7 Oca 2010

68.dosya : NEBİL… NEBİL…





Nebil: Soylu, ahlakta üstün, özveride en cömert






“Yeryüzünün en cömertleri, insanlığın en soyluları şehitlerdir
(Bir atasözü)







1980’de çekilmiş fotoğraflarımız. Benzerliğimiz, bazen polisi şaşırtırdı






(Mail gönderimlerine yapılan sunu)



Değerli arkadaşlar,



Uydurmalar hiç bir zaman gerçek olmadı. Uydurmaların pehlivanlığı boş tenekenin çok ses çıkarması gibidir. Gerçekten her taşın altında bir Mihrac Ural gören hastaları mazur görmek gerek. On yıllar önce yazılmış Bedri Rahmi Eyüpoğlu'nun "Üç Dil" şiirini yıllardır yayınlarım. Özellikle 21 Şubat dünya anadiller günü dolaysıyla. Anadilime özgürlük için çok yaman bir şiir olarak görürüm.



"ana dilin

Elin ayağın kadar senin

Ana sütü gibi tatlı

Ana sütü gibi bedava

Nenniler, masallar, küfürler de caba"



Bu vurgu beni çok vurur, hep dile getiririm.



Bu şiirde



"En azından üç dil bileceksin

En azından üç dilde

Ana avrat dümdüz gideceksin"



dizeleri geçiyor. İtirafçı psikopat, “üç dil bilen benim, o iki dil biliyor, kastedilen benim” diye tutturdu. Benden bir dil fazla bildiğini mi anlatmak istedi, havada bulut var bana kaz mı dedin demek istedi, bilinmez ama bu gerginlik, bu her şeyden nem kapma hali tıbbi açıdan şezofrenik bir haldir.



Bu adam fiilen psikopattır. Bu yüzden okur huzurunda onu mazur gördüğümü ilan ediyorum. Tedavi olmasını salık vereceğim…



O bir İtirafçıdır, bu kambur onu şaşkına çevirmiş, rüyalarını kabus etmiş, kurtulamıyor. Oysa yapacağı çok basitti. İnanılmaz bir itirafçılık belgesi olan polis ifadesine böbürlenerek "ön söz" yazacağım demek yerine, "zarar verdiğim herkesten ve örgütümden özür dilerim" demeliydi. Bu kadar basit, zaten ne örgütle nede bu örgütü savunma kararlılığı gösterenlerle uzak bir ilintisi de kalmamıştır. Ama bunu yapamıyor, beceremiyor, çünkü dar, çünkü yetersiz ve seviyesiz. Başkasının üzerine basarak, sorumluluk almadan, örgütsüz ve yıkarak geride bıraktıklarına dönüp bakmadan var olmayı bir kişilik haline getirmiştir.



Nebil için söyledikleri ise çok daha ahmakça ve ahlaksızcaydı. Nebil'i birinci elden algılamak için kısaca bir kaç not yazdım. Nebil'i çok sonra yazacağım. Hele kadim şehrine toprağına bir kavuşsun. Bunun için tüm gücümüzle çalışıyoruz, çalışanları da yalnız bırakmıyoruz. Bu nedenle, bir kaç satırla şu timsah gözyaşları dökenleri, onu "ahlaksızlıkla" suçlayanları, onun katledilişini 30 yıl sonra akıllarına getirenleri ve onun mütevazı adından nemalanmak isteyen sahtekarların yüzünü bir açığa vurmak istedim.



Birlikte okuyalım.



Mihrac Ural.

4 Mart 2009



***



Soruyorlar “Nebil ne yana düşer usta” diye?



Niğde Ceza evinden firar eder etmez Konya ceza evine yanıma gelen, aranmasına rağmen nizamiye kapısından geçme cüretini taşıyan birinin yüreği ne yana olabilir.



Nebil saffını böyle belirledi. 1978 Acilciler-HDÖ ayrılığının en keskin safhasında, Yanıma geldi, firariydi (1979 Mart ayı civarında) ve ne yapması gerektiği benden sorup ona göre yönelmeye gelmişti. Bunun anlamı ne ise Nebil o yanadır.



Nebil, Filistin’e yolcu. Bilen varsa söylesin.



Bu ayrıntıyı birilerinin bilmesi gerek. Biz çok iyi biliyoruz. Nebil’in hangi yana düştüğünü soran önce, bunarı öğrensin.



Nebil Firari bir yoldaş, nerede gizlendi, H.B (Levent Sami Sultan) yoldaşın evinde ne kadar zaman kaldı. O yere kim tarafından getirildi. Bu süreçte kimin arabası hizmete koşuldu. Hangi kılavuzla sınırı geçti. Başarıyla bu süreç nasıl gelişti. Bu süreçte bana gönderdiği haber ne idi, kimleri yanına gönderdim. Nebil Lazkiye’de kimin yanında kaç gün kaldı. Filistin kampları süreci ve İsrail işgali altındaki topraklarda eylemleri. Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) Dış İlişkiler bürosu sorumlusu Hani’nin anlattıkları.



Bunları daha sonra, Nebili genişçe anlatacağım yazıda dile getireceğim. ACİL - HDÖ ayrılığında Nebil’in ne yana düştüğünü o zaman hep birlikte kararlaştıracağız.



Nebil bizim bir parçamızdı, Nebil bu toprağın ruhi şekillenmesinin bir ifadesiydi. Nasihatim, serseriler gevezeliği terk etsin. Bunlar bulanık suda avlananlardır. Konuyla uzak yakın ilgileri olmaksızın, iki tarafın çelişkilerini istismar edip, aradan çıkmış ayakları havada olanlardır; sağla solla yazışarak yalan yanlış bilgi oluşturup hüküm verme abesiyle iştigal etmektedirler. Bunların Nebil’e ilişkin soru sorma hakları bile yoktur. Bu böyle biline.



***



Mihrac Ural

18 Şubat 2009





Nebil’i İstanbul’a, orada bulunan kadro ve militanlarla daha sıkı bir dayanışma içinde olmak, askeri eylem ve silah konusunda yetersizleri eğitmek için gönderdim. Benden istenen yardım, ”askeri kadro ihtiyacımız var, eylemlere katılacak şoför ihtiyacımız var” şeklindeydi. Bu amaçla, şoför olarak Ali Ölçer, askeri eğitmen, kadro ve militan olarak Ali Sönmez ve Nebil yoldaşı göndermiştim. Her iki yoldaşta, o döneme kadar Antakya’da yapılan tüm askeri eylemlerde benimle birlikteydiler. Benim her zaman hassasiyetle kurduğum ekibin en önemli kadrolarıydı. Bu kadrolar, başta İtirafçı Engin olmak üzere, askeri eğitim vermek, silah tutmasını belletmek, eylem nasıl yapılır onu öğretmek için gönderilmişti.



İstanbul’da Karadenizli yoldaşlar da Nebil yoldaş gibi sorumluluk üstlenmişlerdi. Hayatları boyunca silah ortamında büyümüş Karadenizli yoldaşlar, Güney bölgesinden gelen yoldaşlarla İstanbul’da örgütü örgüt haline getiriyorlardı. İtirafçı Enginin bu süreçte fiili bir katkısı yoktu. Seçilmemiş biri olarak, İstanbul’un yönetimine kimi koyarsanız koyun, bu kadrolarla bu eylemler zaten gerçekleşirdi. Bu dönem de ne bir bildiri dağıtım süreci, ne bir dergi ya da yazın süreci olmadığı göz önüne alınırsa, bu itirafçı kepazenin İstanbul’da örgüte kattığı değeri bilen biri varsa beri gelsin diyorum.









Nebil yoldaşı sonra anlatacağım. Şimdi yazdıklarım küçük bir açıklama mahiyetindedir. Kendini bilmez itirafçı bir edepsiz, Nebil yoldaş’a yine dil uzatmış. Daha önce, Nebil yoldaşın katillerinin çirkin ve bir o kadar yalan olan ahlaki suçlamalarını özel olarak öne çıkartıp onaylamış ve utanmadan “gerçek bu” diyerek yalanı doğrulamaya kalkışmıştır. Nebil yoldaşı bir ya da bin kez tanıyanlar bunun bir kurgu ve kocaman bir yalan olduğu bilirler.



Aynı edepsiz itirafçı bu kez, erkete (gözcü) rütbesinden başka bir askeri apoleti olmamasına nağmen, Nebil yoldaşı askeri olarak eğittiğini, bu nedenle de üzerinde “en başta” kendisinin söz sahibi olduğunu iddia etmiştir. Nebil yoldaş üzerinden nemalanma türlerinden biri olarak ortaya atılan bu saçmalık, örgütünü polise satmanın kamburunu taşıyan bir kişinin ne işine yarar bilinmez ama gerçeklere tamamen aykırıdır.



Kimse kesmeyi aldatamasın. Nebil Rahuma yoldaş, öncelikle, kadim şehrimiz Antakya’nın Türkiye devrimci hareketine kazandırdığı bir değerdir diyeceğim.



Antakya’nın en meşhur siyasal varlıklarının Acilciler olduğunu ve bu şehrin yiğit Acilci militanlarının, Nebilin var oluşunda tek tek emekleri olduğunu belirteceğim.



Nebil Antakya devrimci pratiğinin bir ürünüdür. Onun yüksek ahlakı, özverili militanlığı, kitlesel örgütlenme ve halkın içinden gelmenin kazandırdığı yetileriyle, karanlık oda Donkişotlarını fersah fersah geride bırakan bir eylem adamı yapmıştır. İstanbul’a gönderdiğim kadrolar arasında önceliği Nebil’e vermemin nedeni de budur. Nebil, İstanbul’a eli silah tutmayı bilmeyen, hiçbir yerde askeri eğitim almamış olan İstanbul örgütlenmesini eğitmek için gönderilmiştir. İllegaliteyi karanlık odalarda kapalı olmak, birbirini tanımamak ve kitle diye bir sorunu olmadan devrimcilik yapmak olarak algılayanları eğitmek için Antakya’dan yola çıkmıştı. İstanbul komitesinin Antakya’dan ısrarla kadro talep etmesinin nedeni de budur. Kitle örgütlenmesi diye bir amacının olmadığı ve bilinmediği, militan örgütleme özürlüsü olan İstanbul komitesi, Antakya’da gördüğü kadro yardımı içinde Nebil yoldaşın da bulunması, bir şanstı. Nebil ve diğer kadrolarımızı gönderdikten sonra İstanbul eylemlerinin performansındaki düzelme de buna kanıttır. Ancak bunları da bir itirafçı yerle bir etmiştir.



Nebil’in İstanbul’da kimseden alacağı bir şey yoktu. İstanbul çalışmalarında çok olumlu kadrolar ve militanlar olduğu kesindir ancak, kimsenin seçmediği, illegalitenin çarkları içinde Ankara’dan İstanbul’a gelen, hayatında silahı elinde tutma şansı yakalamamış, bunu deneme ortamı bulamamış birinin kendinde olmayan askeri yetileri başkasına verdiğini iddia etmesi çok komiktir. “Olmayan verilemez” diye bir atasözü var, bu gibiler için söylenmiştir.



Nebil’i İstanbul’a, orda bulunan kadro ve militanlarla daha sıkı bir dayanışma içinde olmak, askeri eylem ve silah konusunda yetersizleri eğitmek için gönderdim. Benden istenen yardım, ”askeri kadro ihtiyacımız var, eylemlere katılacak şoför ihtiyacımız var” şeklindeydi. Bu amaçla, şoför olarak Ali Ölçer, askeri eğitmen, kadro ve militan olarak Ali Sönmez ve Nebil yoldaşı göndermiştim. Her iki yoldaşta, o döneme kadar Antakya’da yapılan tüm askeri eylemlerde benimle birlikteydiler. Benim her zaman hassasiyetle kurduğum ekibin en önemli kadrolarıydı. Bu kadrolar, başta İtirafçı Engin olmak üzere, askeri eğitim vermek, silah tutmasını belletmek, eylem nasıl yapılır onu öğretmek için gönderilmişti.



İstanbul’da Karadenizli yoldaşlar da Nebil yoldaş gibi sorumluluk üstlenmişlerdi. Hayatları boyunca silah ortamında büyümüş Karadenizli yoldaşlar, Güney bölgesinden gelen yoldaşlarla İstanbul’da örgütü örgüt haline getiriyorlardı. İtirafçı Enginin bu süreçte fiili bir katkısı yoktu. Seçilmemiş biri olarak, İstanbul’un yönetimine kimi koyarsanız koyun, bu kadrolarla bu eylemler zaten gerçekleşirdi. Bu dönem de ne bir bildiri dağıtım süreci, ne bir dergi ya da yazın süreci olmadığı göz önüne alınırsa, bu itirafçı kepazenin İstanbul’da örgüte kattığı değeri bilen biri varsa beri gelsin diyorum.



Nebil yoldaş bu tecrübeleri Antakya’da doya doya öğrenmişti. Bu açıdan bakınca, önder olduğu her eylemde, erketelik (gözcülük) yapmış birinin Nebil yoldaşa verebileceği bir dersin olabileceğini düşünmek abestir. Bu yalanlar kimseye apolet kazandırmaz. O günün koşullarında, eylemi yapan, eylem anının her özgünlüğünü süratle algılayıp yeniden yapılandıran, planlayan ve öncüsü olan Nebil yoldaşın kimseden alacağı bir ders yoktu. Nebil yoldaş, kendi çalışma alanından aldığı derslerle dolu olarak İstanbul’daydı ve bunu hayata geçiriyordu. Bir itirafçı korkağın bu noktada Nebil yoldaşa katacağı hiçbir şey olamaz. Bunu Nebil yoldaşla başardığımız onlarca eylemin gözlemi ve yoldaşla eyleme katılanların onayıyla dile getiriyorum.



İtirafçı Engin Erkiner’in, çirkin söylemlerini şehvetle ortaya sürüşü, sırtında taşıdığı itirafçılık kamburunun ürünüdür. Ayıplarını örtmeye çalışıyor. Böylesi böbürlenmelerle kendini aldatıyor. Bu yöntem itirafçı içgüdüsüne aittir. Bir kez daha Ergenekon itirafçısı Tuncay Güney’i hatırlayınız, şehvetle konuşmasını göz önüne getiriniz, İtirafçı Engin’i göreceksiniz…



İkisinin Doğu Perinçek tilmizleri olduğunu da unutmayın.



Nebil yoldaşı daha sonra uzun uzun anlatacağım. Bunun için 30 anı seçtim. Bunlardan birini kısaca anlatmakla yetineceğim. Diğerleri, şehidimizin memleket toprağındaki onurlu yerini almasından sonra gündeme gelecek…



Önce süreci özetle aktarayım.



Nebil’in mezarının fiili olarak aranması olayı bundan yaklaşık iki yıl önce başladı. Kıymeti kendinden menkul kişilerin dünkü çabaları bile bizim şehitler haftası etkinliğimizin eseriydi. Yaklaşık iki yıl önce Cevat Yiğit yoldaşla uzun uzun Nebil konusunu sohbet ettik. Emrullah Gemici yoldaşla, eski HÖD’cü arkadaşları aradık; bu arkadaşlar benimle Nebil döneminin İstanbul çalışmasında yer alan temiz ve yiğit insanlardı. Benim kadar, örgütü yıkan itirafçıyı da iyi tanırlardı.



Bu arkadaşlarla Nebil’i nasıl bulacağımızı sık sık konuştuk. Nerede katledildi, katledildiği yerde mi terk edildi, kimsesizler mezarlığında kaydı, adı bir işareti var mıdır? Bu sorulara cevap aradık her sohbetimizde. Bu amaçla ne yapabiliriz diye istişarelerde bulunduk durduk. Bu dönemde, kadim bir değerli yoldaşım M.Y ile buluştum. Onunla Nebil zikri yaptık, ayin gibi. 32 yıl önce bu serece birlikte girmiş, sorumlulukları göğüslemiştik. Aynı örgütsel yapıda ilk adımları atmıştık, Yüksel Eriş hocayla, Ömür Karamollaoğlu’yla birlikte çalışmıştık. Mahallemizin Hac Halil çıkmazındaki evde sürmüştü illegal toplantılarımız, Kurtdere çıkmazında da eğitim çalışmalarımız. II. Buluşmamızda yine Nebil vardı. Nebili bulacaktık, topraklarına geri getirecektik.



Bu istişareler, aynı yol çatıda kesişiyordu; Kerestecilerde tuğla fabrikasını işaret ediliyordu.



Bu süreçte “Şehitler Haftası”nın (25-30 Kasım 2008) belli bir periyotla süreceğini ilan ettik. Sloganımız toparlayıcı ve birleştiriciydi “Devrimci Her Şehit Şehidimizidir. Şehitler birliğimizdir”. Bu şiarla yola koyulduk. Şehitlerin tümü birdi. Ama mezarı bilinmeyen bir tek Nebil yoldaştı. O bulunacaktı.



Şehitler haftası arifesinde bir yerden işaret almış gibi, şehitlerimiz hakkında şaibeler üretilmeye başlandı. Aşağılık itirafçılar ve MİT kuklaları, şehitlerimiz üzerine çamur atmaya girişti. İki devrimci örgüt çatışmasında bile her taraf kayıplarına şehit deyip, taraflar buna karşılıklı saygı gösterirken, şehitlerimize yönelik bu cinneti anlamak güçtü.



Bölge gericiliğine, emperyalistlerin ve İsrail’in dolaysız güdümünde olan güçlere karşı savaşta şehit olmuş yoldaşlarımız üzerinde şaibe yaratmanın gerekçesi yoktu, mantıksız bir kin olarak duruyordu. Şehitlerimizin cenazesine halkın sahip çıkışı ve etkin katılımı, Filistinli temsilcilerin ve PKK’nin başında olduğu devrimci dostlarımızın katılımı da görmezden gelinerek, herkesi suçlar mahiyette yapılan karalama gerçekte şehitlerimizi bir kez daha vuruluyordu.



PKK Genel Sekreteri Başkan Öcalan’ın ve Nidal Cephesi lideri, Filistin kurtuluş Örgütü (FKÖ) Merkez Yürütme üyesi (1989’dan itibaren), hala Kudüs Dairesi Başkanlığını yürütmekte olan Semir Ğoşe’nin şehitlerimizi kutsayan mektuplarına rağmen, şehitlere dil uzatmaya devam edildi.



Ancak bu çirkin çabalar, özel harp dairesi saldırıları yükselişe geçen çalışmalarımızın önünde durmaktan acizdi. Şehrimiz her şeye rağmen ağır bir uykudan uyanıyordu. Ayağa kalkıyordu karınca kadarınca de olsa bunu yapacaktı. Özgürlük ve demokrasi mücadelesine katkısını kendine özgün değerleriyle sunacaktı.



Başlangıç sayılarla değil tutumlarla ikame edilirdi. Bunu yapıyorduk. Uzun yıllar sonra kırılması gereken zincirleri kırıyorduk. Ama hainler şehitler üzerinde karanlık emellerini sürdürmek üzere şaibelerine devam ediyorlardı. Şehitlerimizi bir kez daha vuruyor, öldürüyorlardı. 30 yıldır şehitlerimizi unutanlar, Şehit etkinliğimizle birlikte karalamak için hatırlamış oluyorlardı.



Bunlarla yollarımız ebede kadar ayrılmıştı. Aynılar aynı yerde ayrılar ayrı yerde olacaktı. Ama böylemi olurdu? Solun çöktüğü yerde dik duran insan aradığımız bir kesitte birleştirici, geniş ve kapsayıcı olmak yerine, bir adım ileri atma kararlılığı gösterenlere karşı böyle mi yaklaşılırdı? İşte büyük soru buydu. Solun mevta halinin nedenleri birazda bu bataklık akılların ürünüdür. İşin diğer yanında ise, İstanbul’u Antakya’ya, Diyarbakır’a bağlamak için milliyetçi vebadan uzak olmak gerekiyordu. Bunlar ise inanılmaz bir milliyetçi refleksle bütünleşmiş kin saiklarının esiriydi.



Bu ortamın lümpen ağızla yapılan boş teneke lakırdılarına dönüp bakmamaya çalıştık, iyi niyete, bilgi paylaşımına, kavramları seviyeli kullanmaya önem verdik. Sorumluluğumuz vardı hırlaşma diye bir derdimiz yoktu. Yapılanları unutmayacağız, her şeyi düğüm düğüm arşivliyoruz. Şimdilik bu biline…



Nebil için özverileriyle bilinen kadim bir yoldaşım, bu gün (18 Şubat 2009) gönderdiği iletide, bana “rahat ol” diyordu. Her şey en uygun şekliyle olacak diye de tatmin ediyordu.



Bu değerli kadim yoldaşım, Önceki iletilerinde bana aklımda hiç kalmayan şu olayı hatırlatmıştı “Ben ara sıra ANTAKYA'ya gidiyorum ve geçmişi yadediyorum. Eski TÖB-DER binasının kavşağında bir afişleme sırasında afişleri toplayan polisin elinden o afişleri kaparak kaçışın da gözlerimin önünde canlanır o caddede.” On yıllar haber alamadığım bu yoldaşı yakın zamanda kucaklama fırsatı bulmuştum. Güvendiğim yiğit bir yoldaştı en eski ekibin temel taşıydı, anılarımda Nebil gibi yeri vardı. Son iletisine cevabım yaklaşık olarak şöyleydi:



“İtirafçıya karşı, Nebil yoldaşla ilgili reflekslerin ve yazdıkların yerinde ve olumludur.



İtirafçı Engin’i artık ciddiye almıyorum. “İki eylemle Nebil’i eğitmiş onun için söz sahibi olurmuş”. Bu adam resmen bunamış. Kesin patolojik bir vakıa.



Nebil'i İstanbul’a gönderdiğimizde, Nebil yoktan mı var olmuştu, insan önce bunu bir düşünür. İstanbul adam örgütleme özürlüsü olarak, neden bizden eylem kadrosu istedi sonra bunu aklına getirir, Ali Sönmez'i, Ali Ölçer'i, Nebil'i neden gönderdiğimizi aklına getirir. Eylem yapacak adamları yoktu, adam örgütlemeyi becerememişlerdi de ondan. Kendileri yeterli olsaydı zaten bizden kadro istemezlerdi. Kaldı ki, itirafçının, bizim yoldaşlarla (Nebil, Ali sönmez, Ali ölçer) girdiği topu topu iki eylem. Bu eylemlerde de görevi erketelikten (gözcülükten) öte değildir. Bunu herkes bilir. Ve herkesin bildiği başka şey son eylemden döner dönmez yakalanmaları ve örgütü bile istisna polise itiraflarıyla teslim etmesidir.



Engin bir itirafçıdır, bazıları "çözülmüştür diyelim" diyor. Hayır beyler, ben ısrarlıyım. Israr ediyorum Engin Erkiner bir itirafçıdır, o gün itirafçı yasası olsaydı da ilk müracaatı kendisi yapacaktı. İtirafçı yasası olmadığı için örgütün her şeyini, tüm adreslerini, gizli evlerini, tanıdığı, bildiği, tahmin ettiği, selamlaştığı herkesi, akrabaların, ihtimal dahilinde olabilecek eylemleri ve bunları kimin yapacağı ihtimalini söylemiş birine başka bir şey denemez. İtirafçı sıfatını ömrü billah sırtından atamaz.



Örgütle yaşadığı her saniyeyi "kronolojik" olarak anlatmıştır. Unuttuklarını ise hücre mazgalını tıklatarak "unutmuştum, şimdi aklıma geldi" diyerek itirafı kendi nefsiyle yarışarak yapmıştır. Bu adamın Nebil yoldaşı ağzına alması bile haram... Nebil yoldaş bu namusuz için söylediklerini anılarımda yazacağım. Ali Sönmez ve Nebil bu adamın kesinlikle cezalandırılmasını isteyen ve bunda çok ısrarlı olan yoldaşlardı. Bunu da bilmeni isterim.



Nebil'i kimin eğittiğine gelince, bunu yorumlamak için çok akıllı olmaya gerek yok. Zaman dilimlerini akla getirmek yeterlidir. Nebil yoldaşı eğiten öncelikle onun çevresidir. Devrimci düzlemde ise bu çevrenin bizlerin de dahil olduğu, sokak eylemleri, gizli bildiri basım ve dağıtımları, duvar yazılamaları, Eğitim enstitüsüyle ilgili sokak kavgaları, liselerdeki mücadeleler, mahallelerde kurduğumuz derneklerin mücadelesi ve Antakya'daki tüm illegal eylemler ki bunlar, itirafçı Engin'in boş olan kafasındaki saç tellerinin sayısından fazladır.



Bütün bu çalışmalarda öncelikle kimler vardı. İllegal eylem kadromuz kimlerdi. Dernek, TÖB-DER hangi illegal kadrolara bağlıydı. İstisnasız onlarca eylemi yapanlar kimdi. Otur bunu sen yaz; …ve adını saymadığım bir dizi yoldaş, yerlerini tam olarak sen belirle; kim neydi, sorumlulukları ve konumu neydi diye. Bu ekibin yaptığı hiç bir eylemin poliste açığa çıkmadığını belirt.



Sevgiyle yoğrulu ve birbirine tutkun olan bu ekibin hiç bir ortak eyleminin polise ulaşmadığını söyle. İlk tokatta evveli ahiri verenlerin süfli konumlarını, bu ekibin ulvi konumlarını hatırlatarak bir karşılaştırma fırsatı yarat.



Bu ekibin örgütü örgüt yaptığını, itirafçının yıktığını inşa ettiğini söyle gür sesle, hiç çekinmeden. Bu ekibin devrimci tutkusu, çektikleri işkenceye rağmen, polise ser verip sır vermediğini anlat.



Anlat ki, bu edepsizler utanmasa da varsa onları okuyan bari onlar utansın. Bu açıdan senin gösterdiğin tepki önemlidir diyorum. Bana gelince Nebil olayını kapsamlı olarak hazırlıyorum. Bu hurda insanların on yıllardır akıllarına gelmeyen Nebil yoldaşımızı neden şehitler haftasıyla birlikte anmaya başladıkları anlaşılsın.



Anıt mezar olayı için görüşmelerimizi anlat, mezar taşında yer almasını istediğim dörtlüğü aktar ki neyin ne olduğunu bilsinler. Onlar içinde bulundukları o an dışında bir şey bilmezler. Ama ne yaparlarsa yapsınlar beyhude. Nebil Antakya'da mezarında olacaktır ve Antakya demek ne demektir onlar bunu çok iyi bilirler. Uzun değil kısa bir zaman sonra bunları tekrar hatırlatacağım. Bu yazışmamız bu açıdan yarına sunulacak bir belge olacaktır.



Seninle yazışmalarımı istediğin kişiye tümden ya da istediğin kısımları yönlendirebilirsin, bundan da memnun olurum.



Baki selamlarımla. Mir.



18 Şubat 2009.”





Nebil yoldaş şehrine dönecek. Bunu kimse istismar edemeyecek, istismara kalkanın yaptığı yanına kar kalmayacak. Herkes Antakya’nın ne olduğunu bilir, onun şehidinin de ne olduğunu… Bunun için beyhude çabalar sadece bizi güçlendirir. Kimlik haklarımıza ilişkin söylenen her olumsuz söz hedef kitlemizle daha da etkin buluşmamıza hizmet ettiği gibi.



Bu gün Nebil yoldaş için çabalar ilgimiz ve ilgimiz dışında da sürüyor. Sonuç aynı mecraya akacak. Amaç aynı ise sorun olmayacak. Nebil kendi toprağıyla buluşacak. Gelenek ve görenekte gerekli her şey yerine gelecek. Şehit, normal ölümden farklı defnedilir. Bunun erkanı-adabı ne ise o yapılacak. Bu ritüellerde sadece yer alması gerekenler bulunacak.



Yukarıda Nebil’le benim resmimi yerleştirdim. Yan yana hep olduğu gibi. Bunu bir anı için hazırlamıştım orda yerini alacak, ama burada, bu resimlerin sırrı için kısaca aktaracağım.



Antakya kurtuluş matbaası şehrin merkezi yerindedir. Kiliseye, vilayet konağına Antakya ceza evine, çarşı karakoluna çok yakındır. Yanı başında karşı kaldırımda da kurtuluş taksi durağı vardır. Elimizde matbaada kesilmesi gereken bildiri kağıtları ve ilk kitabım “KAPİTALİZM Mİ? SOSYALİZM Mİ?”nin teksir ilk baskıları. O zamanlar yarım kağıda basardık kitap broşür ve uzun yazıları.



Nebil’le birlikte matbaaya girdik, kesim için ustadan izin istedik. Bir tanıdık vardı olur dedi. Kağıtları kesiyorduk. Tam bu sırada gazetenin ülkücü faşist köşe yazarı, tedirgince içerdeki kulübeye geçerek telefona sarıldığını gördüm. Kesim işi daha bitmemişti. Nebil’e acele et, ihbar yedik gibi dedim. Kesilen kağıtları kesilmeyenlerle bir araya getirdik kendimizi hızla dışarı attık. Meşhur bir mobiletimiz olacaktı Nebil yoldaşa “durma eve git” dedim. O meşhur geyik atikliğiyle yay gibi uçtu. Çarşı karakolu 100mt civarında uzaktı. Polis ekibi de tam üzerimize gelip dayanmıştı. Beni elimden tutular. Üzerimde hiçbir şey yoktu. Muhbiri çağırdılar “kağıtları kesen, alıp kaçan bu” dedi. Beni Nebil’le karıştırdı, herkes gibi. İkiz gibiydik o yaşlarda. Bir tek beni yakalamışlardı. Polis, diğerleri nerde diye çevredekilerden gençleri toplamaya başladı. Hemen orada bulunan bilardo salonunda çıkan birçoğu bizim sempatizanımız olan gençlerdi. Bir iki kişi daha yakalayıp karakola götürdüler.



Ne yaptığımızı, ne türden kağıt kestiğimiz, içinde ne yazılı olduğunu soruyorlardı. Bir saat içinde Çarşı Karakolun önü ana baba gününe dönmüştü. Anneler, babalar, teyzeler, komşu kadınları en önde gürültü koparıp duruyorlardı. Dar sokak dolmuştu. Karakolun yanı başındaki humus satıcısı’nın (kaynatıp öğütülen nohut püresi) turşu bidonlarının devrildiğini dışarıdaki konuşmalardan, biz karakol bahçesindeki hücrede işitiyorduk. Kalabalık artmıştı. Başı Emire teyzem çekiyordu. Tüm devrimcilerin anasıydı o. Muammer Doğan yoldaşın yiğitler yiğidi annesi. Hepimiz için zindan zindan koşan bir kahraman anaydı. Polislere ağır sözler söylüyordu. Polis ne yapacağını şaşırmıştı. Telefonlar ediliyor emniyet müdürlüğüne ancak bir sonuç yoktu. Üzerimizde hiçbir şey yakalanmamıştı da. Bu ara dedem CHP eski Milletvekili (1950) Suphi Bedir Uluç da karakola yetişmişti. Kendini tanıttı, komiser eski parlamenteri tanımıyordu. Karakoldaki komiser, Emniyete Müdürlüğüne telefon ediyor yine bir sonuç çıkmıyordu. Karanlık basmak üzereyken, üzerimizde hiçbir şeyin olmaması, kimsenin de davacı bulunmaması üzerine, ifadelerimiz alınıp imzalarımız atılınca bizleri serbest bıraktılar.



Nebil’le birbirimize çok benzerdik, çok kişi de bizi karıştırırdı Bu anımız da o karışıklığın onur verici bir karesiydi.



Sonra ne oldu.



Sonrasını anlatırsam itirafçı Engin’in provokasyonuna gelmiş olurum. Bu karakola ders vermek gerekiyordu. Yaptığı densizliği ödemesi gerekiyordu. Aynı gece, ben, ekibimizin yiğit bir kadrosu (şu an Almanya’dadır) ve Nebil yoldaşla, kurtuluş caddesine çıkan dar sokaklarından gelerek, karakola hak ettiği cezayı verdik; karakol polislerinin fareler gibi kaçışları, çığlıkları, yerlere dökülüşleri, eski oluklu kiremitlerin çöküşü hala hatırımdadır.



Burada bir kez daha belirtmeliyim. Amacımız sadece psikolojik etkiydi, bunun siyasal sonuçlarıydı. Hiçbir eylemimizde hiçbir surette insana zarar verme yoktu. Bunun nedenleri de kitlesel bir örgüt olmamızdı, hesap vereceğimiz, sorumlu olduğumuz bir halk vardı, karanlık oda sorumsuzluğu yapamazdık. Herkes bilir ki, o gücümüzle, o etkinlik ve yetilerimizle Antakya’da, askeri her eylemi istediğimiz yöne çevirebilirdik; amacımız siyasiydi insana zarar vermek değildi, bu nedenle şehrimizin hiçbir askeri eyleminde böylesi hedeflerimiz olmamıştır. Benden sonraki iki kuşak yönetici geldi. Müntecep Kesici döneminde bir polisin ölmesi olayı ise, eylem anında karşılıklı çatışmanın sonucu olmuştu. Buna karşı, örgüt kararıyla önceden alınıp, planlanan ve uygulanan hiçbir eylem insana yönelik bir şiddeti içermedi. Bu geleneği örgütümüzün her eyleminde egemen kıldım ( 1. Kongrede onaylanan örgüt tüzüğümüzde de hiçbir koşulda şiddet cezasının yer almaması için çalıştım ve bunu başardım. THKP-C (Acilciler) Tüzüğü “cezai yaptırımlar” başlığını taşıyan VIII.MADDE de “ihtar, kınama, Yetkilerin azaltılması, Yetkilerin dondurulması ve örgütten atmadır. Bunlar da ilgili örgüt organının 3/2 çoğunluğunca karara bağlanır” denmektedir. Bunun dışında hiçbir tür ceza yoktur) Bu duruşumu da hiç değiştirmedim.



Bu noktada en küçük bir taviz vermiş olsam ayaklar altında ezilecek ilk kişi itirafçı olurdu, ardından da kendini MİT’e satmış ortağı olurdu ve bundan onları kurtaracak yeryüzünde hiçbir güç yoktu.



Örgütlü kitlelerin kadro üzerinde nasıl da örtü olduğunu, kadroların bununla ne kadar rahat eylem yapabildiğini ve başarılı şekilde korunduğunu, fildişi kulelerinde oturan Donkişotlar bilemezler. Antakya eylemleri böylesi eylemlerdi.



Bu satırlardan, Amanos dağlarında yaptığımız askeri eğitimi, Habib el Neccar dağı askeri çalışmalarını, taş Ocağından malzeme kamulaştırmasını, San Pier Kilisesi sırtlarındaki DSİ yazısının DENİZ-MAHİR olarak çevrilişini, İpek pazarında Faşistleri, Ayı Erdoğan ve şebekesini kurşun yağmuruna tutuşumuzu, 1977 Haziran erken seçimlerinde Faşist Türkeş’e ve konvoyuna Karşı hazırladığımız kritik eylemleri, İskenderun’da yapılacak miting platformunun bubi’lenmesini ve sonuçlarını burada dile getirmeyeceğim.



Bu süreçte Carlos M. gibi, Ali Ölçer, Ali sönmez, Nebil, Stalin H. gibi illegal alanda, sadece Antakya’da değil, Samsun’dan Ankara’ya, Niğde’den İstanbul’a, Adana’ya birer kadro olarak ülke çapında mücadeleye atıldılar. Legal alanda ise adları buraya sığmayacak kadar kadromuz, aynı çalışma ekibinin, aynı kitlesel örgütlenme ve çekirdekten yetişmenin bir unsuru olarak örgüte hizmet verdiler.



Bunlar kimin eseri, kimin kararı, kimin çabası ve özverisinin kolektif ürünü olduğunu bilenler bilir. Sonuçta kadim şehrimin her insanı tüm mozaik dokusuyla hiçbir etnik ya da inançsal arka palana taviz vermeden, bunu asla akıllarına getirmeden özgürlük ve demokrasi için mücadele ettiler. Bu kadim şehir benim ardımdan iki kuşak yönetici daha yetiştirdi.



Antakya eylemleri ardı arkası kesilmeden yapıldı. Büyük çoğunluğu da açığa çıkmadı. Çünkü burası bir kitle örgütlenme alanıydı, kadro kendini iyi kamufle edebiliyordu. En önemlisi de, aramızda iki tokatla “Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim” (Engin Erkiner İfadesi, s:16) Diyecek kimse yoktu.



Antakya çalışmaları anlatmakla bitmez… Bu ekibin yarısı bir itirafçı yüzünden İstanbul’a taşınmıştı…



İstanbul’da faşistlerin toplanma yeri Küllük Kahvesi eylemini, interkontinental’ın bir kez daha kurşunlanmasını sonra ayrıntılarıyla anlatacağım. itirafçı Engin’le, MİT’çi ortağının bilmemesi gereken, Nebil yoldaşla birlikte giriştiğimiz bir başka büyük eylemde, karşımıza çıkan koruma polisini nasıl esir aldığımızı, üzerindeki tabancayı çekmeye fırsat bırakmadan aldığımızı, ertesi gün gazetelerde bu eylemin ön sayfadan 9 sütundan verilişi ve polisin “demirbaş, beylik tabancamı iade etsinler” notunu hatırlatmakla yetineceğim.



Bu ve diğer eylemler için ihtiyaç duyduğumuz arabaların elde edilme eylemlerini burada anmayacağım. Bu eylemlerde Nebil yoldaşla birlikte, benimle yer alan yoldaşların hiç biri (Bunlardan bir, yaşamını hanımıyla hala İstanbul’da sürdürmektedir) polise bir bilgi vermedi. İşkencelerde, sorgularda, polise ser verip sır vermediğimizi söylemekle yetineceğim.



Nebil’in sağmalcılardan, Dev-sol’cu Bedri Yağan ve bir başka öğrencinin yerine TİKKO’cu Hacı Demirkaya ile kaçışını, kimileri nemalanmak için kulaktan dolma, sallama şekilde anlatıp duruyor.



Bu kaçışı nasıl organize ettiğimi, ne zaman karar verdiğimi, Nebil’in benim çıkmamı istemesine rağmen, polis ifade ve mahkemelerin seyri gereği kendisinin çıkması gerektiği kararını nasıl verdiğimi, yiğit bir gönüllülükle Bedri Yağan’ın bu görevi üstlenişini, Bedri’yi ranzamın altına elini kolun bağlayarak sakladığımı ise anılarda uzun uzun anlatacağım (Mayıs 1978).



Rahmetli Bedri Yağan, Suriye’ye geçer geçmez benimle görüşmek istedi. Misafirim oldu. O günleri andık uzun uzun. Suriye sürecinde çok ciddi hataları ve sorunları oldu, satın aldıkları insanların da kurbanı oldular. Mehmet Ağar-Tansu Çiller’in kapalı ödenekten aktarılan para karşılığında MİT aracılığıyla, Suriye’de Müslüman Kardeşler örgütü üyeleriyle, sağa sola bombalar yerleştirip masum insanların ölümüne yol açan Reşit Duran, Bedri Yağan’ı Türkiye’ye dönüşünü organize edendir. Bedri Yağan’ı sınırdan geçer geçmez, MİT’le bağlantılı olan kaçakçılara teslim etmiştir. Bilinen sonuca böyle gidilmiştir. Reşit Duran Suriye’de, sivil halkı katletmekten dolayı idamla aranıyor. Şu an Türkiye’de, MİT çömezi olarak da istihdam edilmektedir.



Ama ilginç bir kesişme oldu. Arap Ayhan, İtirafçı Engin’in sitesinde Reşit Duran’ı “devrimcilere yardım eden” biri olarak tanıttı. Onunla birlikteydi. Arap Ayhan, HDÖ’lü olduğu için sorgulanıp, uyarılarak bırakılmıştı. Sefil biriydi zaten. İlginç olan İtirafçı Enginin sitesinde MİT’e kendini satmış ve ilişkisi hala devam eden İbrahim Yalçın’a ek, Arap Ayhan’ın ve onun dostu Reşit Duran’ın da yer almaya başlamasıdır. MİT uzantısı bu kadar kişinin bir WEB sitesinde bir araya gelmesi nedir? Bunu herkesin düşünmesini istiyorum…



Rahmetli Bedri Yağan sürecini ise ayrıca anlatacağım…



Ankara Emniyet Müdürlüğünde (10 Mart 1978), sorguya benimle yüzleşmek üzere getirilen yoldaşlarımı da katarak (Bunlar arasında M. Burgaz ve kardeşi Fuat’ta vardı), emniyete meydan okur tarzda, yerel halk türkülerimizi hücremden, anadilimle, yüksek sesle söylediğimi burada uzun uzadıya anlatmayacağım.



Bu satırların sonunda yine yüksek sesle, Bush’un suratına vurulan sırmay gibi, “Utanmaz adamlar, itirafçılar, MİT’e satılmışlar, hilkatinizi, pis ağzınızı ve kirli ellerinizi Nebil yoldaştan uzak tutunuz “ diyerek suratlarına vuracağım.



Nebil yoldaş için dürüstçe, sesiz ve sitemsizce, boş tenekenin çok ses çıkaran gürültülerine medet bağlamadan çalışan her kişinin emeklerine saygımı ve salamımı iletiyorum. Bu süreç tamamlanınca bu konuya özel olarak ayrıca yer vereceğim.



Bu dosyada Nebil yoldaşı uzun uzun anlatmayacağımı baştan söyledim. Ama onu kalleşçe ve hunharca katledenlere bir çift sözüm olacak.



Katiller her kimseniz, Mete Özer mi? Başkası mı? Kim olursanız olun. Oturun yaptığınız ve sizin de içinizin, en azından bu gün itibariyle, burkulduğuna inandığım bu menfur cinayetten dolayı özür dileyin. Bunu yazılı ve açık olarak yapınız; cinayetinizi detaylarıyla anlatıp özür dileyiniz. Bakın, cinayetinizin üzerinden bunca yıl geçti ama Antakya halkı olarak şehidimizi unutmadık. Şehit haftaları düzenlemeye başladık. Şehidimizi bulacak toprağıyla kucaklaşmasını da sağlayacağız. Bu vebalden kaçamayacaksınız. Bunun dışında ihsan istemiyoruz.



Bu çağrıyı Ali Çakmaklı’yı öldürenler için de tekrar ediyorum.



Bu çağrıyı, örgütümün sorumluluğunu üstlendiği, olumlu olumsuz her yükümlülüğünün arkasında 2. Kongremiz bağlanıp karar alana kadar duracağımı bir kez daha belirterek, yineliyorum. Kimseye bir sorumluluk yüklemeden (61. Dosya’da bu konuyla ilgili her detayı açıkladım), kimseyi şaibe altında da bırakmadan, bu çağrımı tekrar ediyorum.



Son notum şu olacak.



1 Mart 2009



Sefil itirafçı yüzünden firarı duruma düştüğüm 1977 Ağustos’undan bu güne ve bu saate kadar kod adlarıyla yaşadım. Adımı hep gizledim. İlticamı bile başkasının adıyla yaptım. Fotoğrafımın yayınlanmaması, Adımla görüntümün bir arada algılanmaması için çaba verdim. Kod adımı bile seçerken yaygın olanı tercih ettim, hep Ali oldum, Ali kaldım…



Adana cezaevinde hummalı bir kaçış hazırlığı vardı. Tünel son aşamalarındaydı. Siyasi temsilciler olarak, devlete büyük bir darbe olur düşüncesiyle tünelden ilk elden ağır mahkumları çıkaracaktık. Sonra istisnasız tüm mahkum ve tutukluları da hatta cezaevinin meşhur bir kedisi vardı onu da çıkarmayı düşündük (1000’i aşkın kişi). Bu önerim kabul edildi. Büyük ve sansasyonel bir çıkış böyle gerçekleşecekti. Burada şahıslar ve adları yoktu. Olayın kendisi büyük bir etki yaratacaktı. Ancak tünelde bir devrimci yoldaşın şehit olması tüm planlarımızı alt üst etmişti. Farklı arayışlar içindeyken, tünelin açığa çıkması nedeniyle, jandarmalarla aramızda başlayan silahlı çatışmaların ardından, cezaevi çevresinde birikmiş ailelerin tepkilerini dindirmek için 6. kolordu komutanından görüş izni geldi.



Durum değerlendirmesiyle yeni kaçış planımızı hayata geçirdik. Bir gece önce görüş yapılacak kabinlerde, görüşmeci tarafına geçerek sabahladık. Gardiyanlardan örgütlü olanlar, solculara sempati görenlerin de yardımıyla, firar ettik.



Firar ettiğimizin anlaşılmaması amacıyla, koğuş sayımında adımız okununca “buradayım” diyecek yoldaşları da belirleyerek çıkmıştık. Onlarca kişi çıkmamıza rağmen, kaçışımız geç anlaşıldı ve bu olay basında önemli bir yer bulmadı. İstediğimiz de buydu. Aptal itirafçının her olayda ve söylemde bir Mihrac Ural parıltısı yaratmak için çırpınışı sadece yalandan ibarettir.



Bu gerçeği, benimle kaçmasına onay verdiğim, İtirafçının yakın arkadaşı Adil Okay’a da iyi bilir. Anlaşılan itirafçının salladığı yalanı durdurmakta geç kalmış.



Bu verilerin ışığında, “şöhret peşinde” koştuğumu iddia eden itirafçının bilmek istemediği çok şey olduğunu söylemeliyim.



Örgütümüz, Türkiye’de en etkin askeri eylemlerini ANAP’a karşı yaptığında, medyanın tek kelimeyi bile abartarak vereceği bir ortamda, Mihrac Ural yerine Bedreddin Mahir örgüt sözcüsü olarak konuşmuştur. Bedreddin Mahir’in ise, şeyh Bedreddin ve Mahir Çayanı çağrıştıran bileşkesiyle şöhrete ihtiyacı olmadığını söylemeye bile gerek yoktur. Şöhret konusunda çok fakir biri olduğumu söyleyebilirim.



Buradan da itiraf etmeliyim ki, Engin Erikener benden çok daha meşhurdur.



Bu zevatın şöhretinin milyonda biri bile olamam, Allah kimseyi de yapmasın derim.



Örgütümüzü itiraflarıyla polise teslim etmesinin şöhretine ülkemizde, Doğu Perinçek’ten başka kimsenin ulaşamadığını belirtmeliyim; bu şöhreti, işkencelerde kanlar içinde kalan vücutlarımızın üzerine basılarak oluştuğunu ayrıca hatırlatmama gerek yoktur. Polise yaptığı itiraflarla, istisnasız geride hiçbir şey bırakmadan, olan ve olacak olan tüm eylemlerini, olan ve olma ihtimali olan tüm adres ve sorumlularını, tanıdıklarını, kendisine selam atanları, akrabalarını ele vermiş ve ifadesinde bir ton ithamla, adını 12 kez andığı Mihrac Ural’ı vererek meşhur olmuştur. (Bkz. 1. Dosya; itirafçı Engin Erkiner’in polis ifadesi http://mirural.blogspot.com/)



Özür dilerim, böylesi bir şöhretle ben asla başa edemem…



Mihrac Ural sendromuyla yaşama ısrarı, bu adamı kepaze durumlara da soktu. Bunca karalama çabasına rağmen sonuç alamayınca, siyasi yazılarımın arkasından nal toplayan eleştiri çırpınışlarına yönelmesi dikkat çekicidir. Özel olarak benim adım etrafında dolaşan sitesindeki her yazıda, yazılarımı “okumadığını, hiç bakmadığını, ilgilenmediğini” yazıp durdu. Oysa anı anına yazı performansımın izleyicisi olduğu anlaşılıyordu. Bu dengesiz durumu kimsenin gözünden kaçmadı. Alay konusu oldu; bu kadar karalama ve iddiadan sonra, geriye hangi siyası eleştirinin kıymeti itibarı kalır ki…