Arkadaşlar,
Toplu gönderimler çoğu zaman hoşnutsuzluk yaratır, bunu biliyorum. Ama buna rağmen böyle bir yöntem uygulamak zorunda kaldığım için kusura bakmayın. Bir süredir bizlere, geçmişimize, hareketimize ve değerlerimize musallat olarak saygısızlık yapan bir mikrop türemiş. Bu mikrobun yaptıkları, nesnel olarak kesinlikle karşıdevrimciliktir, devlete, polise hizmettir. Bu kapsamda şehitlerimize, geçmişteki devrimci mücadelemize küfürler etmektedir. Bunu da Engin Erkiner adıyla ve sol cenahta edinmiş olduğu konumla yapmaktadır. Küfür ettiği değerler devrimcilerin ortak değerleridir. Bu nedenle en son küfürlerine yanıtı da içeren ve yapmakta olduğumuz ŞEHİTLER HAFTASI etkinliği ile ilgili bilgiler içeren Mihrac URAL yoldaşımızın bir yazısını ekte iletiyorum. Selamlar. (Mehmet Güzel)
24-30 Kasım Şehitler Haftası, Mahirle’rden İlkerler’e, Yüksel Eriş’ten Ömür Karamollaoğlu’na, Nebil Rahuma’dan Recep Güregen’e, Süham Över’den Hanna Maptunoğlu’na THKP-C (Acilciler) örgütü şehitlerini kapsayan bir haftadır. Buna rağmen Şehitler Haftası’nda Devrim ve Özgürlük mücadelesinde şehit düşmüş tüm devrimci değerleri anıyoruz. Her şehidi ortak şehidimiz, şehitleri de birliğimiz olarak görüyoruz.
Bu hafta her defasında Acilcilerin halkla ilişkisinin bir ifadesi ve mücadelemizin hatalarıyla sevaplarıyla üstlenilmesi olmuştur. Bu geleneği 12 eylül öncesinden sonrasına ve bu günlere taşıma kararlılığı ve bilinci göstermek gerçekte halkla ne ölçüde iç içe olunduğunun bir ifadesidir. Şehitlerimiz halkımızın evlatları ve halkımız evlatlarına sahip çıkma kararlılığındadır. Şehitler haftasının bu yılki etkinlikleri kapsam açısından da daha genişletilmiş siyasal mücadelemizin aldığı açılım ve yönelimleri dillendirecek bir boyut kazanmıştır.
Örgütsel mücadelemizin bu alanlarda belediye başkanlıklarımızın belde festivallerinden, yerel ve geleneksel kutlamalara kadar etkinlikleri bulunmaktadır. “Evvel Temmuz Bayramı” kutlamaları gibi halkın tarihin derinliklerinden gelen sosyal girişimleri, Ğadir Bayramı gibi halkın inançlarına saygı etkinlikleri de bulunmaktadır. Bu ölçekte halkın içinde olunan bir örgütsel siyasal mücadeleyi algılayabilmek için Antakya’yı, tarihini, kültürünü, inanç ve siyasal yönelimlerinin altındaki dinamikleri sağlıklı algılamayı gerektirir. Etkinliklerimizin amaçlarından biri de budur.
Bu çalışmaların tümü örgütümüzün yönlendirmeleriyle, ortak ülkemizin özgürlük ve demokrasi mücadelesine akıtılması temel amacımızı taşır. Bu mücadelenin felsefi derinliklerini ve dünyayı kavrayış dinamiklerini de sosyalizm belirlemiştir.
Bundan rahatsız olanlar, bu etkinliklerin artan genişliklerine paralel gösterdikleri tepkiler solun kaderinde olan bir gelenekti. Ancak bu geleneği devam ettirecek bir solun olmadığı, tersine en küçük bir etkinlikte tüm sol güçlerin dayanışmaya yöneldiği bir tarihi süreçten geçtiğimizi belirlemek gerek. Buna rağmen böylesi etkinliklere karşı rahatsızlıklarını gösterip, karalamalar yapanların artık örgütsel bir davranışla değil bireysel saiklerle bunu göstermeleri, tepkilerinin şüpheli olmasına, muteber olmamasına yeterlidir.
Şehitler haftasının bu tür insanların iç dünyalarında yarattığı yıkım anlaşılabilir bir şeydir. Zira bu türler hayatlarında kitlesel bir siyasal örgütlenme için de ve ortamında olmamışlardır. Halkın fiili olarak katıldığı hiçbir örgütsel süreçte yer almamışlardır. Halkın etkisi, eğilimleri, inanç ve sosyal davranışlarının hesabını yapacak bir yerde olmamışlardır. Bunun üstüne örgütlerini polise kronolojik olarak teslim etmiş birer itirafçı olarak gösterecekleri tutumların ortalığa şüpheler yaymaktan öteye geçmeyeceğin anlamak zor değildir.
Bir etkinlik yapılıyor halkın katılımı sağlanıyor yok olmuş solun bir kolu toparlanıyor bununla dayanışma varken, kara çalmalar ve şüphe üflemelere nasıl yer bulunabilir. Bunu izah edebilecek tek şey özel harp dairesi yöntemleri ve provokasyonlarıdır. Kimse bu cümleleri tepkiye tepki olarak ele almasın, sadece olayları ve tutumları karşılıklı bir şekilde yorumlasın varacağı sonuç bu olacaktır. Devrim Şehitleri Haftasına tepki bir derin devlet tutumudur.
Yeşil Kuşak ve Şehitler
Vietnam yenilgisi ABD yönetimleri üzerinde büyük bir şok olmuştur. Bu güne kadar bu sendromla boğuşmaktadırlar. 1970’lerdeki mali krizle bozulan II. Dünya savaşı sonrası tüm dengeler soğuk savaşı son bir düelloya çevirmişti. Amerikan stratejistleri Sovyetleri ve sosyalizm adına eğilimli her alanı Yeşil bir kuşakla kuşatmak için planlar ve senaryolar geliştirmeye giriştiler.
Kafkaslarda milliyetçi eğilimleri dini eğilimlerle birleştirip körükleyerek mali ve eğitim açısından gerekli katkılar yapılarak lojistik tüm sorunları temin edilerek Sovyetlerin güneyden kuşatılmasını tamamlamaya giriştiler. Afganistan’da, Pakistan’da, Hindistan’da bağnaz dinci eğilim taşıma potansiyeli olan her yerde Yeşil Kuşak örülmeye başlandı. Bu günün el Kaide’si bunun ürünü olarak şekillendi. O gün bu gündür gerçek anlamda birer terör örgütlenmesi olan bu hareketler ABD’nin ürünü olarak piyasaya sürüldü.
“Yeşil Kuşak” Sovyetler yanlısı Arap ülkelerinde de özgün senaryolarla ikame edilmeye çalışıldı. Bunların başında Suriye geliyordu. Merkezi Mısır’da olan ve orada yine Amerikan istihbarat teşkilatının ulusalcı Nasır yönetimine karşı organize ettiği ve harekete geçirdiği Müslüman Kardeşler örgütünün ideolojik uzantıları olarak Suriye’de örgütlenerek harekete sokuldu. Bu girişimle, dünyanın dinci temelde ilk terör eylemleri en yaygın ve etkin haliyle Suriye’de ikame edilmiş olundu. 1980’li yıllar inanılmaz kanlı yıllar olarak geçti; ilkokullara yapılan bombalı eylemlerle katledilen bebeleri, sokaklarda patlatılan arabalarla katledilen ilgili ilgisiz sivil halka kadar her masumu kapsayan bir cinnet ortaya konmuştu. Kimliklere bakılarak, yöreler ve isimlerden inanç farklılıkları tespit edilip insanlar katlediliyordu.
Müslüman Kardeşler Örgütü sahnede
Bu terör örgütü ilk adımda Cisir el Şuğur denilen bir beldede silahlı ayaklanmayla devlet ve sivil kurumları ele geçirmeyi denedi. Kanlı çatışmalarla dizginlenen bir girişimdi. Klasik bir sosyalist parti örgütlenmesi içinde olan Baas üyelerinin etkin katılımı ve halkın sürece desteği kazanılarak bu girişimler dizginlendi. Müslüman kardeşler örgütünün “Alevi azınlık yönetim” adlı demagojisine prim vermeyen çoğunluk Sünni Suriye Arap halkı bu mücadelenin sonucunu tayin etti.
Müslüman kardeşler hareketi etkin şekilde Saddam’ın desteklediği bir hareketti. Bölgemizin bu güne kadar kapanmayan yaralarını oluşturan Saddam yönetimi bir taraftan Kürtlere karşı inanılmaz katliamlar yürütürken diğer taraftan yoksul Şiileri topraklarından sürgüne zorlayan tehcir dayatmaları yanı sıra Suriye’de Müslüman kardeşler hareketine her türden desteği akıtıyordu. Bu girişimler 80’li yıllar boyunca, Suudi prensleri ve CİA denetiminde bir kanser hücresi gibi yaygınlaştırıldı.
Suriye ilerici yönetimi, bu organize teröre karşı halkına dayandı, Aleviler Sünniler ve özellikle ülkesindeki Kürtlerle sıkı bir dayanışma içinde bu mücadeleyi sevk ve idare etti. O günlerde Suriye’de mülteci olan bu günkü Irak Cumhurbaşkanının deyişiyle; “Suriye biz Kürtleri Saddam zulmünden koruyan ve örgütlenmemizi sağlayıp, haklı mücadelemize destek veren bir ülkedir. Suriye “ebiya” (cömerttir, kapsayıcı, kucaklayıcı) onun hakkını hiçbir zaman ödeyemeyiz” dedi. ( Bu sözleri son Suriye ziyaretinde TV kameraları karşısında da tekrar etti. Bu satırların yazarı bu sözleri Talabani’nin kendi ağzında Abdullah Öcalan’la görüşmesi sonrasında yapılan bir toplantıda duymuştur.)
Demem o ki, Suriye ilerci yönetimi ülkesinin mozaiğine doğru politikayla yaklaşarak ve onların desteğini alarak bu kanlı terör örgütü gericilik odağı bağnazlarla son düelloya tutuştu. Hama olayları böyle ortaya çıktı.
Bölgenin tüm gerici güçleri prensleri, kralları, Saddam gibi diktatörleri İsrail ve ABD casusları bu son karşılaşmada yerlerini almışlardı. Ortaya çıkan silahlar, paralar, pasaportlar, mühürler belge ve deliller, bu suç şebekesi Müslüman Kardeşler örgütünün ABD, İsrail bağlantısını gösteriyordu. Hedef o günkü dünya saflaşmasının mantığına uygun olarak Sovyet yanlısı İlerici Suriye yönetimini yıkmaktı.
Bu düelloyu ağır kayıplar pahasına İlerici güçler kazandı. Dünya’nın dinci temeldeki ilk terör örgütü Müslüman Kardeşler Örgütü Hama’da böylece kırıldı.
Kırılan bölge gericiliğiydi. Tüm bölge halklarının çıkarına olan bu sonuçta, bölgenin tüm dinlerinden ve etnik yapılarından insan toplulukları omuz omza mücadele etmişti; bu son kapışmada Arapların Sünni, Alevi, Dürzi, Hıristiyan inanç türleri ve etnik toplulukları Kürtler, Ermeniler, Süryaniler yerlerini almışlardı. Filistin devriminin tüm ilerici örgütleri de bu süreçte omuz omuza bulunmuştu.
ABD için, Suriye yönetiminin kırılması gerekiyordu. Bu amaç bu eğilim bu gün içinde tüm verileriyle açıktır. Akdeniz’den Kafkaslara uzanan enerji hattını denetlemek için Suriye’ye diz çökertmek gerekiyordu.. Ancak bu başarılamadı. Çünkü Suriye yönetimi halkıyla bütünleşmişti.
ABD’nin Vietnam sendromu Suriye sendromuna dönüşmüştü. Şaşkın intikam girişimleri Lübnan’ın işgaline yol açan 1982 İsrail saldırısı ve işgali dayatılmıştı.
Bölgeye nefes aldırmıyorlardı. Her tarafı kan gölüne çevirmek ve ilerici etkinlikleri kırmak için her köşeden kıyım yapıyorlardı. Suriye burada da savaşın içindeydi 14 000 evladını Filistin davası için şehit verdi. Filistinli örgütlerin gevşeklikleri silik konumları Suriye’yi Lübnan’da savaşın merkezine koymuştu. Bu ülke Filistin davası için vermesi gereken her şeyi vermekten çekinmedi. Bu gün bile en azılı düşmanları bu savaştaki 14 000 Suriyeli şehidin anısı önünde eğilmektedirler.
Bölgede savaşlar birbirinin uzantısı olarak sürdü. Bölgemizdeki siyasi tutum ve davranışların belirleyicisi de budur. Bölgemizin her hangi bir köşesinde gelişen siyasal sosyal askeri bir olayı diğer olaylardan bağımsız ele almak mümkün değildir.
Bu nokta kavranmadan bölgemizin olayları kavranamazdı.
Cisir el Şuğur olayları, Hama olayı, İsrail’in Lübnan’a saldırısı ve Beyrut kuşatması (Haziran 1982) aynı zincirin birer halkasıydı. Bu halkaların tümünde Arap gericiliği, ABD ve İsrail vardı. İlerici cephede ise Suriye ilerici yönetimi, Filistin devrimci örgütleri ve 12 Eylül sonrası bu bölgeye akın akın gelen Türk-Kürt Arap devrimcileri yerlerini almışlardı.
Uzatmayacağım, bir itirafçı aptalın şehitlerimize dil uzatma cüretini kışkırtan cehaleti de tam bu gerçekleri kavrayamamakla ilgilidir. Bölgemizde olaylar bir zincirleme etkiyle birbiri ardından bu şekilde sıralanarak yaygınlaşmıştı.
80’li yıllar bu süreçleri 70 yıllardan almıştı. Bölgemizde Ürdün gericiliği yine aynı güçlerle (ABD-İsrail ve Arap gericiliğiyle omuz omuza olarak) Filistin devrimini tasfiye etmek üzere 1970 kara eylülüyle Filistin halkını kanlı kıyıma uğratmıştı.
Bu kanlı girişim Suriye’nin askeri baskısı, Libya ve Mısırın girişimiyle dizginlenebilmişti. Filistinliler Lübnan’a kaydırılmışlardı.
Bölge saflaşmasında Lübnan süreci
Filistinlilerin, Ürdün sonrası Lübnan süreçleri çok hareketli ve bir o kadar zor geçti. Filistinliler, Lübnan iç savaşında da temel bir figür olarak yerlerini aldılar. Çünkü aynı gerici güçler onları yerden yere kovalıyorlardı. Filistin davası dinamik bir kitle hareketi ve silahlıydı. Bu etkinliğin hakları vardı ve dünya kamuoyu arkalarındaydı. Gasp edilmiş toprakları ve yok edilmiş hukuklarını kazanmak için mücadeleye kararlıydılar. Bölge gericiliğin ise bu davayı tasfiye ederek sorunlarından kurtulma isteği ön plandaydı. Bu açıdan bölgemizin her alanında, vuku bulan her olayında saflaşma belirgin biçimde aynıları aynı yere ayrıları ayrı yere oturtuyordu.
Tekrar ediyorum bölgemizde her olay aynı zincirin halkaları olarak birbiri peşi sıra sıralanır ve saflar öylece belirlenir. Bunu anlamadan ne dünün ne bu günün olaylarını kavramak mümkün değildir. Ayrıntılara kaçmadan belirtilmesi gereken en önemli veri budur.
Tekrar Müslüman Kardeşler’in Hama yenilgisi ve sonrasına dönecek olursak.
Bu sarsıcı yenilgi ABD, İsrail ve tüm gerici Arapları derinden etkiledi. Eli kanlı terör örgütü Müslüman Kardeşler örgütü militanları, kadroları ve işbirlikçileri Suriye’yi hızla terk etmek zorunda kaldı.
Bu kaçakların bir bölümü 12 Eylül Türkiye’sinin himayesi altına girdi (çok doğal olarak da Türkiyeli devrimciler ilerici yönetimin olduğu ülkeye, Suriye’ye girdi. Müslüman kardeşler ne kadar gerici ise 12 Eylül o kadar gericiydi, Türkiyeli devrimciler ne kadar ilericiyse Suriye ed öyleydi. Bu dengeyi başka türlü kavramının olanağı yoktur). Bir kısmı Ürdün gericiliğinin ve en önemli kısmı da Lübnan’a sığındı. 12 Eylül rejimine sığınanlar 1984’lerde, trenlerde, toplu taşıma araçlarında, halkın yoğun olduğu çarşılarda MİT elamanlarıyla birlikte bombalamalar yapmak için Suriye’de bir kez daha boy gösterdiler. Kanlı bir kıyım yaptılar ve yakalanıp her şeyi itiraf ettiler. 80’li yıllar böylesine yaygın ve kanlı yıllardı. Derinlemesine bir saflaşma ve safların kıran kırana mücadelesi vardı. Taraf olmamak açık ve net olarak gericiliğin yararınaydı.Biz Acilciler her zaman olduğu gibi taraftık, dünya ve bölge ilerici güçleriyle omuz omza bulunduk.
Bölgede devlet olarak yönetim olarak ayakta duran ve devrimcilere ev sahipliği yapan Suriye kalmıştı. Bu nedenle dünya ve bölge gericiliğinin gazabını üzerine çekiyordu. Suriye de buna karşı daha çok halkıyla iç içe oluyor ve bölge devrimcileriyle omuz omuza tutum takınıyordu.
Suriye’yi yıkmak istiyorlardı. Bölgenin tek ilerici yönetimiydi. Irak’ta Saddam ABD kuklası olarak Kürtlere kan kusturuyordu; İran’a saldırıyor, Şiileri sürgün ediyordu. Ürdün, İsrail güdümündeydi. Lübnan mozaiği her bir etnik ya da inanç topluluğuna bir devlet kurduracak şekilde bölünmüştü. Bu gevşek ortamda, Türkiyeli devrimci hareketlerin kamp kurma ve kamplarda özgürce eğitim yapma olanağı çıkmıştı. Bu olanaklar Suriye’nin tanıdığı fırsatlar olarak değerlendirildi.
Yukarıda tabloyu sunmaya çalıştım. Bu tablodaki şehit söylemi bölgemizin herhangi bir köşesinde gericiliğe karşı savaşta ya da görevi başında ölen direnişçiye verilen bir onursal bir ödüldü. Bu kapsamda Oslo anlaşması yapılana kadar (13 Eylül 1993) yani Filistinli devrimci örgütler Filistin topraklarına bir biçimde dönene kadar, dünyanın duyduğu bildiği Filistinli devrimci şehitlerinin %99’u söz konusu ettiğim, gerici güçlerle ilerici güçler çatışmasında şehit olmuşlardı. Filistinli şehit sadece İsrail’e karşı cephede dövüşen militan değildi, iç savaşlarda da gericiliğe karşı savaşta düşen her militan bir şehitti. Filistin şehitlerinin %99’unun böyle olması da çok doğaldı. Bu oranın yüksek olması, Filistin halkının işgal edilmiş topraklarından mülteci kamplarına sürülmüş olmasının doğal sonucudur. (biz Türkiyeli Devrimci örgütlerin 12 Eylül rejimiyle başımıza gelen mültecilik olayının bir üst düzeydeki biçimidir)
Bölgenin her köşesi bir savaş alanıydı. Bu savaşlar ve olaylar süreci bir tahterevalli gibi bir yerde inişe giriyor bir diğer yerde yükseltiliyordu. Hama mücadelesi Beyrut kuşatmasına dönüşüyordu. Aynı gerici güçler, bu kez İsrail öncülüğünde “Lübnan’ı Filistinlilerden temizleme” adı altında savaş başlatıp başkent Beyrut’u kuşatmaya alıyordu. Yaser Arafat, Beyrut direnişini ölümsüzleştirmek için, “II. Stalingrad Direnişi” tanımı yapıyordu. Çetin bir direnişti.Bu direnişte de ilerici ve gerici güçler karşı karşıya gelmişti.
Örgütümüz THKP-C(Acilciler) bu direnişin tam merkezindeydi. Lübnan’ın en güneyinden, Beyrut kuşatmasına kadar bu gerici güçlerin saldırısına karşı militanlarıyla, kadrolarıyla savaştı.
Bu savaşta bilinçlice, başında bulunduğum Merkez Komite kararıyla yer alındı. sonuna kadar da bu tutumu sürdürdük. Tam bu sırada, Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi (FKBDC) kuruluş çalışmalarında 14’e yakın Türkiyeli siyasal örgüt liderleriyle toplantı halindeydik. Bu toplantı Suriye’nin verdiği olanaklar içinde Demokratik Cephe’nin Şam yakınlarındaki kampında yapılmaktaydı. Katılımcılar bu savaşta yer almanın enternasyonalist bir görev olduğu ve bölgemizdeki saflaşmada açık bir yer alış olarak belirlenmesi gerektiğini ilan etmişlerdi. Örgütümüz savaş kaçkınlarından da kurtulmuştu. İtirafçı Engin ve avenesi savaş tamtamlarını duyunca kaçışları bizleri daha da özgürleştirmişti. Her santimetre kareye birkaç bombanın düştüğü savaşı kararlı komutan yoldaşlarımızla iç bütünlüğümüzle tamamlamıştık.
Bu, örgütümüzün dirayetli idaresinin bir açık beyanıydı. Bölgenin en sıcak çatışmalarında bir tek yoldaşımız bile yara almadan çıkmıştı. (Bu olay bizlere, birlik ve bütünlük içinde olununca başarının kolayca elde edilebileceğini gösteriyordu, kampları bulandıran savaş kaçkınlarının aramızdan ayrılması bize bunu kazandırdı.)
Bu savaşlar zincirinin içinde yer alışımıza aptal bir itirafçı, “paralı askerlik” diye çamur atmaya kalkışmıştı. Aynı aptal, şehitlerimize hakkında şüphe yaratma çabalarının şehitler haftasına denk gelmesinin soru işaretleri çoktur (bu dönemin ayrıntıları için geniş bilgi için bkz. 4 nolu dosya “4. Filistin dayanışmasına karşı İtirafçı Engin Erkiner’in çamurları”)
Beyrut Kuşatması bitip Filistinliler Suriye, Tunus, Yemen gibi ülkelere dağılırken Türkiyeli devrimciler Suriye’ye dönüyorlardı. Güvenli liman Suriye idi. Talabani’nin dediği gibi “Suriye ebiya” idi. PKK ve THKP-C(Acilciler) silahlı mücadele örgütleri olarak askeri kampları için Lübnan’ın bir biçimde bir kez daha değerlendirme durumunda kaldılar. Güney Lübnan’da olanaksızlaşan yer ediniş Kuzeye Trablus civarındaki Filistin devrimci güçlerinin kamplarını istihdam etmeyi gündeme getirdi.
Örgütümüz burada da yerini aldı. 12 Eylül rejimiyle savaşımız vardı gücümüz oranında yerimizi almalıydık ve bunun için burada eğitim amacıyla enternasyonalist dayanışma ruhuyla bulunuyorduk. Tarablus yakınlarındaki Halbe kampı öylece kuruldu. Bu kampın komutanı Hana Maptunoğlu yoldaştı.
Hana yoldaş MK üyesi birikimleriyle olgunluğu ve yeterlilikleriyle bu kampı sağlıklı idare etmekteydi. Kamplar her zaman sorunların öbekleridir. Buna rağmen hana yoldaş kampı en uygun tarzda idare etmekteydi.
Ancak Bölge ve özelikle Lübnan kaynamaya devam ediyordu. Filistinliler çekilmişti, Lübnan sahasında falanjistler geride kalan korumasız halka kanlı kıyım saldırıları yöneltiyordu. Sabra ve Şatilla katliamı (16 Eylül 1982) öyle ortaya çıktı. Korumasız Filistin halkı mülteci kamplarında çoluk çocuk demeden öldürüldü.
Lübnan, gerici güçlerin saldırıları altındaydı. ABD-İsrail şemsiyesi altında Arap gericiliği el ele, bölgemizin her köşesi kanlı çatışma arenasına dönüştürüyordu. Bunun bir ucu da Trablus’ta tezgahlanmıştı.
Bu noktada Suriye’den kaçan terörist Müslüman kardeşler örgütü militanları Trablus’u merkez edinmiş, onların deyimiyle şehri ayrı bir “emirlik” olarak örgütlüyorlardı. Şeyh Sait Şaban güçleri Suriye’nin Müslüman kardeşler örgütü gibiydi. Bu örgüt İsrail, ABD ve Arap gericiliğinden aldığı destekle, falanjistlerin Beyrut’ta korumasız Filistin halkına karış yönelttiği kanlı kıyımı, Trablus’ta korumasız kalan Begdavi ve Nehr el Barid Filistin mülteci kamplarını ve devrimci örgütlerine karşı yapmayı hedefliyordu. Lübnan’ı Filistinlilerden temizleme amaçları güdüyorlardı. Bu yanıyla genelde bölge savaşları özelde Lübnan savaşları tüm şiddetiyle ilericiler ve gereciler arasında sürüyordu.
Farklı cepheler vardı ama aynı güçler karşı karşıya geliyorlardı. Bölgemizde coğrafi sosyal ilişkiler de buna önemli bir mekan oluşturuyordu. Bunu anlamak için Suriye ve Lübnan ilişkisi mutlaka bilmeyi gerektirir.
Bölgeyi bilmeyenler Suriye ile Lübnan’ı kitaplarda yazılan ya da dünyanın her hangi bir yerindeki iki komşu devlet olarak algılayabilirler ki bu çok yanlış bir algılayıştır. Lübnan devleti tarihte olmayan bir devletti. Zorla Suriye’den koparılmış Lübnan dağ silsilesini I. Dünya savaşı sonrasında, Hıristiyanları koruma adına dayatılmış bir devlet olarak şekillendirilmişti. Ancak iki devlet iki halk yaratmaya yetmemişti. “İki ayrı devlette tek halk” söylemi ve gerçekliği burada anlam buluyordu.
Bu söylem Suriye Lübnan ilişkisini anlatacak önemli bir söylemdir. Bir Lübnanlı okul nereye yakınsa orada okuyordu ve oradan diploma alıyordu. Bir Lübnanlı Suriye’de okuyabiliyor, bir Suriyeli Lübnan’da okuyabiliyor her tür besin maddesi alış verişi de uzaklık ve yakınlığa bağlı olarak her iki devletten de temin edilebiliniyordu. Sağlık hizmetlerinin Suriye’de karşılıksız olması Lübnanlıların yoğun olarak bu hizmetlerden bir Suriyeli vatandaş gibi yararlanabilmesine açıktı.
Son olayların iki devlet arasında ciddi kırılmalara yaratmasına rağmen bu süreç devam ediyor. Aynı aileler, sınır diye söylenmiş vehmi bir çizginin her iki tarafında bulunuyor, aynı dil, aynı tarih, aynı kültür, aynı kader verilerini bir kenara koysak da karşımızda tek bir halk ayrı devletlerde yaşamaya zorlanmış olarak duruyor.
Bu durum sorunları da çözümlerini de aynı mücadeleye bağlıyordu; ilerici güçlerle gerici güçler arasındaki mücadele bölgemizin her alanında aynıyla hakimdi.
Örgütümüz, tam bu noktada ve bu veriler içinde bölge savaşlarının her bir cephesinde aynı tutarlılıkla yer alıyordu. Aynı kaygıları taşıyan PKK ile dayanışma ve danışma süreçlerini planlanmış silahlı eylemlerimizle hayata geçirdik. Bu eylemlerin hangileri olduğunu bilenlerin bilmeyenlere aktarmasının yeterli olacağını söylemek isterim.
Trablus şehrinde böylesi bir atmosferde yer almıştık.
Trablus şehri Lübnan’ın kuzey başkentidir. Köklü gelenekleri ve tutuculukları olan ailelerin merkezidir. İslam’la iç içe Sünni mezhep doğrultusunda eğitim sahlarına sahip bir alandır. Beyrut Sünniliğinin laikliğine karşı, Trablus her zaman muhafazakarlığı temsil etmişti. Bu özelikleriyle Suriye’den kaçan Müslüman kardeşler, kardeşlerini bu bataklıkta bulmuş ve öbek öbek şehri ele geçirmişlerdi.
İsrail’in, falanjistle eliyle korumasız Filistin halkına Sabra ve Şatilla’da yaşattıkları kıyımı, Trablus’ta gerici Şeyh Sait Şaban Kuvvetleri ve destekçileriyle ikame etmek istiyorlardı. Trablusta bulunan İki büyük Filistin kampında yüz binlerce Filistinlinin gücü tehlike olarak görülmüştü. Üstelik Beyrut’tan çıkan önemli bir Filistinli silahlı devrici güç buralara kaymıştı. Bunun tasfiyesi istenmişti. Bunu isteyen de başta İsrail ve ABD’dir, destekçiler de Arap gericiliğiydi.
Arap saflarında ilerici “Red Cephesi”nin karşıtı gerici Arap yönetimleri, Amerika’yla bölgede Müslüman kardeşler isimli kuklalarla iş bitirme çabasındaydı.
İşte tam bu noktada kimin Arap olduğu, kimin Alevi ya da Sünni olduğu, kimin Filistinli Ürdünlü, Suriyeli olduğunun hiçbir önemi yoktu. Saflar açık ve net olarak gericiler ve ilericiler diye ayrışmıştı. Aptallar bunu bilmeyebilir, ama devrimciler bunun farkındaydılar. 12 Eylül rejiminin MİT güçleri, Eymür’leri, Hiram Abbasları ve diğerlerinin Beyrut sahasında yaptıklarının ve kimlerin yanında saf tutuklarının da bilincindeydi (geniş bilgi için Soner yalçın Doğan Yurdakul’un araştırması olan “Bay Pipo” Kitabına bakılabilir. Özelikle 99. sayfa ve sonraları).
Hiçbir olay, bölgenin en ücra köşesindeki olaylardan kopuk değildi. Bu açıdan 1983 yazı çok sıcaktı. İrili ufaklı çatışmalara öyle bir boyut almıştı ki, tüm veriler Ekim Kasım aylarında büyük bir düellonun patlak vereceğini gösteriyordu.
Bu kapışmalarda küçük örgütlerin elinde bile tanklardan uçak savaşlara her türden ağır silah bulunuyordu. İsrail Amerika ve gerici Arap örgütleri (bunun içinde Filistinli, Ürdünlü, Suudi Arabistanlı, Irak ve Suriyeli gericiler de yer almıştı. Tanımlamayı daha da doğru yapmak gerekirse Türkiyeli gereci güçler de resmi olarak, MİT elemanlarıyla bu saflaşmada yerlerini almıştı).
Çatışmalar en doruk noktasına Ekim sonları ve Kasım ayı başlarında ulaştı. Örgütümüz yüksek bir tepede hakim bir mevkide Halbe kampında askeri eğitim amacıyla bulunuyordu. Ancak çatışmaların tam ortasında açık ve net olarak ilerici güçlerin yanında yer almamız ilkelerimiz ve doğrularımızla da uyumluydu. Bunu yapmamak onursuzca ve rezilci bir tutumdu. Sosyalistik, devrimci ve enternasyonalisttik ve bölgemizin saflaşmasında açık ve net bir tutum içinde olduğumuz iddiasındaydık. Örgütün başında olan bir kişi olarak, ilkelerimizin arkasında kararlıca duracaktık. Nitekim bunu hayata geçirdik. Bizi eleştirecek olan önce ilkelerimize bakmalı, onlar uğruna tutarlılığımız nedeniyle ödediğimiz bedele değil.
Bizimle sorunu olan, ilkelerimizi siyasal olarak tartışabilir. Ama ilkelerimiz uğruna ödediğimiz bedelleri bizimle kimse tartışamaz. Hiç kimse ve hiçbir zaman bunu yapamayacaktır. Hele bu bir itirafçı ise, örgütünü polise satmış bir onursuz kişi ise, muhatabımız sahipleridir havlamalarını ciddiye almayacağız. Türkiye solu Doğu Perinçek medresesinin itirafçı aptallarıyla işini uzun zamandır bitirmiştir.
Bu satırların yazarı 15 Kasım 1983 günü Halbe kampındaydı. Yoldaşlarını kontrole gitmiş ve onlarla uzun süren gece sohbet yapmıştı. Yiğit yoldaşım Vedat Erdal’ın kararlığını, Kuvvettin’in cesaretini, Süleyman Kılıç’ın özverili çalışmalarını ve tüm yoldaşlarının dik duruşlarını görmüştü.
16 Kasım sabahı erken saatlerde kamplardan ayrılırken top atışları, havan atışlarıyla birlikte başlamıştı. Filistin mülteci kamplarına doğru yol aldık. Çatışmanın daha yakın alanındaydık. Görevlerimiz bittiğinde dönüş yolunu tutuk. Acı haber peşimizdeydi. Kampta sorumlularından biri Şerif Yoldaş o anı bir kez daha bu satırları yazarken vakıayı tekrarla aktardı: “gün doğumunda top ve havan atışları başlamıştı, siz kamptan yeni ayrılmıştınız. Yoğun çatışmaların başladığı saatlerde, cephe hattının değişik mevzilerinde küçük gruplar olarak dağılmıştık. Yoldaşlarımızın bulunduğu mevzie bir havan topu mermisi düştü. Büyük bir patlamaydı. Çok uzaktan geldiği belliydi. Aynı grup içerisinde mevzilenen Süleyman Kılıç (Kadir) ve Vedat Erdal (Rıza) yoldaşlar, Türbül dağının eteklerinde, şarapnellerin açtığı yaralarla cesetleri parçalanmış halde yatıyorlardı. Üzerimize yoğunlaşan makineli tüfek, havan atışlarının durduğu ilk etapta şehit ve yaralı yoldaşların yanına atıldık. Filistinlisi, Sudanlısı, Yemenlisi… enternasyonalist görevde kimi şehit kimi yaralı. Yapabileceğimiz fazla bir şey yoktu. Onlar şehitti. Bir yandan çatışmaların yoğun seyri, diğer yandan şehitlere karşı yükümlülüklerimizle karşı karşıyaydık.
Kuvvetin Külekçi yoldaş ise bulunduğu mevzi itibariyle, çatışmaların çok yoğun olduğu bir vadide (Deer Ammar-Nehr el Berd arası) şehit olmuştu. Bu ara Hanna yoldaşla, Kızıl Haçın Bulgarlara ait bir aracı vasıtasıyla yoldaşları denetlemeye çıkmıştık. Bir ara dönemdi, geçici ateşkes anlamında. Derken; Salahittin Kaya (Hıdır)’yla karşılaştık, bulunduğu mevzi itibariyle çok dikkatli olması gerekiyordu, uyarılarımızı yapmıştık, örgüt geleneğinden gelen biri değildi, ama saflarımızda bir yoldaş olarak savaşıyordu, o da aynı günün akşam saatlerinde Trablus yakınlarındaki Beddevi kampının girişinde bulunan mevzilerde suikast silahlarıyla (kannas) vurularak şehit olmuştu.
Olayın özü budur, kampımıza yapılan bir baskın söz konusu değildi.
Bu konuda o gün buna benzer haberlerin olması bilgi yetersizliğindendir. Bizler onurla, bilinçle gericiliğe karşı savaşırken, kimimiz yaralandı, kimimiz esir düştü. O kavgada ben de bir başkası da şehit olabilirdi. Bu gün şehitlerimize dil uzatanlar, gericilikle savaşırken bizi arkadan vuranlardı. Oysa biz tüm insanlık için dünya saflaşmasının içinde ilerici güçlerin safında birer etkinlik olarak yerimizi almış, bunun sonuçlarını bilerek mücadele etmiştik. Şehit yoldaşlarımıza dil uzatanlar, öncelikle bu gerçeklerin neresinde duruyorlardı bunu kendi kendilerine sormaları gerek. Bu soytarıları kınıyorum ve yanımda şehit düşen yoldaşların anısına bunun hesabının sorulacağını bildiriyorum” dedi. Sürecin canlı bir tanığı olarak yaşanan olayları aktardı. Dört şehidimiz vardı ve bir süre önce esir düşen Cihat ve Can yoldaşlarımızı ise, ateşkes ortamının sağlandığı bir ara aşamada, gericilerden esir aldığımız kişileri kızıl haç-kızılay aracılığıyla mübadele ederek kurtarmıştık.
Evet doğrularımızın bedelini ödüyorduk, bunu da onur nişanı olarak göğsümüze koyuyorduk. Bin kez aynı konumda olsak da bu onuru taşırız. Şehitlerimize dil uzatanlar bin kez polise düşseler de, polisteki itirafçı tutumlarını tekrar edeceklerini söylemişlerdi. Evet aramızdaki fark bu kadar basit.
Yoldaşlarımızı bu çatışmada şehit verdik. Bu çatışma bölgemiz gerici güçlerine karşı ilerici güçlerin bir savaşıydı. O gün bu elim hadise Merkez yayın organı CEPHE’nin Kasım 1983’te yayınlanan 21. sayısında şöyle dile getirilmişti: “Enternasyonalizim sözden ötedir, yaşamın her anında ve alanında canlı bir dayanışmadır. Acilciler bu komünist görevde yer aldılar alıyorlar…” İşte örgütümüz bu idi ve bizde buyduk.
Yıllardır devam eden, bölgemizin her köşesinde aynı gerici güçlerin fiili kışkırtmasıyla süren bir savaştı. Bağdat paktından, Lübnan çıkartmasına (1958), körfez savaşlarından Hama olaylarına, İsrail’in Lübnan işgalinden Trablus muhayyem (mülteci kampı) savaşlarına kadar süren tüm çatışmalar iki güç arasında geçiyordu. Bu, dünyanın her yerinde de aynen öyle devam ediyordu.
İlericiler biryanda gericiler diğer yanda.
Dünya ölçeğinde Sovyetlerin başını çektiği Sosyalist sistem, ilerici yönetimler ve devrimci hareketlerinden oluşan ilerici güçler hattı ve ABD’nin başını çektiği emperyalist güçler ve onunla ittifak halindeki gerici yönetim ve örgütler vardı Dünya çapında bu saflaşmanın bir alt boyutu aynıyla bölgemizde de sürüyordu. Bu çatışmanın ortasındaydık ve ilkelerimiz, ödeyeceğimiz bedeli düşünmeden tutum almayı gerektiriyordu.
Bir sosyalist harekettik. Sosyalist öğretinin kurtarıcılığına inanmış ve bunu, arkasında durulması gereken doğrular olarak ilkeselleştirmiştik. Böylesi bir örgüt olarak, dünyanın neresinde olursak olalım tarafsız olmamız söz konusu bile olamazdı. Bu günün değişen koşulları ve rehavetiyle bunu söylemekten kaçınmak ancak itirafçıların iç dünyalarındaki ilkesizliklerle açıklanabilirdi. Bu olmayacaktı.
Kararlıydık gericiliğe karşı savaşacaktık ve bu savaş 12 Eylül rejimine karşı savaşın bir parçasıydı. Filistin halkının haklı savaşıydı. Kamplarında eğitim görüyorduk doğruları doğrularımızla kesişiyordu, silah arkadaşı ve mevzi yoldaşıydık. Bu özellikler içinde doğrularımız için kanımızın son damlasına kadar savaşmak bizim onurumuzdu. Bunu yerine getirdik. Yoldaşlarımız şehit oldu. Ölümsüzler arasına katıldı.
Bir süre sonra, yoldaşlarımızın şehit olması ve genel durumu değerlendirmek için kamp Komutanı yoldaşımız çağrılmıştı. Hanna yoldaş görevinin başında, askeri elbiseleriyle ve görevli olarak yola koyuldu. Yanında iki yoldaşımız vardı. Hatice kod adlı (E.O) ve kamp sorumlularından Şerif yoldaş. Bundan sonrasını Şerif yoldaş bu satırlar yazılırken şöyle aktardı “ Arabamız Renault 18 idi. Avrupa’dan yoldaşların örgüte hediye olarak getirdikleri bir arabaydı, yeni ve güçlüydü. Dağ taş demeden çalışan bir arabaydı.
Kampta bulunan önemli oranda silah ve malzemeyi arabamıza alarak yola çıktık. Halbe’den Suriye sınırına kadar yol çok berbattı. Kasisler, virajlar ve savaşın delik deşik ettiği çukurlarla doluydu. En olumsuz yolları geçmiştik. Varacağımız yere gidişte kalan yol düz sorunsuz bir yoldu. Küçük bir iki virajı dışında normal bir yoldu.
Türkiye’ye taşınacak silahlarla dolu bir arabayı sürüyordum ve kamp komutanı Hanna yoldaşta yanımdaydı. Çok dikkatliydim. Ancak o dönem Müslüman Kardeşler örgütünün sık sık saldırıları vardı ve her tarafta kontroller yapılıyordu.
Banyas beldesinin çıkışında bir askeri birim tarafından durdurulduk. Kimliklerimiz kontrol edildi, örgütümüz adına Cephe kimlikleri taşıyorduk. Ancak arabanın bagajındaki silahlar ve yoğunlukları görülünce sorun çıktı. Uzun tartışmalardan sonra bize tutuklandığımızı ve bu malzemelerin ve görev kağıdının sorgulanarak, gerçekliğinin ne olduğunun anlaşılması için “Şubeye” götürüleceğimiz söylendi. Yanımıza bir astsubay verilip bir daha yola koyulduk.
Hanna yoldaş ön koltukta oturuyordu. Astsubay, bizleri sorumluluğu altında şubeye götürürken Hanna yoldaş arka koltuğa taşınmıştı. Snowbar-Cable mevkiine geldiğimizde son bir virajı dönüyorduk. Aniden önümde eski model burunlu büyük bir yolcu otobüsü belirdi. Bu otobüsler çok süratli gider ve yollarda yolcu topladığı için bunlara “Hop Hop” arabaları denirdi. Otobüs virajı büyük bir süratle alıyordu. Yolun en sağına çekilmek üzere biçare ani bir refleks yaptım. Korkunç bir kaza! öldüğümüzü sanmıştım. Gözlerimi vatan hastanesi denilen yerde açtım, yaralıydım. Hanna yoldaş kaza sırasında başını arabanın tavanına çarpınca beyin kanaması geçirmiş ve şehit olmuştu.
Astsubay ise ayağı kırılmış, ağır yaralıydı. Benim kolum kırılmış ve ağır yaralıydım, Hatice yoldaşta yaralıydı. O elim kazada hepimiz ölebilirdik. Önde duran bizler ağır yaralı olarak yaşamda kaldık, en güvenli noktada olan Hanna yoldaş ise şehit oldu. Uzun süre hastanede de tutuklu kaldık. Olayın adli tıp raporları çıkana kadar da tutukluluğumuz sürdü. Bir Astsubay ağır yaralanmıştı ve devleti bunun tüm detaylarını bilecekti. Raporda Hanna yoldaşın kaza esnasında yerinden fırlayarak başının araba tavanına çarpması sonucu şehit olduğu anlaşılmıştı. Olayın evveli ahiri budur.
Hanna yoldaş Kamp sorumlusu olarak görevini ifa ederken yola çıkmıştı. Dönemin 12 Eylül askeri rejimine karşı savaşacak yoldaşlarına silah taşıyordu ve hepimiz tutukluyduk. Bir mücadelenin askeri ortamında, savaş koşullarında, silahlarımızla ve cephanemizle birlikteydik. Şehit olmanın bundan daha farklı bir yeri mi? Anı mı? olur. Bu itirafçı soytarının örgütümüzün yetiştirdiği böylesine değerli bir lidere dil uzatması ancak kin güdüleri ve özel harp dairesi çabalarıyla izah edilebilir ” diyerek, olayı yaşayan bir yoldaşın gözlemleriyle aktardı. Buna benim ekleyecek bir şeyim yoktur.
Hanna yoldaş MK’mızın en değerli yoldaşıydı. Türkiye devrimci hareketine katılmış az sayıda Hıristiyan bir yoldaştı. Şehrimizin özgün mozaiğinin önemli bir rengiydi. Bu satırların yazarıyla çocuklukları birlikte geçmiş, aynı dönemde de örgütlenerek mücadeleye atılmıştı. Yörenin kitlesel bir örgütü olarak bu rengin hakkıyla temsil edilme bilinci vardı. Kaybımız ve acımız büyük oldu. Acımızı kışkırtan itirafçının çamurları, bize haklı olarak en sert yanıtı verme kapılarını aralamaktadır. Bu hakkın kullanılmasını da zamana bırakıyoruz.
Toros’ların güneyi, Fırat’ın ötesi demokrasi manivelasıdır.
Toros’ların güneyi anlamlı bir slogandır. Bu satırların yazarınca bilince çıkartılmış halkına sunulmuştur. Ortak ülkemizin ortak mücadele bilincini içeren ve demokrasi mücadelesine bir manivela daha katma amacı taşımaktadır. Bu bir kararlılık ve sürekliliktir. Şehitlerimize güçlüce sahip çıkarken bu amaçları temel alıyoruz. Bundan ürkenlerin olması da çok normaldir.
Yoldaşlarımız şehit olurken itirafçı ve aveneleri neredeydi? Onlar, savaş kaçkınları olarak, ilerici güçlerin gericilere karşı mücadelesinde yer almamak üzere Avrupa yollarını aşındırmaktaydılar. Bunlar, Avrupa’nın konformizmi içinde örgüt ardı örgüt değiştirerek izlerini kaybettirip sorumluluk alacakları hiçbir örgütlenmeye yanaşmamanın planları içindeydi.
Biz ise elimizi taşın altına koymuştuk ilkelerimizin arkasında durmuştuk.
Şehitlerimiz ve hepimiz yurtdışına neden çıktık? Tek amacımız devrimci mücadeleyi yükseltmek 12 Eylül karanlığına karşı durmaktı. Bu mücadeleler olmadan bu gün ülkemiz hangi siyasal durumlarda çırpınıyor olacaktı. 12 Eylül rejiminin çözülüşü sağlanabilir miydi? Bir kuşağın en dinamik kesimlerini kovuşturan, işkencelerle sorgulayan, zindanlara atan mülteciliğe zorlayan bu rejime karşı mücadele bir demokrasi mücadelesidir. Bu mücadelenin hangi kesitinde olursa olsun ölüm şahadettir. Bunu algılamak için taraf olmak gerek. Örgütlü mücadele kararlılığında bu günde demokrasi mücadelesini yürütmek gerek: bu gelenek olmadın dünü karalamak çok kolay olur dünün değerlerini hiçe saymak çok kolay olur. Ama aynı kolaylıkla da bu türler ceza çekerler. Bu da öyle biline.
Şahadete başka türlü bakmak çok şeyi tartışmalı kılar. Bu akılla Recep Güregen yoldaşı, terbiyesizce ikili görüşmelerin gizliliği içinde “derede boğulan bir hırsız” diye suçlayıp “şehit sayılmaz” demek çok kolaydır.
Elinde bomba patlayan Yüksel Erişi’i “polisle çatışmada ölmedi ki şehit sayılmaz” deyip geçmişte aradaki sinsi rekabetlerin kini adına bunları söylemek koladır.
Yoldaşları inanç kategorilerine, etnik aidiyetlerine bakarak “bunlar şunların, bunların adamı, devrimci olamaz, şehitte olamazlar” diye suçlamak kolaydır. Geçmişte sorunlu olduğu insanlara karşı, geçmişte söylemediklerini bu gün hiçbir siyasi bağının kalmadığı bir ortamda, kırk türden siyasal evlilik yaptıktan sonra aklına getirip suçlamak kolaydır. Ama adama sorarlar dün nerdeydin diye. Bu gün sana bu görevi kim verdi diye…
Bu abeslerle iştigal eden, örgütünü polise toptan teslim etmiş bir itirafçının her şeyiyle açık olan, belge ve tanıklarıyla ortaya çıkmış olan yoldaş ölümlerini ters yüz edip suçlama amacıyla, kin Saiklerinin refleksleriyle ölüm ticaretine dönüştürmesinin vebali çok büyüktür. Bunun sonuçlarından dolayı kimse suçlanamaz.
Bu işler, özel harp dairesinin komplolarını, fiili bir müdahaleye çevirmektir.
Ne oldu da kısa bir sessizlikten sonra bir daha bu çirkeflik nüksetti demeyin. Bunu bilmeyecek bir şey yok. Şehri Antakya demokrasi mücadelesinde ayağa kalkıyor, şehitlerine sahip çıkıyor. Bunun telaşı var.
Adam şaşkın bana “12 Eylül darbesinden korkundan kaçtın” diyor. Bunun nasıl olduğunu anlamadım. Doğrusu, 12 Eylülde darbe olacak, ülkeden çık diyen olmadı. Darbe ben çıktıktan sonra oldu. Bunun için yapabilecek bir şeyim yoktu. Abdullah Öcalan benden önce çıkmıştı 1979’da. Yoksa odamı 12 Eylülden kaçmıştı bunu bilmek zor.
Ama ben iyi biliyorum ki, 12 Eylül darbesinden sonra Türkiye’den çıkanlar arasında itirafçı Engin de vardı. Kaçma eylemine uygun bir şey aranacaksa 12 Eylül darbesinde Türkiye’de olanların ülkeden çıkmasına denmesi gerekmiyor mu? Bunama belirtisi mi desek ne dersiniz ?
Uzun yazıyorum, tarihe mal olsun istiyorum ayrıntıları ortaya koyuyorum. Bu sürecin tek sorumlusu olarak bunu yapmakla yükümlüyüm. Belgelerle, tarihler ve yerlerle ilgili net bilgi veriyorum, tanıklarla konuşuyorum. Salmama bir şey yazarak kimse gerçekleri örtemez. Bunun için, ilgili olan, uzunda olsa yazıları okuma sorumluluğu göstermelidir. Sağlıklı bir kanaati ancak böyle elde edebiliriz.
Şehit haftasına doğru giderken süreci tüm yönleriyle kavramanın önemi büyüktür. Unutmamak gerek bölgemizde aynı ilerici güçler, aynı gerici güçlerle mücadelelerine devam etmektedirler.
Şehitlerimiz, saflarımızı yeterince açık bir şekilde belirlemiştir. Biz şehitlerimizin yolundayız. Kararlıyız ve çalışıyoruz. Derin devlet ve kuklalarının bundan tedirgin olması normaldir.