7 Oca 2010

6.dosya : “Genel Sekreter” olarak sorumluluk alan bir kişi”den

Mihrac Ural
mircihan@gmail.com
12 Haziran 2008


Fikri Hoca, benim ortaokul hocamdır. Genç bir öğretmendi, ama yüzünden hiç düşmeyen tebessümüyle, içimizi ısıtan pozitif bir insan olarak belleğimizde ve sevgimizde yer etti. Bu yer, uzun yıllar sürecek bir yoldaşlığa kadar ilerledi.



Yüz yüze son görüşmemiz, Adana’da, içine düştüğümüz kuşatmadan benimle birlikte F, M ve Nebil yoldaşın kaçışı sonrasıydı. Sığınağımız Fikri Hoca’ydı. Gerçekte o noktadan itibaren, 77 Ağustos darbesinin ele verdiği ve firari duruma düşen yoldaşların, örgütü toparlayıp yükseltme süreci başladı; oradan İstanbul’a geçtik ve İstanbul çalışmalarıyla ülke çalışmalarını kaynaştırdık. Samsun’dan Adana’ya, Ankara’dan Kayseri’ye örgütü santim santim yeniden inşa ettik.



O gün bu gün benim açımdan, sevgi ve saygısı baki kaldı yüreklerde, yoldaşlık da.



Son zamanlarda örgütümüz tarihiyle ilgili ortaya çıkan tartışmalara, Fikri Hoca’nın da katıldığı haberini aldım. Sevindim, insanların yavaş yavaş geçmişlerine ilgi duymaya başlamaları benim için çok önemliydi. Esasında bu tarihle ilgili ilk adımı “Binboğa Tırmanışı” yazısıyla başlatmıştım. Kimilerine sıkıntı yaratan o yazının arkasından hızla, yangından mal kaçırır gibi anı yazıları gelmeye başladı. Gecikmiş bir süreci başlatmak bize kısmet oldu. Ancak geriden gelenlerin sorunu tarih ya da onun içinde bir kesit değil, örgütümüze kara çalma, kinleri kusma olarak belirdi. Şu an, bunlarla boğuşuyoruz.



Fikri Hoca’nın sürece buradan başlaması talihsizlik olsa da hakkı ve gerekliydi. Örgütümüzün en önemli kitlesel merkezinde TÖB-DER çalışmaları içinde büyüyen, ve ülkemizin bir çok alanına yayılan çalışmaların anısıyla ilgili gecikmiş bir tarih yazımı yapması daha uygun olurdu. Bu ortak emeklerimizin örgütünün bu alanlarda nasıl çok yönlü (legal, illegal, dernek, mahalli, sendika çalışmalarını içeren) çabaların yükseltildiğini bundan bi-haber olanlara ve gelecek kuşaklara önemli bilgiler aktarabilirdi.



Buna rağmen, hangi kesitinden olursa olsun Hoca’nın söyleyecekleri önemliydi. İçinde yaşamadığı süreçleri bile sakince ve her iki tarafı dinlemeden karar vermeyecek kadar kendine saygısı olan bir yoldaştı.



Nitekim, makalesinde genel ölçekleriyle beni yanıltmadı. Hoca esprili ve ince zekasıyla, anlayana ince sorular yöneltiyor. Başkasından çok daha açık ve net söylüyor. Her duyduğuna basitçe inanmıyor, “karşı tarafı da dinlemek gerek” gibi haklı bir tutumla “şaibeli” olan konularda duygusal davranmıyor. 26 yıldır TKEP’li olan birinin örgüt tarihi üzerinde bir iddiası olmasını kaygıyla karşılayıp, “kendini, kendi yakın çevresine göre korumaktan öte pek bir şey yapmadığı”nı dile getiriyor. Ve devamla “ürettiklerini paylaşacak bir aracı yoksa bence pek bir kıymeti olmaz.” diyor.



Diğer yandan, ortacı kalmak için tırnak içine almış olsa da bir yönetici yüzünden örgütü terk etmenin anlamsızlığını vurguluyor ve ayrılıkların temel konularda olup olmadığını sorguluyor.



Fikri Hoca örgütlü olma bilincini ısrarla koruyor. O geldiği alanın tüm insanları gibi bunu yapmaya çalışıyor. Bildiği doğruların arkasında duruyor. Makalesinde, bu satırların yazarına da herkesten daha çok eleştiri yöneltiyor, bunu açıkça yapmasa da. Ama, eleştirisi somut bir olay ya da olaylar dile getirilmeden, duyulanın doğru olup olmadığı bilinmeden satırlar arasında onaylamış gibi görünüyor. Bu noktada Hoca’ya karşı cevap hakkım doğuyor.



Fikri Hoca’nın söylediği şu:



“Bundan hareketle, başta Engin arkadaş olmak üzere, birçok arkadaş, 1977 den beri “genel sekreter” olarak sorumluluk alan bir kişi yüzünden, bunca bedel ve emeğe karşın, tüm eksik ve zaaflarıyla herkesin olan - Halil arkadaşın, halı temizleme örneği gibi - hareketimiz, terk edilmiş. Etmeyenler var gibi ama ortada hareket falan gözükmüyor. Herkes kendine göre haklı bile olsa, bunca bedel karşılığında yaratılan hareket, kesinlikle kişi ve kişiler yüzünden terk edilmemeliydi. Tabi ki temel tespitlerden dolayı ayrı düşülmemişse.” (Özgürlük örgüt (lülük)le çelişir mi? makalesi)





Hoca’nın hitap ettiği kesim genel yoldaşlar ise, çok haklı. Ancak bunlar içinde, 26 yıldır farklı bir örgütte olan Engin gibileri de kapsıyorsa burada bir algı yanılgısı var dememiz gerek.



Buradaki çağrının herkesi kapsamasında bir sorun yoktur. Kapsamalıdır da. Ancak okuru aldatmadan kapsamalıdır. O da, bu şahsın, “tabi ki temel tespitlerden dolayı ayrı düşülmemişse” belirlemesine bağlı olarak, ikircimsizce 77’den itibaren bu örgüte hiç emeği geçmemiş birinin, örgüt üzerine yaptığı karalamalara karşı net bir duruş sergilenmesi temelinde olmalıdır. Adam açık açık söylüyor, “1982 den itibaren TKEP’liyim” diyor. Bunu da ideolojik tercih olarak görmüş. Bu noktayı göz önüne almayan hiçbir çağrı samimi olamaz. İstediğiniz kadar çağırın, göreceksiniz ki, bütün çabanız kuru birer laftan öteye geçmeyecektir. Bu tür çağrı ve uyarılar ne kadar samimi olursa olsun, yanlış tutumun kurbanı olmaya mahkumdur.



Fikri Hoca’nın makalesindeki temel yaklaşımlarla aynı şeyleri düşünüyorum, gerçekte hiçbir kişisel sorun üzerinde tartışılan örgütsel sürecin temel sorunu değildi. Öyle olsaydı çok farklı süreçlerin yaşandığı kesitlerde herkes kişisel tavrını ortaya koyup, bu sorunların yeniden ortaya çıkmasını mutlak anlamda sonuçlandırabilirdi.



Buraya kadar bir sorun yok. Ancak, Fikri Hoca sorunla ilgili yayınlanmakta olan yazıları iyi izlemiyor gibi. Tarih okumalarının ise çok dikkatli bir şekilde, karşılaştırmalı bir okumayla izlenmesi gerektiğini burada hatırlatmayacağım. Şeytanın ayrıntılarda gizli olduğunu da söylemeyeceğim. Söyleyeceğim şey, tarih yazımı için belgelere, tanıklara, izlere dayanmak gerektiğini, çok zor koşullarda ise kıyaslamalara önem verilmesi gerektiğini hatırlatacağım. Bu olmuyorsa, Adil Okay gibi belge olarak kendi el yazması günlükleri kendi yazısına kanıt olarak sunmak ve buna rağmen olmadığı ortamlarda olduğunu iddia etmek zorunda kalınır. Ya da Engin gibi, hiçbir belgeye, hiçbir tanığa, hiçbir kaynağa atıfta bulunmadan, kıymeti kendinden menkul tanıklığı tarih diye ortalığa servis yaparlar; bunun handikabı ise polisteki itiraflarını olumlu görüp, “bu günde aynı şekilde düşünüyorum” deme abesine düşmek olur.


Fikri Hoca’yla birlikte ve sakince düşünelim.



Birincisi, toptancı yaklaşım hatasına düşülerek, gerçekler sulandırılıyor.



Fikri Hoca, olayların farkında olduğunu belirten cümleler kuruyor, ama adını tam koymuyor. Birilerinin örgütten kaçışını bir şahsa yönelik tepki sonucu olmamalıydı diyerek, olmayan bir durumu olmuş gibi yansıtıyor.



Bu örgütten kaçış oldu, bu doğru. Ancak bu hiçbir zaman açık siyasal bir mücadele sonucu ortaya çıkan uzlaşmaz anlaşmazlık ürünü olmadı. Buna ilişkin kimin elinde tek bir belge varsa ortaya koysun. Örgütün kongre öncesi ve sonrası, siyasal doğrularına karşı farklı bir yaklaşım amacıyla geliştirilen bir siyasal anlayışı ortaya koyup tartışan hiç kimse yoktur. Bu örgütten kaçış ikiyüzlü davranışlarla belirginleşti. Kişiye karşı tepki değil, kaçanların kendi kendileriyle ilgili, bir iç sorun olarak gündeme geldi. Bunun da kanıtları ve belgeleri var.



Filistin kamplarından kaçmak için, Avrupa’ya kendilerini atmak için yaratılan sorunlar ve oluşturulan öbekler, Avrupa’ya iletilen el yazılı mektuplarda yeterince açıktır.



Engin’in kaçışı ise, her boyutuyla ayıplı bir kaçıştı. Bu gün söylüyor ideolojik ayrılığım var, öyle ayrıldım diyor ve tarih veriyor, 1982 diye. Bu tarihte TKEP’li olan ve üyeliğine kabul edilen bir şahsın, ortalığa başka bir örgüttenmiş gibi imaj vermesinin anlamı nedir? 1986 Kasım-Aralık’ta bağlanan 1. kongreye davet edilmesi ve pasaport sorunu dolaysıyla katılamadığını beyan etmesinin anlamı nedir. Bu mu ideolojik ayrılık?



Öncelikle, bu ikircimli davranışı teslim edelim.



Bizler o kesitte Engin’in örgüt insanı olduğunu ve Avrupa’da benim de katıldığım eylemlerin örgüt adına yapıldığını biliyorum. Cephe’de bunlar yayınlandı, başta da ev işgalleri. O işgallerde pankartları, örgüt amblemini kendi elimle derneğe yakın bir atölyede yaptım ve yoldaşlara verdim.



1982’de, örgütten siyasi görüşler nedeniyle ayrılma diye bir olay yok.biz bunu bilmiyoruz, bizim için öyle bir şey yoktu. Kimsenin peşinde de hafiyelik yapmıyorduk, özgür iradeyle bir arada olan insanlardık, zorla değil. Kişinin ideolojik tercihinin değiştiğini ve örgütten ayrılmak istediğini başka bir örgüte girdiğini kamuoyuna ve örgüte ilan etmemesini ne diye yorumlayacağız? Buna bir isim bulun. Bu ikiyüzlülükle örgütten kaçış, nereye oturtulabilir. Bunda hangi yönetici sorumlu tutulabilir ve onun yüzündendir denebilir. Bu sorun kişinin kendi iç dengelerinin, siyasi erdem ve ahlakının sorunudur, Mihrac Ural’ın değil.



1. Kongremiz, benim okuduğum Türkiye sol tarih içinde, kendi mütevazı çapıyla çok demokratik ve özgür bir kongreydi. Muhaliflere benim önerdiğim bir kararla sonsuz konuşma hakkı tanındı. Ali Sönmez, bir muhalif olarak üç yazısını kongrede istediği zaman dilimini kullanarak savundu ve tartışmalar yaşandı. Bu anlamda Engin’e yöneltilen davet bunu da içeriyordu. Kongreye “pasaportu sorunu nedeniyle gelmemiş” birinin, kongreyi küçümsemesi bir yana, öncelikle, içine düştüğü haksız durumu izah etmesi gerekirdi. Ya da “beni davet ettiniz, ama ben 4 yıldır TKEP’liyim, kusura bakmayın aranızda işim yok” demeliydi. O bunu değil, örgüt içinde biriymiş gibi uzaktan kışkırtıcı mektuplarla, yoldaşlara Avrupa’nın rahatlığını pazarlayarak, yoldaşı yoldaşa kırdırma çabasındaydı. Bunlar bu örgüt tarihinin belgeli gerçekleridir (El yazılı belge ve aktarmalar, “TKEP’li Engin Erkiner THKP-C(Acilciler)’den ne istiyor” başlıklı yazıda da verildi).



Fikri Hoca, bu verilerde “1977 den beri “genel sekreter” olarak sorumluluk alan bir kişi yüzünden” olabilir mi, söyler misiniz?



Bu olaylarda kişisel nedenlerle ya da kişinin hataları nedeniyle örgütten çıkış yok, kişinin kendi tercihiyle belirlediği bir çıkış var. Bunu birbirinden ayırmak gerek. Örgütümüz, hiçbir zaman genel sekreter dahil hiçbir yöneticinin hatasından dolayı bir iç sorun yaşamamıştır. Bu, ben dahil tüm yöneticilerin hata yapmadığını göstermese de.



Fikri Hoca bu noktalara dikkat etmeden yazmakla, hep bir şeyleri eksik bırakıyor. Genellemeler arasında doğru olmayanlar gerçekmiş gibi duruyor. Orta yolculuk arandıkça bu çok daha vahim bir hal alıyor. Bunun için önerim “özgür örgütlülük” gibi bir önermeden önce (karşı çıktığım anlaşılmasın), özgür düşünceli olunmalı diyorum ki, tutum alırken arayı bulmayı değil doğruyu bulmuş olalım.



Örgüt tarihiyle ilgili tartışmaları izlemek için bile kişinin bir tutarlılık kıstası olmalıdır. Bu tutarlılığı göstermeyenlerin yazdıklarına ne anı nede tarih denir. Bu türlerin yazdıklarına genellemeci bir yaklaşımla, galebenin mahalle baskısı altında, olmayanı varmış gibi geçiştirmek uygun düşmüyor.



Tarih okuyanların ayrıntıları karşılaştırabilme durumunda olması gerek. Ortaya çıkan iddiaları değil, sorunu en azından araştırmak zorundadır. İkircimlikleri yakalamayı ve sözün nerede doğru nerede yalan olduğunu takip etmesi gerekmektedir, “Çok kişiden duydum doğru olabilir” dememelidir.



1982 yılına gelince, örgüt, canını dişine takarak 12 Eylül karınlıklarından yoldaşlarını ve diğer örgütten devrimcileri kurtarma, yerleştirme, eğitip tekrar mücadeleye hazırlamakla meşguldü. Yüzlerce kez sınırlar delik deşik ediliyordu, karanlıklarda sırta taşınan malzemelerle dereler tepeler yürünerek, sınırlar aşındırılıyordu. Olabildiğinin en azamisi yapılarak ülke içi dahil her yerde siyasal çalışmalar yükseltiliyordu. Bunu anlamak için o kesitte yayınlanan merkez yayın organında çıkan makaleleri ve yönelimlerini okumak yeterlidir; tüm ciltleri mevcut olan bu yayınlar her ilginin talebine de açıktır. (iddiayla söylüyorum, o dönemde Türkiye’de dağıtılan az sayıda merkez yayın organlarından biride CEPHE’ydi).



Bir örgüt tarihi yazılırken kendinin değil, başkasının yazdığı belgelere dayanması gibi basit bir ilkeyi bilmeyenler, emeklerinin hiç geçmediği etkinlikleri istediği kadar tarih panosundan yok etmeye çalışsınlar, yok olmuyor.





İkincisi, siyasi ayrılık şahıslara ya da örgütlere saldırmakla değil, siyasi duruşa karşı konacak eleştirel tutumlarla ortaya konur.



Evet, kişi yüzünden örgüt terk etme çok aptalcadır. Hiçbir gerekçe de bunu izah edemez. Nitekim öyle bir şey de yoktur. Ancak soruyu doğru sormak gerek. Bir kişi yüzünden örgüt terk edilir mi demek yerine, kişisel eğilimlerinizin ürettiği şahsi tutumlarınız nedeniyle örgüt terk edilir mi, denmelidir. Ortadoğu’da kalmamak, yaklaşan savaş tehlikesinde örgütü ve yoldaşları kaderleriyle tek başına bırakmak için, sorumluluk almamak için, örgütten çıkılır mı, diye sormak gerek. Gerçekçi sorular bunlardır.



Bunun kanıtı ve tanıkları vardır. Kanıtı kendi aralarındaki örgütten gizli süren yazışmaları ve aynı ortamda bulunan; ancak bu gün hala örgütlü olan ve mücadeleye devam edenlerin tanıklığı vardır.



Sorun yöneticiye tepki sorunu değildir. Sorun dönemin kişiyi konumlandırdığı yeri inkar, ona uyumsuz olmada ifadesini bulan kişinin kendi sorunudur. Bunun ne örgütle ne ideolojiyle uzak yakın bir ilişiği yoktur.



Sorun kişiyle ilgiliyse, bu hiç bir zaman ideolojik ve kurumsal birliğin ifadesi olan örgüt içinde kişinin varlığını yadsımamalıdır. Bunun için kongrelerde, konferanslarda tartışma yapılır. Doğru yeniden sınavdan geçirilir. İtirazlar, kaygılar ve tepkiler dile gelir. Binlerce yazılı raporun olduğu örgüt arşivinde, kişilere yönelik bin bir eleştiri vardır. Kişileri eleştirmek ve bunları düzeltmek için çabalar vardır. Bu eleştirilerden kimse muaf değildir.



Örgütümüzde kişisel olabilecek sorunların çözümü için tek yol vardı, o da diyalog. Bunda en çok ısrar eden de bendim. En kızgın sürtüşmeler ortamında kimsenin kılına bile zarar gelmemesi bundandır.



Hatalarımız yok mu? Pek çoktur. Somut olarak bunları eleştirsinler ve örgüt tarihini iyi okunabilir bir düzlemde gelecek kuşaklara sunalım, derim.



Bunun yerine ilk satırda herkesi ve ortak değerlerimizin örgütünü yok sayıp, küçük görüp, çamur atarak karalama çabalarıyla “geçmişi irdelemek” demek çok akıllıca olmasa gerek. Yapılmakta olan budur. Buna karşı örgüt adına benim refleksim gayet meşrudur. Ancak hiçbir tarafta değilim güzellemesiyle, orta yolcu olanların meşru bir davranış içinde olduklarına da kanaatim yoktur.



Üçüncüsü, mesajlarınız net değilse tutumunuz da net olamaz



“77’den beri ‘genel sekreter’ olarak görev alan bir kişi yüzünden” diye başlayan kurgunuz birilerine “olayları şahıslara bu ölçekte yüklemeniz bir abartıdır” yönünde bir mesaj olabilir. İnce düşünmüş olabilirsiniz. Ya da tersi, daha açık olmalısınız derim.



Bu sürece ilgili iseniz, soracağınız her soruya belgeli ve tanıklı yanıt bekleme durumunda olmalısınız. Bunu konunun tüm taraflarından da istemelisiniz. Ondan sonra net bir kanaatle, okuru kararsızlığa sevk etmeden konuları ortaya koyabilirsiniz. İstediğinizde buna ulaşmanızın zor olmadığını siz de bilirsiniz.



Sorun bir kişi yüzünden olan bir sorun değildir Fikri Hoca. Örgütümüz, tarihinin hiçbir döneminde kişi sultası altında olmadı. 77’den itibaren bu örgütün başında olanların geldikleri alanda bu kültür de yoktu. En iyisini siz de bilirsiniz. Dernekler, sendikalar, sivil toplum kuruluşları, kitle gösterileri. Legal-illegal faaliyetlerde; uyumlu çalışma etkinlikleri, geldiğimiz bölgenin bilincimize kazıdığı bir çoğulculuk kültürü vardır. Bu kültürün, örgütü tek kişi sultasına sokması mümkün değildir. Sonra kişi her an her yerde de değildir. Ortadoğu’dayken Avrupa ve yurt içi, Avrupa’dayken Ortadoğu ve yurtiçini yöneten kişiler değil, komitelerdi. Hangi kudret, hangi süpermen bu kadar etkin olabilirdi? Bu kadar alanı ve bu kadar çalışmayı sultası altına alabilirdi? Bu, size inandırıcı geliyor mu?



Bunu söylemek için onlarca kitap ve broşür, onlarca sayısıyla yayınları, binlerce makale ve bildiriyle kesintisiz ülke ve dünya siyasal olaylarına ilişkin tutumun ortaya konduğunu yok saymak gereklidir. Bu ise mümkün müdür? Bu yazınsal siyasi etkinliklerin tümü elimizde birer belge olarak mevcuttur. Kişiye vehmedilen böylesi bir sultanın kurulması için geriye elinde sihirli bir değneğin olması gerek.



Dikkatli bir okuyucu, “bir kişi yüzünden” adlı hedef tahtasının vehimlerle üretildiğini görecektir. Örgüt sorumluluğundan kaçanların buna ihtiyaçları da vardı. Birbiriyle hiçbir uyumu olmayan, bir araya geldikleri an bile kopup ayrışan, uyumsuz ve hala hiç birinin hiçbir örgütsel işleyişte yer almadığı gerçeğiyle diyebilirim ki, vehimle oluşan ortak hedefleri onları birleştiren tek şey gibi görünüyorsa da gerçek bu değildir. Zira bulabildikleri bu ortak bölenle ayrı ayrı sürdürdükleri ilişkileri, bilgilendirmeleri, dirsek temasları tümünün kocaman birer ikiyüzlü olduğunu göstermeye yeterlidir. Midemi alt üst eden ve son anda yayınlamaktan vazgeçtiğim dosyada (ilgili kimilerine göndermiş olmamam rağmen) ve sonraki ileti gönderimlerimde bunları yazınsal olarak göstermeye çalıştım.



Soruna bir başka açıdan da bakılabilir.



1980 sonlarından itibaren, onlarca insan birbirinden farklı bölgelerden akın akın bir alana geliyorlar. İki üç kuşak yönetici üst üste dar bir alanda buluşuyor. Ortam çok karmaşık: 12 Eylül tüm karabasanıyla çökmüş nefes aldırmıyor, Filistin kampları var, bizler de ordayız, ama savaş çanları çalıyor, binlerce solcu Ortadoğu üzerinden Avrupa’ya akın akın gidiyor. İlticalar dönemi yükseliyor, bilgi alış verişi akıyor. Kadrolar bu gelişmelerden dolaysızca etkileniyor, örgüt bu süreci denetleme durumunda olamıyor, yöneticiler ve o “bir kişi” canını dişine takmış örgütüne yaşam olanağı yaratmaya çalışıyor, ama herkes o dertte değil, kendi kurtuluşu için çare arıyor, bu amaçla çevre ilişkilerini yokluyor, bin bir bahaneyle kamplardan kaçmanın yolları aranıyor, kışkırtıcı umutların etkisinde ne örgüt ne de devrimci mücadele adına bir şeyi düşünüyor. Savaş oluyor (İsrail-Lübnan savaşı), militanlar, kadrolar ülkeye sevk ediliyor. Herkesin, bu tehlikenin tam merkezinde rol alma ihtimali beliriyor.



İşte tam bu noktada örgütte bir ayrışma baş gösteriyor. Bir kırılma ortaya çıkıyor.



Tam bu noktada şahsi olaylar ideolojik zeminlerden çıkmaya başlıyor. Olaylar öyle süratli gelişiyor ki, sahte gerekçe olarak bir ideolojik ayrılık üretme fırsatı bile olmuyor. Kaçış, yazı yazacak, bahaneler bulacak bir araştırmaya bile ortam bırakmıyor. Bunu Avrupa’da olanlar bile yazınsal olarak ortaya koyamıyorlar. Kendilerini başka örgüte atarak yapıyorlar. Yazılı tek bir siyasal belge ortaya koyabilecek düzey gösteremiyorlar. O “bir kişi” hangi kudretle bu kadar alana ve bu kadar olaya yetişip sulta kurabilecektir ki.



Bu kaçışta kişilerin kendi içsel tercihlerinin ağırlıklı rolü oldu. Birbiriyle görünürde ortak hareket etme çabaları bile gerçekçi değildi. Herkes birbirini aldatıyordu. Bunların hiçbirinin kendini teslim ettiği hiçbir örgütte bir arada yollarına devam etmemeleri, yıllar sonra bile Engin’in TKEP’e üye alınışına gösterdiği alaycı tutum bu kaçışın ne devrimci mücadele amacıyla bir çıkış ne de o “bir kişi” yüzünden olan bir şey olduğunu göstermemektedir.



Fikri Hoca, yoldaşlar zindanlardayken bizler bu insanların şahsi tercihlerinden kaynaklanan yanlışların ve örgüte verdikleri zararların tedavisiyle uğraşıyorduk. Örgüte yaşam alanı yaratırken, onun siyasal mücadele alanında etkin bir şekilde yer alması için uğraşıyorduk. Bunun en önemli adımı olan, FKBDC kuruluşuyla uğraşıyorduk (1982 Haziran); solun en öndeki liderlerini, örgütün siyasi eğitim alanlarında topluyorduk. Adını bildikleri örgütümüzü, tüm yönleriyle tanıtıyorduk.



İşte olanların özeti budur. İlgili olanlar, samimi olanlar aynı anda kim ne yapıyor buna bakıp tarihi izlesin.



İddiayla konuşuyorum, bunların tümü bir vehim etrafında birleşseler de ne “özgür örgütlülük” diye ortaya atılan bir süreçte ne de örgütün Ö’sünün olduğu bir yerde yer almayacaktır. Bunlar örgüt denilen şeye karşıdır.



Bu güne kadar onlarca kitap ve broşür yazdım, binlerce de makale. Bunlar içinde tek bir satırda şahsı sorunlarla uğraşmadım: Örgütüme doğrudan doğruya kara çalanlara karşı, tepkimi bile örgütsel kuralların gerektirdiği ilkeli tutumlarla ortaya koydum. Belgesiz konuşmadım. Hiçbir şeyi nokta nokta tanımlama korkusunda olmadım. Çünkü ben bir Acilciydim. Bu hakkı da kendi tırnaklarımla, ellerimle, doğruları benimle kesişen yoldaşlarımla kazandım.



Dördüncüsü, tarih bir süreçtir, bütünsel ele alınmadan kavranamaz



Alışkanlıklar çok insanı kestirmeden gitmeye alıştırmış. Genellemelerin rahatlığına sığınır yapmış. 30 yıllık bir süreci, gerçeklerle hiç ilgisi olmayan bir iki olaya endeksli kılmıştır. 30 yıllık süreçte neler oldu; bunun dökümünü, bu örgütün arşivi, belgelerle ortaya koyabilir. Ama kişiler bu konuda hiçbir kanıt olmaksızın, hiçbir tanık olmaksızın kıymeti kendinden menkul tarih yazımına soyunmuş ve kocaman adamlar -yıllar yılı zindan yatmış olanlar- bu sürece sürüklenme eğilimi göstermektedirler.



Nasıl mı?



Kimse 77 darbesi sonrası bu örgütün yeniden ülke ölçeğinde nasıl yapılandırıldığını sormuyor, bu dönemde yayın faaliyetleri ve eylemleri sormuyor, temel yazıların nasıl ve kimlerin imzasını taşıdığını sorgulamıyor. Sanki zaman tünelinden geçilmiş gibi, aniden 82 yılına ulaşılıyor ve olaylar orda başlayıp orda bitiyor. Öyle tarih mi olur?



Örgütümüz 80’li yıllara girerken, Türkiye devrimci hareketinin o dönemdeki tüm temel konulardaki tartışmalarda yerini almış ve siyasal doğrularını şekillendirmişti. Bu süreçte hala kimin kaleme aldığı tartışmalı olan ve o dönemin bir insanı olan Rıza Salman’ın, Ömür Karamollaoğlu’nun bana doğrudan söylediği ve sonra yazılı olarak belirtilen TDAS’ın kolektif bir yazı olduğudur. Şimdi birilerinin bunu sahiplenmesini ise, bu kadar yalan söylenen bir ortamda ihtiyatla karşılamak gerek. Kim yazdıysa yazsın, iyi yapmıştır. Bu örgüte değer katmıştır.



O dönemde, TDAS dahil örgütün topu topu üç yazısı vardı (Rus Devriminden Çıkan Dersler, Suni Denge -Mevcut Durum ve Devrimci Taktiğimiz-.).



Buradan başlayalım.



Örgütümüz sadece bu yazılarla mı siyasal mücadelesini sürdürdü, tabiî ki değil. Örgütün ulusal sorundaki tutumunu belirleyen, mücadele anlayışı ve değişiklilerini tanımlayan, faşizm yaklaşımını belirleyen, sendikacılık üzerine, ekonomik değerlendirmeler üzerine, enflasyon üzerine, barış üzerine, savaş üzerine, milliyetçilik ve enternasyonalizm üzerine, Ortadoğu üzerine vb örgütün temel her yaklaşımı üzerine yazılan ve yüzlerce militanın eğitildiği, bu güne kadar örgüt kaçkınlarının bilinçaltını dolduran tüm siyasal yaklaşımlar kimin üretimidir, diye soruyor musunuz?



İşte liste:



1- Kapitalizm mi? Sosyalizm mi? ( Sovyet sosyal emperyalizm tezlerinin saçmalığı) 2- Ulusal Sorun 3- Kır Şehir ayrımı 4- Sol Pasifizm 4- Seçimlerde Tavır 5- Leninizm mi? Sol-pasifizm mi? 6- Geçiş dönemi ve Devrim Hedeflerimiz 7- Cephe ve Cephe Programı 8- Faşist Askeri Diktatörlük ve Uyarılar 9- Leninizm’e Beş Kala 10- saflarımızda sapmalara yer yoktur 11-komün Yaşıyor 12- Kızıldere Direnişinin Mesajı 13- Irak Gericiliği, Kürt Halkını Katletmede Türkiye Faşizmiyle el el 14- Faşizm gelip geçici bir ara rejim değildir 15- Bunalım ( FKBDC) de son durum 16-Arafat’ın Etkili Savaşı 18- Böl-Yönet taktiğinde Kıbrıs 19- Ortadoğu Sorunu 20- Ortadoğu dengesi kararsız bir dengedir 21- Ulusal Sorunda Türkleşmiş Kürt Tavrı (TKEP eleştirisi) 22- Ezilen ulus Dinamizmi ve İttifak 23- Barış Demek Barışmak değildir 24- Milliyetçilik mi? Enternasyonalizm mi? 25- Artık Türkiye Demokratlaşmalıdır 26- sorular Cevaplar 27- sınıf sendikacılığı üzerine 28- Partiler Üzerine 29- Kültür Üzerine 30- Sınır Ötesi 31-Ortadoğu’da Devrimci hareketler 32- Program 33- Suçlu Kim 34- hangi Yasak 35- 1. kongre Açış konuşması 36- Çöken Ekonomi 37-Uluslar Arası Barış konferansı ve Filistin devrimi 38- Şeytan Ayetleri 39- Sosyal Demokrasi Üzerine 39- Ermeni Jenosidi ve Küçük Enver ( Taner Akçam) 40- Kimlik çatışması ve D (8) 41- Kuran ve Türban 42- Anadolu’da Çanlar Kimin İçin çalıyor 43- Enflasyon 44- Değişim ( Bu listede sadece 90’lı yılları kapsayan süreçte Cephe yayınlarınca yayınlananların bir kısmı yer almaktadır).



Bu kitap ve broşürlerle “O bir kişi” bu konulara; emekleriyle, birikiminden çıkan doğrularıyla cevap vermeye çalışmıştır. Kaçkınlar ezildiyse, bu külliyatın altında kaldıkları için ezildiler; bu külliyatla baş edemeyecekleri için siyasi bir bahane dahi bulmaya gerek görmediler; zira çok uzun ve yoğun bir emek vermeyi gerektirecekti ve buna vakitleri yoktu.



Bu kitap ve broşürlerin 26’sı Bakanlar Kurulu kararıyla yasaklanmıştır ve bu yasak Resmi Gazete’de yayınlanmıştır. Bu örgüt tarihine şerefle yazılacak ve belki Türkiye sol örgütler arasında tek olan bir Bakanlar Kurulu kararıyla yayınlarımız yasaklanmıştır. Yasaklanan yayınların tümü Mihrac Ural’ın örgütü adına ürettiği yayınlardır. Yayınlarımızın yasaklanması, Cumhurbaşkanı Kenan Evren ve Başbakan Turgut Özal ve 21 bakanının imzasını taşıyan, 11 Mart 1984 tarihli ve Sayı:18338 olan “T.C Resmi Gazete”sinde,



“Bakanlar Kurulu Kararı



Karar Sayısı: 84/7773



Yurt dışında basılan ve ekli listede adları yazılı dergi, kitap, kartpostal, bildiri, bülten ve broşürlerin Türkiye’ye sokulmasının ve dağıtılmasının yasaklanması; iç işleri bakanlığının 1/2/1984 tarihli ve Em. Gn. Md. 28306-28317 sayılı yazıları üzerine, 15/7/1950 tarihli ve 5680 sayılı kanunun 10/11/1983 tarihli ve 2950 sayıl kanunla değişik 31. maddesine göre, Bakanlar Kurulunca 27/2/1984 tarihinde kararlaştırılmıştır.” diyerek gündeme gelmiştir. (Bkz. Resmi Gazete, 1. EK’te yer almaktadır).



Bu tür önemli belgeler acaba tarihimize ait değil mi? Bunu birileri bilmiyorsa, bu örgüt bilmiyor mu? Tarihinde yeri olmayacak mıdır?



Bu belge 12 Eylül faşizmine karşı direnen örgütümüzün bir şeref belgesidir. Başka örgütler de taşıyor mu bunu bilmiyorum, ama Acilciler bu şerefi taşıyor ve taşımaya da devam edecektir.



Demem o ki, tarihle ilgili konuşacak olanları, belgelerle konuşmaya davet edin. Onlara, tanığı ve belgesi olmayan iddialarla kendinizi daha çok yanlışa sürüklemeyin, genç devrimcilere olumsuz örnek oluşturmayın, diye uyarıda bulunun. Onlara, tarih vehimlerle yazılmaz, diye öğüt verin. Size yakışan da bu olur.



Kimse kimseyi aldatmasın, “bir kişi” yüzünden, kimse yoğun emekleri yanı sıra, işkence ve zindanla, sürgün ve ölümlerle yoğrulmuş geçmişini terk etmez. Bu terk ediş ya ideolojiktir ya da kendi iç dünyasının bir talebi olarak gündeme gelmiştir.



İdeolojik olan ise saklanmaz. Saklanıyorsa orada da bir sorun, bir yanlış, örtülmek istenen bir yetmezlik var demektir.



Kişinin bireysel tercihi ise -ki bunun örnekleri çoktur- köşesine çekilip oturarak kimseye kara çalmamayı ve kendi kendisiyle tutarlı olmayı gerektir. Yok, bunu yapmıyor, kişileri gerekçe gösterme kolaycılığına kaçıyorsa, burada da bir yanlış var demektir. Bunu nerden anlarız, bu tiplerin hiçbir örgütsel çatı altında yer alamamalarından anlarız. Örgüt kuramamalarından ( ilk toplantısında sona eren böyle bir girişim de vardı) anlarız. Geriye ne kalıyor bir bilen varsa bunu anlatsın.



Geriye boş bir zorlama kalıyor, polisteki itiraflarını savunma kalıyor, katılmadığı savaşlardaki kahramanlıklarını anlatmak kalıyor. Ve eski Acilciler, ayıplanacak bir sessizlikle, bu kocaman yalanları yutar gibi seyirci kalıyor.



Fikri Hoca, bu örgütün doğruları için siz ve tüm yoldaşlar emek verdi. En az emeği olan benim ve hatası en çok olan da benim. Seçimle geldiğim görevimi elimdeki tüm imkanlarla örgütün siyasal doğrultusu yönünde değerlendirdiğim kanısındayım, örgütsel işleyiş ve gerekliklerle de her alanda çalıştım. Örgütü sorumluluklarıyla baş başa bırakıp, Avrupalara kaçana karşı dik durdum. Hatalarım da oldu. Ancak ne örgütüme ne de eski yoldaşlarıma aramızda ne olursa olsun hiçbir zaman yanlış yapılmasına müsaade etmedim. 1. Kongrenin bana verdiği görevi en iyi şekilde sürdürdüm.



Düne ilişkin bir değerlendirmenin gereğini hissediyorsak, örgüt geçmişini bir onur olarak taşıyanlarla yapmak gerek, ona kara çalanlarla değil. Bunlar da yollarımız ayrı olsa da, çoğunluğu temsil eden ve üreten insanlardır.



Fikri Hoca, herkesi ara yolcu olmaktan çıkmaya davet ediniz. Hep arada olmakla korunacak bir şeyin olmadığını anlatınız. Belgelere ulaşmak için hiç kimsenin önünde engel yoktur. Arşiv bu örgüte emeği geçen herkese açıktır.



Kimse ikiyüzlü olmasın artık, bana da akın akın yazılar ve iltifatlar geliyor, birbirini ihbar edenler de bana yazıyor. Bunlar çok çirkin şeyler. Her şeyi açık ve net söyleyin, adınızı ve imzanızı altına koyamayacağınız bir şeyi de kimseyle paylaşmayın, Acilci olmanın ilkelerini yazdığımızda bunları belirtmiştik, unutanlara hatırlatırız.



Beni sevenlerin yanında bana binlerce selam ileten, başkasını sevenlerin yanında ikiyüzlüce davrananların bu gün Acilci olmadığı malum, ama bunlar geçmişte de Acilci değillerdi.


Kimse kimseyi aldatmasın.


Baki kalacak selamlarımla.


Mihrac Ural
12 Haziran 2008



Not: 1. EK alttadır





Resmi Gazete





Bu gazeteyi tanıdınız mı? “Resmi Gazete”, Türkiye Cumhuriyetinin kanun ve kararlarının Büyük Millet Meclisi tarafından onaylamış haliyle yayınlandığı gazetedir. Tüm ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de bu gazete siyasal rejimin bir aynasıdır.



Ayrıca, Türkiye için, bir dönemin en önemli siyasal verilerinin, bu gazetede tüm çıplaklığıyla yansıdığını belirtmek yanlış olmayacaktır. Aşağıda sunduğumuz resmi gazetenin temsil ettiği dönem ise, bu açıdan izlenmeye değer veriler taşımaktadır. 12 Eylül 1980’de askeri bir faşist darbe ardından gelen karanlık dönem ve 82 anayasasının Türkiye halklarına dayattığı çağ dışı yaptırımlar, tümüyle kendini bu resmi gazetenin sayılarında afişe etmişti.



Aşağıda sunduğumuz 11 Mart 1984 Pazar tarihli, 18338 sayılı Resmi Gazete, öncekilerinin bir tekrarı ve döneminin tüm siyasal algılayışını yansıtan, düşünceye yasak koyduğunu bakanlar kurulu kararlarıyla ilan etmektedir.



Türkiye Cumhuriyete devletinin, en eski demir başı karar ve tutumları düşünceye konan yasakta kendini ifade eder. Çağdaş insanın en önemli özgürlük alanı olan düşünceye yasak koymayı bakanlar kurur kararlarına kadar pervasızca götürüp resmi Gazetelerinde ilan edenlerin, toplumsal konumlanışları açısından söylenebilecek tek şey, kendi toplumlarını tarihin gerisinde tutmak ve ilerlemesini kösteklemek olarak tanımlanmaktan öte değildir.



Türkiye Halk kurtuluş Cephesi Genel Sekreteri Mihrac Ural’ın makale, broşür ve kitaplarından oluşan 26 bilgi-emek ürünü çalışmalarına, bakanlar kurulu kararıyla konan yasak, gerçekte tüm ülkeye dayatılan yasakların bir parçası olup, ülkemizin sürüklendiği karanlık süreçlere önemli bir gösterge olarak, tarih sayfalarındaki yerini almış bulunmaktadır. Mihrac ural, bir siyasal emekçi olarak düşüncesiyle kendini ifade etmekte topluma bilince çıkarttığı doğrularını tartışılmaya açık olarak sunmaktadır. Bu ve diğer tüm çalışmalarında takip ettiği tek yol budur, özgürlüğünü düşüncesinin özgürlüğüyle ifade etmekten ibarettir. Buna verilen cevap, on yılların değişmeyen, demir baş gibi terk edilmeyen yasakçı tutumlarla kalıcı olabileceğini sanan, bir utanç belgesi gibi de bunu dünya kamuoyu gözleri önünde, Resmi Gazetesinde ilan eden ilkel bir dayatmadan, yasaktan ibaret olmuştur.



Bilinen o ki, yasak bu devletin işidir. İlerleyen zaman, biçimsel değişimlere karşın yasak bu devletin işi olmaya devam etmektedir. Oysa, Türkiye halkları açısından özgürlük talebi yaşamsal bir talep olmaya devam etmektedir. Yasaksız bir Türkiye, özgürlüklerin ve demokrasinin olduğu bir Türkiye, gerçekte bu ülkenin birimizin değil hepimizin olduğu gerçeğine yapılabilecek biricik gönderme olacaktır. Bu ülkenin hepimize ait olduğu gerçeği ve yolu özgürlük ve demokrasinin, geri dönülmez kurum ve kuruluşlarla, yasa ve anayasal olarak ikame edilmiş, korunmuş etkinliklerini gerekli kılar. Etnik çeşitliliğin, tarihsel olarak aşılamamış, birleştirilememiş, hazmedilememiş farklılıklarının barış içinde bir arada tutulabilmesinin de tek yolu özgürlükler ve demokrasidir. Bunun ilk adımı, yasakçı hiçbir gerekçeyi kabul etmeyen düşünce özgürlüğüdür. Mihrac Ural’ın yazın emeklerinde ifade edilen düşüncesine konulan yasak, Gerçekte ülkemizin tarih karşısında taşıdığı bir ayıp ve aşılması gereken bir engel olarak görülmelidir.