7 Oca 2010

82.dosya : Mihrabı Kıbleye Dönmemiş Cami’nizin Duvarına Değil, Kubbesine de ...



Mihrac Ural
7 Mayıs 2009



Utanmazlığın ölçüsü bir kez kaçınca, gerisini tutmak mümkün değil. Arsızlık ayyuka çıkar. Adamın sırtı bin kez yere yapışsa da ayıbını örtmek için böbürlenip durur. Kavramları yavanlaşır, gerginleşir ve küfre sapar. Ağzı bozulur. İtirafçı Engin Erkiner’den söz ediyorum. Üç kişilik cemaati, bir itirafçı, bir MİT ajanı bir Paranoyak olan şu “duvarına işenmiş cami” imamından söz ediyorum.



Alman çömezi itirafçı Engin Erkiner’le tartışmanın hiçbir şahsi yanı olmadığını belirterek sözüme başlayacağım. İtirafçıyla benim şahsi hiçbir sorunum yok, olamazdı da. 26 yıldır ne edip ne yaptığına ilgisizim. Örgütsel değerlerime saldırıp, çamur atmasaydı, yine ilgisiz olduğum Almanya solu nedeniylede bu yaratıktan bihaberdim. Alman solunda çalışıyormuş, benim derdim ülkem; Türkiye özgürlük ve demokrasi mücadelesi. Benim derdim Ortadoğu. Zaten itirafçılığı yanı sıra yurtdışında merkez çalışma alanı tartışmalarında o Avrupa dedi ben Ortadoğu dedim. Bu da 26 yıldır bitmiş bir konu.



Sorun nedir…



Adam, 1977 Ağustosunda polise düştüğü an teslim oldu. İtirafçı oldu. Hayallerini bile polise anlattı. Tanıdığı, bildiği, tahmin ettiği kişi, ev, eylem, malzeme vb örgütsel legal-illegal çalışmayla ilgili ne var ne yok her şeyi polise teslim etti.



“Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim” (Engin Erkiner İfadesi, s:16)



Bölge, şehir ve bir bütün olarak örgütü ele verdi. Yakalanan yakalandı yakalanmayan ise deşifre edildi. O gün itirafçı yasası çıkmış olsaydı bundan yararlanmak için ilk başvuracak kişi kendisi olacaktı. Bu kişi Engin Erkiner‘dir



Bu noktada biraz durup düşünmek gerek. Belgesiyle, el yazısıyla ifadesiyle ortaya konmuş bir gerçek olmasına rağmen adam hala konuşuyor; gerisini siz anlayın. Önceleri ifadesine ön söz yazacaktı da. Ama içine düştüğü durum artık ifadesini görmemezliğe gelmeye götürdü onu. Bitmişti. Açığa çıkmıştı. Bu kambur adamın sırtında ölene kadar kalır ne yaparsa yapsın, çevresi ona bir itirafçı gözüyle bakar. Sınırları böylece beli olmuştur. Bunu başardık ve devrimci harekete kendini farklı biri olarak lanse etmesinin önüne geçmiş olduk.



İtirafçı 27 yıl önce (1982) örgütümüzden neden kaçtı. 1982 yılları örgütsel çalışmanın en yoğun ve en riskli dönemiydi. Orta-doğuda büyük savaşlar ülkemizde 12 Eylül faşist askeri rejimi hüküm sürüyordu. Bu ortamda örgütümüzü gerçek anlamda kuramsal bir örgüt yapmaya çalıştım. MK genişletilmiş toplantısı ve ardından konferanslar ve 1.Kongre geliyordu. Bu gidiş itirafçıyı daha da yalnızlaştırdı. Bölgenin tehlikeli gidişinden korkarak Filistin kamplarından kaçanlarla, köylü kurnazlığının hükmü altındaki TKEP’e kaçtılar. TKEP kendine layık olan yöntemle, aramızda oluşturduğumuz “Komünistlerin Birliği İttifakı”nı ahlaksızca çiğneyerek itirafçıyı korumaya aldı. Lağım çukuru her pisliği alırdı. Sonuçta onlar da gördü ki yanlış her yeri bozan bir çürümeden ibaretti.



İtirafçıyla birlikte zindan yattık, yurt dışına çıktık. İtirafçı olmasına rağmen şiddet uygulamadık. Kuşattık ve sorunsuz bir süreç içinde örgütsel bilgi ve karardan uzak tutuk. Kendi adıma, aralarında Nebil Rahuma’nın da olduğu birçok yoldaşın “bu itirafçıyı tasfiye etmemiz gerekir” demesine karşı durdum. İlke olarak karşı durduğum şiddetin bir kez başlayınca arkasının kesilmeyeceğini, başka örgütlerde olduğu gibi bu mantığın en sıradan konularda bile şiddeti gündeme getireceğini belirttim. Şiddete icazet vermeyeceğimi kararlıca savundum.1 Kongrede tüzük hükümlerimizi şiddetten arındırdık.



İtirafçı, yıkıp tahrip ettiği Acilciler örgütünden kaçıp 26 yıl sessizliğe büründü. Aradan on yıllar geçmiş olmasına rağmen dönüp örgütümüze kara çalmaya yönelmesi ise dikkat çekiciydi. Oysa örgütümüz bu itirafçının uzak geçmişinde yer alıyordu. Yakın geçmişinde yer alan ve hala bir biçimde bağı olan örgütle hesaplaşması mantıki açıdan daha tutarlı olması gerekirken, Acilcilere çamur atmaya, saldırmaya yönelmesi gündeme geliyordu.



Örgütsel değerlere saldıran bir itirafçıydı, artık bu gerçeğin bilinmesi gerekiyordu. Bunu da yaptık. Gerçekleri devrimci kamuoyu ile paylaşmayı kararlaştırdık. Polis ifadesini yayınladık.



İtirafçı Engin Erkiner’i yıkan da polis ifadesi oldu. Çirkin yüzü ortaya çıktı. Yaptığımız sadece belgeleriyle kanıtlarıyla bir gerçeği açığa vurmaktan ibaretti. Bu gerçek itirafçıyı çılgınca gerdi. Saçmalamaya, nasıl saldıracağını bilmeden bocalayıp gerginleşmeye başladı. Şehitlerimize bile dil uzattı onları şaibeli hale getirerek mezarlarında bir kez daha katletmeye girişti. İtirafçı acınacak bir sefilliğe düştü. İşi buraya kadardı. Türkiye devrimci hareketinde herkes bu itirafçıyı yeterince tanımış oldu. Bunu yüzüne söyleyen çok kişi oldu. Yüzüne söylemeyenlerin mailleri ise bize sık sık ulaştı. Bunlar arasında yeni ortağı boş teneke bile vardı; ağır sözler yazdı “ yaptığı polisin işine yarar” dedi.



İtirafçıya ortakları yetişti. Kafilesine ilk varan MİT ajanı İbrahim Yalçın oldu. MİT’teki kod adı Şahin olan bu satılmış adam, örgütümüzün 1 kongresini ihbar etmek üzere kaparo olarak MİT’ten 150.000 TL aldığını el yazılı ifadesinde itiraf etmişti. Bu ikilinin bir araya gelişi tesadüf değildi. Bir iki ayakçı daha bu havlamalara katıldı. Son olarak da bir paranoyak adam bu sürecin bir parçası olunca, bunlar bir “cami” kurmuş oldular. Namazları niyazları da Mihrac Ural ve Antakya düşmanlığı üzerineydi. Bunun bilinçaltındaki siyasal ifadesi ise milliyetçilikti.



Bir sendrom hali içinde bu cemaat bu Cami’de ibadet sürdürdü. Biz ortaya belge ve el yazılı kanıt koyarken, onlar kendi uydurmalarını karalama olarak sürdürdüler; şu ana kadar tek bir kanıt tek bir belge tek bir satırlık veri ortaya koymadılar. Gerçekçi olabilecek, burjuva hukukun bile kabul edeceği bir kanıt göstermeden çamur attılar. Bunların solculuğu yoktu, bunların Pol Pot’çuluğu vardı. Burjuvazi bile bir karar ilan ederken yıllarca kanıt belge arar ama bunlar, Doğu Perinçek’in talebeleri olarak kendi iç kurgularını, yalanlarını gerçek yerine koyuyorlardı. Bununla kalmadılar ihbarcılık üzerine ihbarcılık yaptılar; bizimle ilgisi olmayan tercümanları afişe ettiler, adresleri, kimlik olanaklarımızı, çevremizin dostlarını, adı açıklanmaması gereken insanları, örgütsel sır olacak siyasal seyahatlerimizi v.b her şeyi ele vermeye çalıştılar. Bu beyhude çabalar, itirafçının polisteki ifadesi gibiydi, duyduğu, tahmin ettiği her şeyi, emeğimizle yaptığımız ekmek kapılarımızı, işlerimizi bile afişe etmeye çalıştılar. Ama sonuç vermedi.



İtirafçı tıkandığı yerde, ülkemizle ilgisinin olmadığını Alman solundaki çalışmaya döneceğini açıklayarak bir kez daha kaçtı. Bundan da anlaşılıyor ki, ülkedeki işleri sadece tahribat yapmakmış; devrimci harekette tahrip kimin işi, bunu söylemeye gerek yok sanırım. Bunun adı Özel Harp Dairesi…



Alman soluna sığınmak kurtuluş mu onu da göreceğiz.



İşte bu türlerin oluşturduğu topluluk, kendilerine bir “Cami” kurmuş. Cemaati bir itirafçı, bir MİT’e satılmış bir de kendi deyimiyle paranoyaktan ibaret bir "Cami". İşte ben de tam bu Cami'nin duvarına da değil kubbesine işedim. İşemeye de devam edeceğim. Bundan rahatsız olmuşlar, elbette olacaklar mesajım hedef kitleme, yerli yerine varmış



Mihrabı kıbleye dönmemiş Caminize işemek şeran caizdir. Bunu hep yapacağım. Fetva ve amelimin günahı boynumda olsun.