. 3 değil 300 yıl da çırpınsalar alacakları sonuç aldıklarından fazla olmayacaktır. Yalanın tekrarı, gerçeği değiştirmez, bulanıklıktan sağlıklı bir sonuç çıkmaz.

Sonuç olarak,

Bir kez daha bu örgütün eski yeni tüm emektarlarına sesleniyorum. Çirkinliğe verilecek yanıtınız tarihi bir direnme harekete olan örgütümüze karşı yönelik her çirkinliği elinizin tersiyle itmenizdir.

Örgütümüzle uzak yakın bir ilgisi olmayan, başka örgüt saflarında ömürlerini tükettikten sonra, örgütümüze saldırıyı meslek edinen çirkin insanlara karşı tüm yoldaşları duyarlı olmaya çağırıyorum.
Devletin bile yeni statüler peşinde koşmak zorunda olduğu bir kesitte onun adına kuklaların eski yöntemlerle, eski bir ihbar çetesi olarak öbeklenmelerinin elde edebileceği hiçbir şey olamaz. Devlet çözülürken, yıkıntılar altında kalacak olanlar öncelikle bu kuklalar olacaktır.

GÜNEŞ BALÇIKLA SIVANMAZ

199.DOSYA
GÜNEŞ BALÇIKLA SIVANMAZ



Mihrac Ural, 1979 Konya cezaevi.
“ULUSAL SORUN” kitabının yazımı sürecinde, yazımın yapıldığı daktilo ve yararlandığım kitaplardan bazıları. Örgütün Ulusal sorun konusundaki ilk ve tek kapsamlı yazısı bu kitaptır. Bu kitap (ULUSAL SORUN), ilk baskısı teksirle yapılan II. Baskısı 1979 sonlarına doğru, örgütün ilk matbaa baskısı  kitabı olarak basılıp piyasaya inen “KAPİTALİZİM Mİ ? SOSYALİZİM Mİ?” kitabımdan sonra ikinci kitaptır. Konya cezaevi siyasal evrimin önemli bir halkasıydı. Ciddi siyasi ayrılıkların tezleri burada temellendi, savaşın askeri değil politik sanatı olduğu gerçeği ilk kez burada formüle edildi. Bu süreç siyasal ayrılıkların gerçekçi teorik araştırma ve tartışmalarla ayakları üzerine dikildi kesittir; “ayrılığa teorik kılıf üretme süreci” değildir. Bir örgütün siyasal nedenlerle bölünmesi karşılıklı saygıyı oluşturur, olanda buydu; herkes kendi yoluna. HDÖ ve Acil ilişkisi böyle bir ayrışmayı ifade eder. Bunu kanlı bir çatışma olarak lanse etmek için şeytanın aklına gelmeyecek yalan ve dolanla, ilişki ve olayları yamayarak iki örgütün tarihini kanlı ilişki tarihi olarak lanse etmeye çalışmak, sürecin siyasal evriminde rolü olmayanların iflasla sonuçlanmış 3 yıllık karanlık çabalarını anlatmaya yeter.





“Türkeş Ölümden Nasıl Kurtuldu” yazısıyla ilgili

Kısa bir not:

 Mihrac Ural

5 Ekim 2010

Türkeş eylemi, kapsamlı bir eylem. Bu eylem örgütsel bir eylemdir. Bu eylem tüm detaylarıyla az sayıda yönetici yoldaş tarafından bilinir, ayrıca eyleme Katalan yoldaşlarca  görev yerleri itibariyle bilgi verilmiştir. Bu arkadaşlar, Nebil, Hanna ve Müntecep hariç tümü yaşamaktadır, Müntecep,  A.D’nin ekibinde bir militan olarak görevliydi. K kod adlı yoldaş bu konuda bilgi sahibidir; İskenderun’da, nenesinin evinde yaptığımız hazırlık ve sonrası onun emekleriyle gerçekleşti. İskenderun’da olay Asi yoldaşın anlattığı gibidir. Özel olarak adını anmadığım yoldaşlar, bilmeleri gerektiği kadar bilgileri olmuştur.

Ölü konuşturucusu, bu eylemin bir köşesinde kaldığı evin önemi dolaysıyla görevlendirilmiştir. Eylemin bu köşesi hakkındaki bilgileri bile sınırlı tutulmuştur; kablo uzunluğu gibi fasa fiso sorularla bilgi sahibi olduğuyla avunsun. Ona yeter. Bu eylemle ilgili konuşacağı başka bir köşe de yoktur. Sümerlerde Nebil’le birlikte yaşadığımız olayı bile ters yüz edecek kadar anlamsız kin tepkileri ona bu eylemi hakkında konuşma olanağı yaratamaz.  

Kinlerini boşaltama çabasında olanların, uygun lağım çukurlarıyla buluşmakta zorlanmadıklarını biliyoruz.

“Maç Başlamadan Bitmiş”te neler olmuşta… Kim kiminle maç yapıyor Allahım… Elimin tersiyle itiyorum; sinek sıklet ringde görünmek istiyor, ağız çalkalama hunisini tutsun ona yeter.

Bu komediler Donkişotlar için iyidir ama gerçekler için değil. Büyük başlıklar kişiyi büyütmüyor. Hiçbir zırvalık muhatap alınmayacaktır. Örgütsüz olan, arkasında örgüt sorumluluğu olmayan, tartışmaya katacağı bir değer olmayan ilkel içgüdülerinin kin refleksleriyle söz söyleyen arsızları ciddiye almayacağız; bu meyanda muhatabımız olmayan MİT ajanı İbrahim Yalçın’ın, MİT’le tam olarak ne zaman ilişkiye geçtiğini açıklaması beklenmektedir diyeceğim. Verdiği tüm tarihler yalandır, doğru tarih boynunda yafta olarak asılacaktır.

İtirafçı Engin Erkiner’le ve MİT ajanı İbrahim yalçın’la yaptığı gizli paslaşmaların sahibini olduğunu bu yazışmalarla açığa çıkartmış olduk. Bu önemliydi. On yıllar sonra ortaya kustuğu bu kinin normal insanlarla ilgili olmayacağı, 33 yıl önceki bir eylem üzerinde yürüyecek tartışma adabına da uygun olmadığı görülmüştür; eylem kararını alan, İskenderun, Antakya ve Antakya içindeki tüm alanları belirleyen, militanları görevlendiren kişi olarak gerekli açıklamaları yapmışken, bu detaylardan haberi olmayan birinin zırvalıklarını elimin tersiyle itmekle yetineceğim. Zavallı birine verilecek cevabım olmayacaktır.

Çakallar aslanların arkasından kemik toplar olay bu kadar.

Yazılan her şey belgesiyle tanıklarıyla ve her yönüyle ortaya konulmuştur. Ayrıntıda yer alanların genel adına konuşamayacakları açıktır.

Nebil yoldaşa yapılan ahlaksız teklif ve Nebil yoldaşın cevabı meselesi, İstanbul eylemleri (Banka kamulaştırması, Küllük Kıraathanesinin taranması, araba kamulaştırmaları ve diğer eylemler)  ve diğer birçok eylem önümüzdeki süreçte yeri geldikçe ve gerektikçe yazılacaktır.

Türkeş eylemi basının da ilgisini çekmiş bulunmaktadır. Ancak, bu konuyla ilgi kimseye daha fazla detay verilmeyecektir. A.Ç’nin açıklamasında geçen “30 m civarında olmalıydı” cümlesi 130 metre civarında olacaktır; düzeltmeyi A.Ç yazıyı okuduktan sonra yapmıştır. Düzeltme ana yazıda yerine getirilmiştir.

Belgesiz, kanıtsız, canlı tanığı olmayan hiçbir konu bu blogda yer alamaz. Her şeyi çirkin ve kötü göstermeye kurgulanmış olanların görüşleri ciddiye alınmaz. Siyasal yazı yazmayıp bu sürece, sırf tarihin çöplüğündeki kinlerini kusanlar muhatap alınmaz.

Örgüt tarihi yazılırken bu hususlar bizim için temel ölçüdür.


Mihrac Ural
3 Ekim 2010


Bu bir cevap değildir. Okurla bilgi paylaşımıdır. İlkelerim hainleri, satılmışları, ahlaksızca belgesiz kanıtsız konuşanları, ölü konuşturucularını  muhatap almaya engeldir.
Türkeş Ölümden Nasıl Kurtuldu” yazımın tarihe düşeceği not anlamında, itiraz ve eleştirileri açığa çıkarmamı gerektiriyor. Bu konuya dair son yazım olacak.
Birincisi;  Sümerler mahallesinde ölü konuşturucusunun bahsettiği gibi bir kahve kavgası olayımız yoktur. Sümerlerde olan ve Nebil’in yeğeni Ahmet Zubari’nin anlattığı olay Türkeş’in mitingine gelen faşistlerle ilgili olaydır. Özel olarak kahvehane kavgası diye bir olay yoktur. Ölü konuşturucusu yalan söylüyor. Bu mahalle ki (Sümerler) ilericilerin mahallesiydi, bu mahallede hiçbir zaman hiçbir nedenle bir kavgaya mahal yoktu.
Türkeş’in konvoyuna yaptığımız saldırıda çıkan arbede nedeniyle çok insan caddeye dökülmüştür. Mahalle halkından da yardım görülmüştür. Ahmet Zubari de olayı  bu ayrıntılarıyla anlatmıştır.
Ölü konuşturucusu, Cumhuriyet mahallesindeki faşistlerin toplandığı kahvedeki kavgamızı nereden duymuş da aklında kalmışsa, bunu Sümerler’de oldu diye uydurmaya çalışıyor.
Cumhuriyet mahallesindeki faşistlerin kahvesinde yaşanan olayda, her zamanki gibi Nebil’de yanımdaydı. Bu olayı bilahire detaylarıyla anlatacağım; Acilcilerle-Ülkücü faşistlerin vuruşmaları ardından yaşananlar, Antakya Lisesi yakınlarında yeni binasına taşınmış Sendikadaki kuşatmaya ve bu kuşatmanın, Dırdyak mahallesinde oturan ünlü faşist Dağıstanlı ailesiyle (Emin, Abdulsamat, Serbülent, Ercüment Dağıstanlı) sert tehditler eşliğinde geçen gerginliklerle son buluşunu konu edecektir. Bu olay da okuyucuya Antakya devrimci mücadelesinin çok özgün bir tablosunu anlatacaktır. 
Nebil'in yeğeni Ahmet Zubari'nin anlattığı ve benim yaşadığım olay budur. Olayın gelişimi detaylarıyla şöyle yaşandı: Harbiye istikametinden şehre doğru gelen Faşist MHP konvoyunu, Jawa motoru üzerinde benle Nebil karşıladık. Ahmet’in anlattığı olaylar oldu. Tek doğru olan da budur. “ Sümerler mahallesi ekibi içinde bölgede nöbet tutuyorduk. Nebil'le birlikte bizi kontrole gelmiştiniz ki, faşistlerin konvoyu tezahüratlarla gelmişti. Nebil o an motoru üzerlerine sürdü, siz de, faşistlerin ellerindeki pankartları çektiniz, dolmuşun da kapısını açarak faşistlere saldırdınız, dolmuştan inen, dayağını yiyip kaçıyordu. Bir arbede ortamı oldu. Yol çatıda Camlı Binanın oralarında duran polisler motorlarıyla gelmeye başladı. Nebil bana “motoru al kaç, sakla” dedi ve ben motoru alıp arka sokaklara villalardan birinin bahçesine sakladım. Olay yerinden uzaklaşmıştım. Siz Nebil’le birlikte daha sonra polislerin gelmesi üzerine dağ yoluna doğru yönelip olay yerinden ayrılmıştınız.”
İkincisi; “Türkeş Ölümden Nasıl Kurtuldu” yazısı tam bir yıl önce yazıldı ve bekletildi. O tarihte yazıyı incelemesi için MY yoldaşa gönderdim. Ölü konuşturucu, hayatı boyunca yalan söylemekte bir beis görmediğinden, başkalarına da aynı anlayışla yaklaşması normal. Bulunduğum ülkede blog giriş yasağı olduğu için hiçbir blogu izleme şansım yok, kendi blogumda dahil. Yazıları bana, konusuna göre tercihli olarak talep üzerine yoldaşlar gönderirler. Onun yazdığı yazılarla hiç ilgili de değilim. Blogları açma programları olduğu söylenir, ben böyle bir programı yükleme gereği bile duymadım.
Bu nedenle her zaman yaptığı gibi, sormadan konuşarak ahlaksızca yazmaya devam ediyor. 
Acilcilerin “Türkeş Eylemi” dört başı mamur bir eylem planının ürünüdür. Ölü konuşturucusunun bu planlamada hiçbir yeri yoktur. Eylemin bir köşesinde kaldığı evin özelliği dolayısıyla görevlendirilmiştir. Söz konusu köşedeki görevlerle ilgili bir kez daha A.Ç’yi aradım ve konuştum. Olay anlatıldığı gibidir. Başka konular da aktardı, o evde dönenlerin örgütsel faaliyet dışı konumuyla ilgili ki, Nebil’e yapılan ahlaksız teklif ve verilen cevapla uyumlu olduğu görülmüştür.
Türkeş eyleminin Stadyum çevresi ayağını bir kez daha A.Ç’den dinleyelim; “ Z.Ş adlı ve S kod adlı kişiler ve kız arkadaşı vardı, bir gece önceden olacaklar için hazırlandık. Her şey döşenmiş piller bağlanmış fotoğraf flaşıyla patlatılacak fünyenin elektrik devresi tamamlanmıştı. Teller çok uzundu.130 mt. civarında olmalıydı. Her şeyden emindik, elektrik devresini kapatmaktan başka bir sorunumuz kalmamıştı" devamla da “Arkadaşlar sonuç alamayınca, yanlarına indim, bir de ben deneyim diye bir kez daha devreyi kapattım, telleri birbirine değirdim. Ama sonuç aynıydı” Türkeş eyleminin bu ayağında durum budur, kimse başka bir şey uydurmasın.
Ölü konuşturucusunun sinir sistemi tutmamış, bir kez daha bilmeden konuşmuş, “Acil tarihinde A.Ç.ya yer açın!” diyor. Kendisi tarihsiz ya başkasını da öyle görecek.
A.Ç. bu örgütün en genç militanlarından biri olarak, sürecin başından itibaren devrimci mücadelenin içinde yer almıştır. Müntecep Kesici’yle aynı dönemin insanıdır (Müntecep kucağında ölmüştür, ölüm olayını tüm detaylarıyla bilen, görgü tanığı bir yoldaştır.)
A.Ç. için örgütsel tarihiyle ilgili ne kimsenin yer açmasına ne de birilerinin referansına ihtiyaç vardır.
O, ülkede diğer militanlar kadar kahramanca bir mücadele sürecinden geçmiştir. On parmağında on marifet bir militan. Ailesinin tüm gençleri örgüt saflarında yer almış biri olarak, yurt dışında Filistin halkıyla dayanışma mücadelesinde, İsrail yanlısı Falanjist kuvvetlerin (Ketaib) eline esir düşmüştür (Şubat 1982), 7,5 ay esarette kalmıştır. İşkencenin her türünü görmüş direnmiştir. İsrail’in Beyrut kuşatması sona erince 1 Eylül 1982’da özgür olmuş, örgüt merkez kampına dönmüştür. Uzun yıllar Halep sorumlusu olmuş, örgüt kongre ve konferans delegesi olarak görev üstlenmiştir. Aldığı her görevi başarıyla yerine getiren yoldaş, hala görevi başında ülkesinin demokrasi mücadelesine özveriyle katılmaktadır.
Ölü konuşturucusu ise hiçbir zaman Acilci olmamıştır. 78-79 ayrılığıyla birlikte, Örgütümüzle uzak yakın hiçbir ilişkisi yoktur. Bundan öncesi, kıyımızda köşemizde olmadan başka bir özelliği de yoktur. Bu gün itibariyle iç işlerimize burnunu sokması ise, ölüleri konuşturarak yalan yanlış malzemeleri itirafçılara, MİT ajanlarına sunmaktan başka bir anlam taşımamaktadır. Bu adamın çırpınışlarını başka bir yere oturtmanın mümkünü de yoktur. Bu muhbir şebekesinin içinde asli bir üyedir.
Buradan şunu diyebiliriz, sen kimsin A.Ç. kim…
Sen, A.Ç’nin okyanusunda bir damla bile değilsin. 25 yıl geriye dönüp baktığımızda, devrimci örgütlü tek bir anın bile yok. Bu yazımlarda, özgün sıfatlarla anılman bile sana verilmiş bir şereftir.
Üçüncüsü; Türkeş Eylemi’nin esas yazımda yazmak isteyip de bu süreci bilen yoldaşların yer almasını istemediği bir bölümü daha var. A.D yoldaşla, yazıyı bir yıl önce kaleme alırken uzunca sohbet ettim. MSN yazışması 20 sayfaya yakın çok önemli bir sohbetimiz bulunuyor. Bunu daha sonra yayınlayacağım.
A.D yoldaşın söylediği; “Biz bu eylemi, şehrimize dayatılmak istenen Çorum, Maraş gibi olayları önlemek için bir savunma olarak yaptık. Amacımızın kitle katliamı olmadığını bu güne kadar, senin de başında olduğu bu hareket yeterince ispat etmiştir. Bu eylemi anlatırken buna dikkat edilmelidir.” diyerek ısrarlı vurgu yapmıştır. Haklıydı da.
Bu eylemin eksik kalan ayağı için de birçok alanda önlemler aldık. Türkeş konvoyuna, Mitingde toplanan ülkücü faşistlere yönelik ciddi bir silahlı  tarama eylemi düşünülmüştü. 
Bunun vuku bulmamasını bu günkü  algılarımla yerinde ve olumlu buluyorum. Bu konuda yazılacak bir başka şey yoktur. Muhbirlere verilecek bir prim de olmayacaktır.
Dördüncüsü; ölü konuşturucusu illa kendince bir şeyler yaptığını gösterecek. Hadi oradan be sahtekar…
Yazımı bir daha oku. Biz örgütlü mücadeleden, örgüt kararı ve girişimlerinden söz ediyoruz. İşkembe-i Kübradan yumurtladığın eylemlerden değil. O günlerde bile kaygı, şüphe uyandıran saçma sapan, ekstrem çıkış ve dengesizlikleri bilinen biri olarak kafandaki eylem kurgularıyla örgütümüzün hiçbir ilişkisi yoktur. Küçük beyninin içindekilerle bir ilgimiz olmadı olmayacaktır da.
Tekrar edeyim; “Antakya gerçeğinde, örgütün imzasını taşıyan” dedim, kendi kendine bir pislik yaparak provokasyon yaratacak eylemlerinden söz etmedim. Bir örgütsel yapı ve onun kararından söz ediyorum. Bu dönemle birlikte, yapılan bile istisnasız hiçbir şey Mihrac Ural’ın olur ve kararı olmadan yapılmamıştır. Yapılamazdı da. Kim kendi başına örgüte haber vermeden bir saçmalık yapmaya çalışmışsa o, Antakya’daki devrimci mücadeleye köstek olan ve sorumluluğunu üstlenmeyeceği iş yapmış demektir.
Örgüt imzası taşımak” ise örgütlü insanların bileceği bir şey, ölü konuşturucularının değil, şehirde önceden kurulmuş (sadece iki kuruluş vardı TÖB-DER ve Antakya Devrimci Kültür Derneği) ya da sonradan kurulan tüm dernek ve faaliyetleri (Dırdyak Derneği, Armutlu Derneği, Harbiye Derneği, ilçelerde kurulan köylerde kurulan tüm dernekler) legal ve illegal çalışmalar Mihrac Ural’ın başında bulunduğu merkezi bir komite tarafından, Mihrac Ural’ın onayı ve oluru alınmadan yapılmamıştır. Bu komitede kimlerin olduğu bilinmektedir.
Ölü konuşturucularının ise hiçbir yeri olmadığı da malum. Kim ve ne kadar militan olarsa olsun, örgüt komitesinin başında olan Mihrac Ural’ın oluru olmadan hiçbir örgütsel iş yapılamazdı. Bu disiplin Antakya çalışmasını başarıya götüren disiplindi. Gerisi fasa fiso kurgulardan ibarettir.
Bu kadar sözden sonra mutlaka uykun gelmiştir, hadi git uyu.
Artık boşuna çırpınma, senin işin karalama, hainlerin değirmenlerine su taşımaktır, boşluk doldurma şansın da yok. Kinini açığa çıkartmayı başardık. Artık hiçbir duygunu gizleyemeyeceksin, dökül bunu bekliyoruz. Bu çırpınışın ne sana ne itirafçıya  ne de MİT ajanına hiçbir faydası olmayacaktır.
Beşincisi;  bu şebekenin lağım çukuru İtirafçı Engin Erkiner’e küçük hatırlatma.
Boşuna  yalan söyleme TDAS’ı sen yazmadın bunu tüm yönleriyle ispatladım ( bkz. TDAS’ı  kim yazdı? http://mirural.blogspot.com/ ). Bunun altında ezildin. Bu nedenle yazdığın her yazıda bu konuyu işleme zaafını da ortaya çıkardım. Yazım psikolojisi seni hep ele veriyor.
Şunu düşünmek yeter, ne öncesi ne sonrası kapsamlı bir siyasi yazısı olmayan biri TDAS’ı yazmış olamaz. Sonra, son otuz yılda yazdıklarına bak, ne ülke ne dünya sorunlarıyla ilgili net bir görüşün yok ve bu konuda ciddi bir makalen dahi bulunmuyor.  Var olan yazıların kıytırık iki paragraftan ibarettir; hiçbir net tutumu olmayan, soyutlaması bulunmayan, başkasının görüşlerinden aktarılan ezberlerin genellemelerinden ibarettir.
Buna rağmen, etik değerleri çiğnemeyen her siyasi yazım emeğine saygıyı öneririm.
Bana gelince; polis itirafnamende sen bile dile getirmişsin: “MİHRAÇ orada kaldığım 4-5 gün içinde 400 adet civarında dinamit lokumu, tahminen 150 adet civarında elektrikli ve normal funye, 10 kutu 7,65 mm. Çapında mermi, 8-9 kutu 60 lık 9 mm. lik uzun mermi, 2 adet Kalaşinkov marka tüfek, tahminen 200 adet civarında Kalaşinkov mermisi temin ederek bana teslim etmişti. Ayrıca tahminen 10 adet “Sosyal-Emperyalizm” (iki kelime çizildi) “SOVYET SOSYAL EMPERYALİZM TEZLERİNİN SAÇMALIĞI” başlıklı, 212 sahifelik ve HALKIN DEVRİMCİ ÖNCÜLERİ imzasını taşıyan broşürü vermişti.”         ( Engin Erkiner’in polis ifadesi s:10-11)
Bu broşür, 1979 sonlarına doğru Ankara’daki örgüt matbaasında KAPİTALİZM Mİ? SOSYALİZM Mİ?” başlığı altında kitap olarak basılmıştır.
Örgütümüzün piyasa inen matbaa baskısı ilk kitabı da budur ( tarih yazarken bunların birer köşe taşı olduğunu hatırlatırım). Onlarca kitaptan yüzlerce alıntıyla oluşturulmuş bu kitap, o dönemin en önemli tartışmalarında etkin rol oynamıştır. Her Acilcinin başucu kitabıydı. İtirafçı bu kitabi ilk basımından sonra okumuştur, yalancı adamın kitabı “radekte” ettiği sallaması ise, yukarıdaki polis ifadesiyle de yalanlanmış olmaktadır.
Konya cezaevine gelince. Örgütümüzün  “ULUSAL SORUN” konusundaki ilk ve tek kitabı, onlarca makale yazımıyla birlikte Konya cezaevinde kaleme alınmıştır. CEPHE’nin yazılarını da orada kaleme aldım. Onlarca kitap orada okundu, yüzlerce alıntı ve yorumum orada işlendi. Aşağılık adam itirafçı Engin Erkiner’in göz göre göre bu konuda yalan söylemesi, onun geçmişten gelen özelliğinden başka bir anlama sahip değildir. “ULUSAL SORUN” kitabının yazılış süresindeki Konya cezaevindeki fotoğrafım ile kitabın yazıldığı daktiloyu gösteren fotoğrafımı, suratına bir şamar gibi vuruyorum.
Niğde cezaevindeki dillere destan kütüphanemizi tüm örgütler bilir, Bu kütüphanenin en önemli kitaplarını bu güne kadar yanımda korudum. Meşhur Mavi cilt kaplamaları bu kesitte yer alan tüm yoldaşlar bilir. Buna karşı itirafçı Engin’in koruma kaygısı taşıdığı tek bir kitabı olduğunu göstersin alnını karışlarım (yarın bunu meziyet gösteren bir sallama yazı döşer, bekleyin ve görün). O insana karşı olduğu kadar kitaba karşı da sorumsuzdur. Kişiliğinin, itirafçılığıyla kesişen en önemli göstergelerinden biri de budur.
Altıncısı; geriye MİT ajanı İbrahim Yalçın’ın bu yazımdaki payına gelince.
Söyleyecek bir sözümüz yok.
Bu satılmış adam, hala konudan konuya atlayarak MİT’le ne zaman ilişkiye geçtiği sorusuna cevap vermemek için savsaklamalarına devam ediyor.
Ama soru, şimşek gibi beyninin ortasında patlayarak yer almaya devam ediyor.
İbrahim Yalçın MİT’le ne zaman ilişkiye geçtin?
Üç tarih veriyorsun üçü de yalan. Verdiğin tarihleri bile tersten başlatıp bulanıklık yaratmaya çalışmışsın,  MİT’le ilk kez ilişkiye girdiğin tarihi 20 Ekim 1986 olarak veriyorsun, dönüp 13-16 Ekim 1986’da Sarı Vedat’a randevu verdim MİT’in de haberi vardı diyorsun, yani ilişkin daha öncelere dayanıyor. Bir başka sayfada ise 28 Ağustos1986’de MİT’ten 150. 000 TL alarak örgüt merkezine geçtim diyorsun; yani çok daha eskiye dayanan bir ilişki içindesin. Bunu kendi el yazınla itirafnamende dile getiriyorsun. Kendimizden değil, sana ait el yazılı belgeyle konuşuyoruz. Seni can evinden vuran da budur.
Kendimizden bir şey getirmiyoruz kendini nasıl tanımlıyorsan öyle dile getiriyoruz. El yazılı itirafnamene dayanarak, en iyimser durumda MİT’le ilişkin 20 Ağustos 1986 öncesi başlamış olmalıdır.
Üstelik bu ilişkiyi örgüte ilk gelişinde (20 Ağustos 1986) gizlemişsin, 15 gün kalmış, bilgi toplamış gerisin geriye MİT’e dönmüşsün. Topladığın bilgileri teslim etmişsin.
İkinci gelişin 20 Ekim 86 sonrası. Örgütün tutukladığı iki MİT ajanıyla yüz yüze kaldın. Onların itirafından çekindin. Tek tokat yemeden itirafta bulunmaya başladın. 12 sayfalık el yazısı itirafnamen böyle ortaya çıktı ( İ.D. senin gönüllüce itiraf yaptığını sanmaya devam etsin).
Şimdi konuş bakalım satılmış adam, MİT’le ne zaman ilişkiye girdin? Net tarih nedir?
Bu sorunun cevabını 2 aydır bekliyoruz. Konuşacaksın çaresi yok..
İtirafçı Engin Erkiner polis ifadesi itirafnamesine nasıl ki önsöz yazmak zorunda kaldıysa, sen de bu tarihi ilan edeceksin?
Esas yargılanmanı  o zaman, örgüt yetkili kurumları önünde, gerçek bir hukuk davası olarak yapacağız.
Sonuç, 
Bu üçlü şebeke artık  çok net ortaya çıkmıştır adamlar iç içe,  yalan ve kurgu senaryolarıyla paslaşarak görevlerini yerine getiriyorlar.
33 yıl sonra bile bu çirkin tartışmalarda yer alanları tek tek ölçüp biçtiğimizde, kimin örgütsel bir çabayla her şeyini ortaya koyarak mücadele etme çabasında olduğunu, kimin ise kendini bile temsil etmeden sırf karalama için ortalıkta Mihrac Ural’a saldırdığını görmek zor değildir.
Biz Acilciler, her gecenin bir sabahı  var diyerek, zamanı da hakem koyarak sabırla buradayız diyoruz.

NEBİL ÜZERİNE

198.DOSYA


NEBİL ÜZERİNE

·        
·        
29 Eylül 2010
NEBİL RAHUMA
 
 
 
Nebil Rahuma.
 
 Antakya doğumlu bir devrimci.
 
 
29 Eylül 1980 yılında, bundan tam 30 yıl önce, bir dönem omuz omuza
savaştığı yoldaşları tarafından katledildi. Onu öldürenler cesedini
İstanbul Güngören de boş bir araziye attılar. Aynı günün sabahı Nebil
Rahuma'nın cesedini belediye işçileri buldular. O günün gazetelerine,
20 yaşındaki bir gencin cesedinin Güngören de bir arazide bulunduğu
haberi düştü. Onu öldürenler kendi gerekçelerini bir süre sonra
bildiri yayınlayarak açıkladılar. Onun ölüm kararını alanlar, kendi
içlerinde bile hem fikir olamadılar.
 
 
Nebil Rahuma darmadağın bir ilişkiler yumağında, bir iktidar savaşının
orta yerinde harcanmıştı.
 
 
Devrimci mücadelede kısa yaşamına onlarca eylemi sığdırmıştı. Dur
durak bilmeden, nefes almadan sürdürdüğü devrimci mücadelede,
düşmanları tarafından düşürülemedi. İki kez tutsak alındı, iki kez de
cezaevlerinden kaçmayı başardı. Kaçar kaçmaz, mücadeleye ara vermeden,
bıraktığı noktadan yeni baştan girdi. Devrimci mücadele onun bir yaşam
biçimiydi. Onlarca eylemden başarı ile çıkmasını bilmiş, militan
yapısı ile yoldaşlarının her zaman güvenini kazanmış, en zor eylemleri
başarmış bir devrimcinin, düşman tarafından değil, yoldaşlarım dediği
insanlar tarafından öldürülmesi trajik bir konudur.
 
 
Nebil Rahuma onu öldürenler inat, Antakyalı devrimciler tarafından
yıllarca hep anıldı ve devrimci kişiliği genç insanlara örnek olarak
sunuldu. Yeni yetişen gençler, kendilerine Nebil Rahuma'yı örnek
alarak yetiştiler. Yüreklerinde hep onu yaşattılar. Mezarının yeri
dahi bilinmeden anmalarını yapıp, onu mücadelelerine kattılar.
 
 
Nebil Rahuma nasıl yakalanmıştı?
Nasıl öldürülmüştü?
Öldürenler onu ne ile suçlamışlardı?
Nebil Rahuma ve Ali Çakmaklı'nın öldürülmesi arasında nasıl bir bağlantı vardır?
Acil örgütüne verdiği iddia edilen para kime nasıl verilmişti?
Nebil'i öldüren silah MHP Eyüp ilçe teşkilatına nasıl gitmişti?
 
 
Nebil Rahuma Nasıl Yakalanmıştı?
 
 
Nebil Rahuma iki kez yakalanır ve iki kez de cezaevinden kaçar. İlk
kez İstanbul da 28 kasım 1977 yılında yakalanır. İlk kaçışı İstanbul
sağmalcılar cezaevindendir. İkicisi, Niğde cezaevinden. İlk kaçışı
kısa sürer, kaçışından bir, bir buçuk ay gibi kısa bir süre sonra yine
İstanbul da çatışma sonrasında, kolundan yaralı olarak yakalanır.
 
 
İlk yakalanmasını Erkan Ulaşan (sus) şöyle anlatıyor;
 
 
"Nebil her iki yakalanmasının hikayesini de bana 24 aralık 1978
yılında Sağmalcılar da ziyarete gittiğimde anlatmıştır. İlk
yakalanması, güney bölgesinden gönderilen bir notta 'Avcılar ( yada
avcı dükkanında) da bir dükkana gelmesini, kendisine kimi
yazılar,silah ve para verileceği' yazmaktadır. Gelen not el yazısı ile
yazılmaktadır ve yazıyı tanır. Nebil söylenen dükkana gider. İçeri
girdiği anda dükkan polis tarafından basılır ve Nebil yakalanır."
 
 
Güneyden gelen not. Kim göndermiştir. Nebil yazısını tanıdığına göre,
çok yakından tanıdığı ve önem verdiği birisidir. Bunu sadece Erkan u.
Arkadaş bilmektedir. Nebil daha sonra çok yakın olduğu insanlarla ve
kendisinin cezaevinden kaçmasını sağlayan insanlarla bunu konuşmaz.
Hatta o sıralar sık sık ziyaretine gelen Tacettin Sarı ile de böyle
bir şey paylaşmaz, ama ' sus' arkadaşa böyle bir şey der. Üçüncü
hiçbir kişinin bu konuya ilişkin bilgisi, duyumu vb. yoktur. Tacettin
Sarı Nebil'i cezaevinde sıkça ziyaret eden arkadaşlarından birisidir.
Hatta bir ziyaretlerinde Erkan u. Arkadaşla da görüş sıralarında
karşılaşırlar ve birlikte Nebil'in ziyaretine girerler. Birlikte
görüşüp çıkarlar. E.Ulaşan, Nebil Rahuma'yı kişisel ilişkilerin dolayı
ziyaret ederken Tacettin Sarı örgütsel sorumluluğu gereği de ziyaret
eder. Para ve giyecek, yiyecek götürür. Bu arada da ona iletilmesi
gereken örgütsel mesajları da iletir.
 
 
Mihraç Ural 10 mart 1978 Ankara da yakalanır. Engin Erkiner'in
yakalanması ve çözülmesi sonrasında aranır duruma düşen Antakyalı
örgüt sorumluları ve militan kadro, M. URAL, A.Fuat Çiller, M. Çiller
ve N. Rahuma Antakya dan çıkıp önce Mersin Tarsus'a sonradan da
İstanbul'a geçerler. Nebil Rahuma İstanbul da 26 kasım 1977 de
yakalandığında, M. Ural Kayseri ve Samsun da örgütlenme çalışmalarını
sürdürmekteydi. Güneyden not gönderebilecek durumda olan sorumlu
konumunda ise Tacettin Sarı bulunmaktaydı. Tacettin Sarı asla Nebil'e
bir not göndermediğini ve götürmediğini söylemektedir. Ki Tacettin
Sarı daha sonraları, Nebil yakalandıktan sonra da sıkça görüşüne
gitmiş birisidir. Böyle bir kaygılı not olayı var ise bir şekilde
ifade edilir veya aktarılırdı. Burada önemli olan nokta, oraya
örgütsel donanımıyla giden Tacettin Sarı'ya böylesi önemli bir konuda
tek kelime etmeyen Nebil, nasıl oluyor da E. Ulaşan'a böyle bir
açıklama yapıyor.
 
 
Diğer bir önemli ayrıntı ise; Nebil Rahuma Mısır Elçiliğini basan
Filistinli gerillaların cezaevinden kaçışının örgütlenmesinde kendisi
de kaçma kararı alır. Filistinli Gerillaların kaçırıldığı 9 ocak 1978
de, görüşe yine Tacettin Sarı'yı çağırır. Kaçma girişiminde bulunur,
ancak gardiyanların tanıması nedeniyle kaçamaz ve geri cezaevine
döner.(Filistinli gerillaların kaçırılmasında devlet parmağı olduğu
şüphesi vardır. Filistinlilerin kaçırılması organizasyonun için de
İbrahim Yalçın gibi bir devlet ajanının olması, bu iddiayı
güçlendirmektedir. Bu konuda ilerleyen süreçte daha detaylı bir yazı
hazırlanacaktır.)
 
 
 
 
Nebil Rahuma Mayıs 1978 tarihinde, Üniversite olaylarından
tutuklanarak cezaevine gelen Bedri Yağan'ın tahliyesinde, onun yerine
geçerek cezaevinden kaçar.
 
 
Nebil bu kaçışından kısa bir süre sonra 12 haziran 1978 tarihinde
Zetinburnu civarında bir evde çatışma sonrasında kolundan yaralı
olarak tek başına yakalanır. Özgürlüğü kısa sürmüş, kaçışından tam iki
ay sonra yeniden yakalanarak, sağmalcılar cezaevine tekrar dönmüştür.
İlkinden daha uzun mahpusluk günleri bundan başlamıştır. Tam 10 ay
süren cezaevi yaşamında ikinci durağı Niğde cezaevi olmuştur.
 
 
İkinci kez kaçışı Mart 79 tarihinde Niğde cezaevindendir.Yanında İrfan
Ural vardır. Onu kaçış için hazırlarlar. Dışarısı ile bağlantı kurulur
ve kaçış başarı ile gerçekleşir. Kaçtıktan çok kısa bir süre sonra
Nebil Rahuma, sahte kimlikle, M. Ural'ın yattığı Konya cezaevine
görüşe gider. M.Ural ona Filistin'e geçmesini, orada Filistinli
örgütlerle ilişkiler kurmasını söyler ve geçiş kanalları için de
kullanması gereken örgütsel ilişkileri verir. Nebil Rahuma bu görüşme
sonrasından kısa bir süre sonra örgütsel ilişkilerle Antakya ya geçer.
Yeşil pınar beldesinde 15 gün kadar yoldaşlarının evlerinde kalır.
Arkasından dönemin sorumlusu Tacettin Sarı ve çocukluk arkadaşı A.
Kandur tarafından sınara götürülerek, güvendik bir kaçakçı ilişkisiyle
Suriye'ye geçirilir. Oradan da kısa süre sonra Lübnan'da ki FHKC
kamplarına ulaşır.
 
 
1980 yılı ağustos ayında M.Ural Lübnan'a FHKC kampına geçtiğinde Nebil
artık orada yoktur. FHKC komutanlarından Nebil'in, orada kaldığı süre
içinde katıldığı eylemler vb. hakkında bilgi alır. FHKC'nin verdiği
bilgiye göre Nebil Rahuma, Filistin de 5-6 ay kadar kalmıştır. Nisan
1978 sonlarına doğru Filistin'e geçen Nebil, Eylül veya Ekim 1979
tarihinde Türkiye'ye dönmüş olmalıdır.
 
 
Buradan çıkaracağım sonuç Nebil Rahoma 1980 yılı Ağustos ayından önce
Türkiye ye dönmüştür 29 Eylül 1980 tarihinde öldürülme tarihi dikkate
alındığında bir yıl kadar süre Türkiye de ağırlıklı olarak İstanbul da
kalmıştır.
 
 
Nebil Rahuma Nasıl Öldürüldü?
 
 
Nebil Rahuma GK üyesi olduğu HDÖ tarafından;
 
 
Ziya Erdönmez, Mehmet Yıldırım, Cemalettin Düvenci, Mete Özer, Ali
Özyürek isimli kişilerin oluşturduğu bir mahkemece;
 
 
1- Devrimci Ahlaka aykırı tutumlar,
2-Örgüt parasını başka bir örgüte vermek.(Yani İbrahim Yalçın'a.)
3-Bir örgüt üyesinin pusu kurularak öldürülmesinde ki komploda yer
almak.(Ali Çakmaklı'nın öldürülmesi kastedilmektedir.) suçlarını
işlediği iddiasıyla yargılandıktan sonra verilen karar gereği
öldürülmüştür.
 
 
Nebil Rahuma'nın cesedi 30 Eylül 1980 tarihinde Güngören de Ateş tuğla
fabrikasının yanında ki boş bir arazide, temizlik işçileri tarafından
bulunur. Cerrahpaşa tıp fakültesinde yapılan otopsi sonucunda kafasına
iki el ateş edilmek suretiyle öldürüldüğü tespit edilir. Aynı zamanda
parmak izlerinden kimliği de tespit edilerek Antakya nüfus müdürlüğüne
ölüm ilamı yazısı gönderilir ve nüfus kaydından düşürülür.
 
 
Nebil Rahuma'nın cansız bedeni kimliği tespit edilmesine rağmen
ailesine verilmeyerek, Bakırköy kimsesiler mezarlığına
numaralandırılarak, defnedilir.
 
 
Nebi Rahuma'nın ölümünden hemen sonra kimliği tespit edilmiş olmasına
rağmen ve nüfustan düşürülmesine rağmen, neden ailesine teslim
edilmeyip, kimliği belirsiz ceset muamelesi yapıldığının gerekçesi,
bilinmemektedir.
 
 
 
 
Nebil Rahuma'ya yöneltilen suçlamalar.
 
 
Nebil Rahuma, yıllarca birlikte mücadele verdiği arkadaşları
tarafından, hiç kimsenin ona yakıştırmadığı, bir iddiayı da içeren bir
yargılama sonucunda, suçlu bulunur. Bu iddiaların alelacele üretilmiş
ve bir telaşla Nebil yoldaşın öldürülmesine neden oluşturulmaya
çalışılmıştır.
Nebil Rahuma'nın öldürmesi sürecini izlediğimiz de ilginç gelişmelerle
karşılaşıyoruz. HDÖ tarafından yapılan yazılı açıklamada yer alan
iddiaların düzmece olduğu ve alelacele hazırmış olduğu bariz bir
şekilde görülmektedir.
 
 
Ne oluyorsa Eylül ayı içerisinde oluyor. Devlet ajanlarının cirit
ettiği bir dönemde, tam bir karmaşa yaşayan örgüt yapısı içerisinde
yaşanan tartışmalar ve güç mücadelelerinin uç verdiği bu süreçte,
Nebil Rahuma'ya ilişkin önemli bir gelişme yaşanmış olması gerekir ki,
12 Eylül en ağzın saldırı dönemin de, böylesi bir öldürme eylemi
yapılmış olsun.
 
 
Konuya ilişkin canlı tanıklarla birebir konuşmalarımız da ciddi bir
kuşku ve kaygı ortaya çıkmakta. Laflar arasına sıkıştırılan, "güven"
kavramı asıl nedeni oluşturuyor gibi. Nebil Rahuma'nın hep tek
yakalanması, örgüt ilişkileri içerisindeki operasyonlarda
yakalanmaması, tek kaçması, kaçtıktan sonra örgüt ilişkilerini rahatça
bulması vb. fevri davranışları kendi arkadaşlarının kafasında soru
işaretleri oluşturuyor. Filistin dönüşü doğrudan HDÖ ile ilişkiye
geçmesi, ama aynı zamanda Acil örgütü ile de dirsek temasını
sürdürmesi kaygıların biçimlenmesinde önemli bir neden oluşturuyor.
 
 
Nebil Rahuma ve Ali Çakmaklının öldürülmesi arasında ki ilişki.
 
 
Nebil Rahuma'nın Ali Çakmaklı'nın öldürülmesine misilleme olarak
öldürüldüğü iddiası yer yer gündeme getirilmektedir. Bu iddia,
zamanlama açısından ve sonrası süreçte yaşananlar dikkate alındığında
akıllara ziyan bir iddiadır.
 
 
1980 yılı Eylül ayında, yani ölümlerin yaşandığı bu süreçte Nebil
Rahuma HDÖ GK üyesi iken Ali Çakmaklı HDÖ Adana il sorumludur.
 
 
Nebil Rahuma Eylül başlarından itibaren 15 gün arayla ikinci kez
Adana'ya gitmiştir. Anlatılanlara ve yazılı belgelere bakıldığında,
Nebil Rahuma 4 veya 5 Eylül tarihin de Adana'ya ilk gidişini yapmış ve
Ali Çakmaklı'ya 10 kg. yakın bir miktarda altın bırakmış, silah
alınmasını istemiştir. İkinci gidişi ilk gidişinden 15 gün kadar sonra
olmuştur. Yani Eylül ayının 20'si ya da 21 günü Adana'da olması gerek.
Her iki gidişinde de HDÖ il sorumlusu olan Ali Çakmaklı ile
görüşmüştür. İkinci gidişi Ali Çakmaklı dan talep ettiği malzemeleri
almak içindir. Ancak talep edilen malzeme alınmamış ve kendisine
teslim edilmemiştir. İstanbul dan kendisiyle birlikte gelen ve
kuryelik yapacak olan kız arkadaşını (Z.Melis Düvenci) tek bir tabanca
vererek geri İstanbul'a yollamıştır.dönmesini istemiştir Kendisi Adana
da kalıp, 23 eylül tarihinde saat 4-5 civarı tekrar Ali Çakmaklı ile
görüşmüştür.
 
 
Ali çakmaklı 23 Eylül 1980 tarihi akşamı öldürüldü. Ali Çakmaklı'nın
ölüm haberi 25 Eylül 1980 günü gazetelerde yer aldı.(Milliyet gazetesi
arşivi- Haber ölü bulundu şeklinde verilmiştir.) Nebil Rahuma, Zeynep
Melis Düvenci'den hemen sonra İstanbul da oluyor. Ali Çakmaklı'nın
öldürüldüğü bilgisi bile İstanbul'a en erken 3 gün içerisinde ulaşır.
Yani Nebil Rahuma ile aynı zamanda ulaşmıştır.
 
 
Bu haber üzerine, CİA ve KGB birleşip, tüm imkanlarını kullansalar da
(12 eylül koşullarını da hesaba katarak) öldürenlerin kim olduğunun,
nasıl bir komployla olduğunun keşfedilmesi imkansızdır.
 
 
Nebil Rahuma'nın öldürülmeden önce 3-4 gün tutuklu kaldığını dikkate
aldığımız da , Ali Çakmaklı'nın ölümünden 2 yada 3 gün sonra
tutuklandığını ortaya çıkar Bu durum ise Nebil'e, Ali Çakmaklı'ya
karşı komplo kurmada ortak olduğu suçlamasının yöneltilmesini imkansız
kılar. Bunu bilmek için tek yol tanrıdan vahidir.
 
 
HDÖ'cüler bu iddiayı yaptıysa, en iyimser ihtimalle, başka bir şeyleri
örtmek için yaptılar demektir. Derme çatma bahaneler üretip Nebil
Rahuma'nın sırtına toplu bir suçlama koyma çabasına girişmişler
demektir. Zira üç suçlamanın hiç biri diğeriyle, tarihlemelerin
endekslenmesi sonucu tutarlı olmalarının mümkünü yoktur. En barbar 12
Eylül diktatörlüğü bile Serdar Soyergin'i idam edebilmek için 40 güne
ihtiyaç duydu. HDÖ'cüler Pol Pot olsa bile, Nebili öldürmek için bir
iki haftalık tiyatral araştırma yapmaları gerekirdi.
 
 
Kaldı ki,Öldürülen bir yoldaşları için,(Ali Çakmaklı için) daha üst
düzeydeki bir yoldaşlarını sorumlu tutarak cezalandıran bir örgüt,
uğruna misilleme yaptı, yoldaşını tek bir gün ve tek bir satırla dahi
anmamasını düşünüle bilinir mi? Hem uğruna misilleme yapıp, insan
öldüreceksin hem de 30 yıl boyunca tek bir defa bırakınız anmayı,
adını bile ağzınıza almayacaksınız?
 
 
HDÖ öldürüldüğün de kendi il sorumlusu olan Ali Çakmaklı'yı tek bir
gün bile, tek bir yazı ile bile anmamıştır. Bu durum Ali Çakmaklı ile
HDÖ arasında, anmayı bile engelleyecek ciddiyette sorunlar olduğu
açıkça gösterir. Aynı zaman da onun için bir misilleme yapmayacağının
da açık bir göstergesidir.
 
 
Ayrıca bir önemli noktayı da burada belirtmek gerek. Ali Çakmaklı 9
Eylül 1980 tarihin de Obalar caddesinde bir başka örgüt tarafından
düzenlenen korsan bir gösteride yaralanmış ve hastanede tedavi görür
iken arkadaşları tarafında kaçırılmıştır. Yarası ciddi değildir, ancak
polis tarafından aranmaktadır. Yani Nebil Rahuma'nın ilk görüştüğü
süreçten sonra, arada yaralanmış, polis tarafından yakalanmış ve
kaçırılmıştır. İkinci görüşme bu olayların yaşanmışlığı üzerine
yapılmıştır.
 
 
Nebil Rahuma'nın Ali Çakmaklı'ya misilleme olarak öldürüldüğü iddiası
tam anlamıyla bir saçmalıktır. Zaman açısından bunun mümkünü yoktur.
Ali Çakmaklı'nın ölümü ile Nebil'in ölümü arasında 6 gün var. Nebilin
tutuklandığı tarih itibariyle ise olsa olsa 2-3 gün vardır. Vahi
gelmiş olsa bile, yazılması için daha fazla zamana ihtiyaç duyar.
 
 
Acil örgütüne verildiği söylenen para kime, kim tarafından verilmiştir?
 
 
İbrahim Yalçın el yazmalarının birinde şöyle diyor;
 
 
"....12 eylülün en azgın günleriydi,...... Engin, Yenibosna'ya yakın bir
evde kalıyordu, paramız yoktu ve maddi sıkıntı içersindeydik, tam bu
sırada Kartal Maltepe'de iki kuyumcu ayni anda soyulmuş ve 15 kilo
altın alınmıştı. Eylemin yapılış biçimi bize hiç de yabancı
gelmemişti, bu eylemi HDÖ'lü arkadaşlar yapmış olabilirlerdi, Nebili
ilk gördüğümde, bunu siz mi yaptınız, diye sordum güldü ve evet dedi.
Paraya ihtiyacım olduğunu söyledim hiç düşünmeden "Ziya'nın ( Ahmet
Ziya Erdönmez, daha sonra "Kadıköy nüfus idaresi" baskınında
öldürüldü) evinde bir miktar altın var söyleyeyim getirsin" dedi.
Belirlediğimiz günde ve saatte Ziya Erdönmez bir kese kâğıdı içersinde
iki kg kadar altını bana verdi," diye yazıyor.
 
 
Aynı olayı bir başka yazısında anlatırken bakın ne diyor:
 
 
(...) Nebil'in Acilciler örgütüne para aktardığı yalanını uydurdular. Bu
yalanın oz aman ki canlı şahidi, benim kadar Z.Erdönmez'dir. (Canlı
şahit dediği Z.Erdönmez, 17 Ekim 1980 tarihinde öldürülüyor.) Çünkü
bahsedilen para bana verildi. Parayı ben Ziyadan talep ettim. Ve Ziya
Nebil vasıtasıyla bu parayı bana ulaştırdı. Bu bakımdan Ziyanın
Nebil'i suçlaması imkansız. (İ.Yalçın Nebil Rahuma kimler tarafından
öldürüldü, yazısı)
 
 
İbrahim Yalçın sızıntısı bir olayı iki değişik şekilde, uydurarak
anlatıyor. Olayın olup, olmadığı, oldu ise nasıl olduğunu, kime
söylediğini, parayı kimin getirildiğini bilemiyoruz. Bu kadar alenen
bir konuda yalan söyleyen bir adamın da söylemine inanmak mümkün
değil. Bir gerekçe ile bunları uyduruyor. Kendi devlet ilişkilerini ve
yaşanan sonuçlarını gizleyebilmek adına da yapmış olabilir. Bu
sızıntının Nebil Rahuma'nın ve Ali Çakmaklı'nın öldürülmesinde ki rolü
konusunu da, araştırmak gereklidir.
 
 
Nebil'i öldüren silah MHP Eyüp ilçe teşkilatına nasıl gitmişti?
 
 
Nebil Rahuma'nın öldürülmesinin düğümlendiği nokta burasıdır.Nebil
Rahuma'nın öldürülmesinde kullanılan 7.65 çapındaki tabanca, olaydan
sadece 7 gün sonra,6 Ekim 1980 tarihinde MHP Eyüp ilçe binasında Davut
Yüce isimli bir faşistin üzerinde yakalanır. Nebil Rahuma Merter de 29
Eylül 1980 tarihinde kendi örgüt arkadaşlarınca öldürülür. Onu öldüren
silah, 7 gün sonra Eyüp MHP binasında ortaya çıkar. Hem de katil bir
faşistin üzerinde yakalanır.
 
 
Bu silah Merter den, Eyüp'e nasıl gitmiştir?
 
 
Kimler tarafından götürülmüştür?
 
 
Davut Yücenin belinde ne işi vardır?
 
 
Tüm bu sorular yanıtlanmadan, Nebil Rahuma'nın öldürülmesi olayı asla
aydınlatılamaz.
 
 
Diyelim ki Nebil Rahuma'yı öldürenler, öldürdükleri silahı olay yerine
attılar ve silah Nebil Rahuma'nın cesedi bunduğun da, bulunamadı.
Sonradan her hangi birisi bu silahı buldu ve MHP Eyüp ilçe binasına
kadar götürdü ve Davut Yüce adlı faşiste verdi. Ve Davut Yüce de bu
silahı beline koyup MHP Eyüp ilçe teşkilatına gitti. Ve orada rast
gele bir baskın oldu ve silah yakalandı.
 
 
Bu kadar tesadüfün çok kısa bir sürede birlikte olması kesinlikle
mümkün değildir. Hiç kimse bunu tesadüflerle açıklamaya
kalkışmamalıdır.
 
 
Birincisi; HDÖ davasında daha önceden Bekçi öldürülmesinde kullanılmış
silahlar bile yakalandı. Yani eylemde kullandıkları silahı atmak gibi
bir alışkanlıkları asla yok.
 
 
İkincisi; diyelim ki atmaya karar verdiler bunun yapılacağı yer denize
atmak veya bulunamayacak bir yere atmaktır.
 
 
Üçüncüsü, yine diyelim ki atmaya karar verdiler, en azından
parçalayarak atmaları gerekirdi. Her parçasını değişik bir yere
atarak, bulunmasını engellemeye çalışmaları doğru olanı idi.
 
 
Dördüncüsü; Diyelim ki Nebil Rahuma'yı öldürünce telaşlandılar veya
korktular. Nebil Rahuma öldürüldüğünde başında olanlar, eylem alanın
da en tecrübeli militanlar olarak bilinenlerdi. Daha önce pek çok
eylemi soğuk kanlılıkla yapmış insanlardı. Böyle bir telaşa kapılmış
olmaları mümkün değildir. (Üstelik Nebil Rahuma'nın öldürülmesinden
sonra bu insanlar üç kişinin(Cemalettin Düvenci, Mehmet Yıldırım ve
Ziya Erdönmez) çatışmalarda öldürüldüğünü biliyoruz.
 
 
Burada açıkça belirtmek gerekir ki, Nebil Rahuma'nın öldürülmesinde ve
o süreçte yaşanan pek çok olayda, kesinlikle devlet ve devletin
işbirlikçileri vardır. Yaşanalar bize bunu açıkça göstermektedir.
 
 
Nebi Rahuma, örgüt içi hesaplaşmanın ve çatışmanın dorukta
olduğu,devlet ajanlarının örgüt içlerinde cirit attığı, insanların
birbirlerini tasfiye etmek için her yola başvurdukları bir tarihsel
süreçte, harcanmıştır. Nebil Rahuma harcanırken, devrimci ve insanı
pek çok değerde onunla birlikte harcanmıştır.
 
 
Acil demokrasi