7 Oca 2010

101.dosya: HANNA MAPTUNOĞLU



Hana Hocayı (Ali Seyit) 1983 yılında tanıdım. Avrupa’dan Orta Doğuya gelmiş ve parti okulunun sorumluluğunu üstlenmişti. Sıcak sempatik ve insancıl yapısıyla hemen herkesin sevgisini kazanmış önder yoldaşlardan birisiydi. İnce ve duyarlı bir yapısı vardı, sorumluğunda ki her insanla özel olarak ilgilenir ve dostluk gösterirdi. Devrimci tutarlılığı ve sosyal nitelikleriyle öğrencileriyle bütünleşmiş, saygın bir kişilikti.


Yurtdışın da faaliyette bulunan parti okulunun eğitim programı siyasi ve askeri olmak üzere iki aşamalı olarak gerçekleştirilir ve kadroların her anlamda yeterli olması sağlanmaya çalışılırdı. Faşizmin yoğun saldırı koşullarında böylesi bir çalışma, ciddi önemde ve uzun solukla bir faaliyet olarak programlanmıştı. Türkiye’nin değişik bölgelerinden parti okuluna getirilen onlarca insan burada aldıkları eğitim sonrasında yeniden ülkeye gönderilerek, faşizme karşı mücadelede mevzilendirilirdi. 6 aylık bir süre içinde planlanan bu eğitimle donanan pek çok insan yeni baştan ülkeye sıkıntısız tekrar sokulmuş ve faşizme karşı mücadele de yerleri almışlardı.
1983 yılı ikinci yarısında eğitim için değişik kentlerden gelen grup oldukça kalabalıktı. Kamp yeri panayır alanı gibiydi. Onlarca insan bu alanda sosyal, siyasal ve askeri paylaşımlarla donanıyor ve Türkiye ye dönüş ve faşizme karşı mücadele için sabırsızlanıyordu.

Genç insanlardı, heyecanlı ve dinamiktiler. Kısa devrimci yaşamlarında ilk kez böylesi bir sürece girmenin telaşıyla kısa sürede kaynaşıp, Hana hocanın etrafında kenetlendiler.


Hocalarına saygıları büyüktü ve tartışılmazdı. Siyasi eğitim böylesi bir atmosferde tamamlanarak Askeri eğitim için Lübnan’a geçildi. Trablus kentinde Filistinli Nidal Cephesi kampında askeri eğitim süreci başladı. Filistin askeri komutanların uzmanlığında yapılan askeri eğitimle verilecek mücadele koşullarına uygun askeri beceriler kazanılmaya çalışıldığı bir dönemde o talihsiz çatışma süreci başladı. El Fetih içerisinde muhalif olarak çıkan Abu Musa grubu ile El Fetih arasında başlayan çatışmalar kısa bir süre içinde genişleyerek FKÖ bünyesindeki diğer örgütlere ve Lübnan yerelliğine sıçradı. Yükselen ve gittikçe genişleyen muhalefet karşısında gerileyen El Fetih, Lübnanlı yerel örgüt olan İslami Tevhit ile ittifak yaparak elini güçlendirmeye çalıştı. İslami Tevhit bu süreci fırsat bilerek Lübnan Komünist Partisinin bürolarına saldırarak katliamlara girişti. Artık çivi çıkmıştı, Lübnan sahasında iki ayrı cephe oluşmuş ve çatışmalar hemen her yerde yaşanılır olmuştu.
Askeri eğitim için birlikte olunan Nidal Cephesi bu çatışmalarda demokrasi Cephesi diye adlandırılan gericilik karşıtı güçlerle birlikte bu çatışmalarda saf tuttu. Bu süreçte Hana hoca 30’a öğrencileriyle birlikte Trablus’ta ve çatışmaların yoğunlaştığı bir alanda Nidal Cephesine ait bir askeri kampta kalıyordu. Acil Hareketinin o dönemki yöneticilerinin, bu çatışmaları bölge gericiliği ile demokrasi güçleri arası bir savaş olarak değerlendirmesi sonucunda, demokrasi güçleri safında yer alınarak çatışmalara katılındı.

Bu karar tartışıla bilinir. Bu savaş bizim savaşımız değildi denebilir. Biz böylesi bir savaşa hazır değildik denebilir. Katılmamamız gerekirdi denebilir. Savaşın niteliği farklı yorumlanabilir. Tüm bunlar sürecin siyasal boyutu ile ilgili bir tartışmadır ve anlaşıla bilinir şeylerdir. Böylesi bir siyasal tartışma pek çok karar için olduğu gibi bu karar içinde mümkündür. Ancak dönemin örgüt yöneticilerine dönük, kendi yoldaşlarını ölüme yollayarak katlettiler biçimindeki bir saldırı, vicdansızca ve ahlaksızca bir tutumdur. Bu iğrenç saldırılarda bulunanların hiç birisi, ne o süreçte yaşamıştır nede o sürecin gerçek bilgisine sahiptir. Yalanlarla ve iftiralarla şaibe yaratarak solu zayıflatmaya çalışmaktadırlar.
Bu çatışmalarda 3 yoldaşımız şehit düşmüştür. İlk düşen yoldaşımız Süleyman Kılıç’tır. Hemen yanı başında olan ve Süleyman kılıç yoldaşı belki yaşıyordur umuduyla kurtarmak için hamle yapan Vedat Erdal yoldaş, Süleyman Kılıç yoldaştan bir kaç dakika sonra şehit düşmüştür. Bir başka mevzide çatışmaya giren yoldaşlarımızdan S.Uçkum, C.Cüzdan, Ç.Çelik ve Kuvvettin Külekçi yoldaşlar esir düşmüşlerdir. Yaralı olarak esir düşen Kuvvettin Külekçi yaşadığı işkenceler sonucu yaşamını yitirmiş ve daha sonraki süreçte tüm çabalara rağmen cesedine ulaşılamamıştır.

Aynı süreçte Acil saflarında çatışmalara katılan ve geçmiş olarak Acil hareketinden gelmeyen, Suriye sınırında askerken, silahı ile birlikte sınırı keserek Suriye’ye geçen ve sonrada Lübnan’a geçen Bilecik doğumlu Selahattin Kaya, bu çatışmalarda şehit düşen son arkadaşımız olmuştur.
Bu çatışmalarda parti okulu 3 şehir vermiştir. Mersin bölgesinden Vedat Erdal, Antakya bölgesinden Süleyman kılıç ve Çorum-Ankara bölgesinden Kuvvettin Külekçi yoldaşlardır. Bu ölümler sonrasında değer mevzilerde dağınık halde bulunan tüm yoldaşlar merkez kampa çekilerek süreç değerlendirilmeye alınmıştır. Vedat Erdal, Süleyman Kılıç ve Selahattin Kaya’nın naaşları Suriye’ye getirilerek oluşturulan şehitlikte, yapılan törenle toprağa verilmiştir. Tüm arabalara ve çabalara rağmen esir olan diğer üç yoldaş takas ile sağlıklı olarak geri alınırken, Kuvvettin Külekçi yoldaşın gömüldüğü yer öğrenilememiştir. Bu durum aradan 30 yıla yakın bir zaman geçmesine rağmen, yüreğimizde bir sızı olarak bu gün bile canlılığını korumuştur.

Hana Hoca diğer kamplarda bulunan yoldaşlarımızı hemen daha geride olan merkezi kampa çekerek yeni ölümlerin olmaması için tedbir alamaya çalışmıştır. Kayıp ve esir olan yoldaşlarımızın bulunması için gerişimler başlatmış ve gerekli yerlere ulaşamaya çalışmıştır. Hemen akabinde ise, yaşanılan süreci MK. Üyesi yoldaşlarıyla birlikte değerlendirmek üzere Suriye’ye geçmeye karar verir. Suriye den Lübnan’a gelen Şerif yoldaşın kullandığı Renault 9 markalı, Avrupa plakalı, mavi bir arabayla, E.Oflazoğlu ile birlikte yola çıkarlar. Lübnan’dan hareket etmeden önce, arabanın bagajına çok miktarda silah, mermi ve el bombalarını bu vesile ile Suriye’ye götürmek için yüklerler. Lazkiye kentine kadar tüm arama noktalarını Cephe adına düzenlenmiş görevli belgesi ile aşarak gelirler. Lazkiye girişinde polis ve askeri arama noktasında tekrar durdurulurlar. Görevli belgesine rağmen bulundukları araç aranır ve silah ve mühimmatlar ortaya çıkar. Yapılan görüşmeler ve tartışmalar sonrasında, taşıdıkları görevli belgelerinin ve kimliklerin gerçek olup olmadığı araştırmak üzere, aynı araca binen muhabarat görevlisi ile birlikte, Lazkiye Emniyet Müdürlüğüne gitmek üzere tekrar hareket ederler. Lazkiye girişinde ki kontrol noktasına kadar ön koltukta oturan Hanna hoca, arabaya muhabarat elemanın binmesiyle arka koltuğa geçerek E.Oflazoğlu’nun yanına oturur. Arabanın hareketinden kısa bir süre sonra, gece saat 19.30-20.00 sularında, Lazkiye kentinin hemen girişinde, yokuş olan bir sert virajda karşıdan gelen otobüsün çarpmasıyla yoldan çıkıp, takla atarlar. Kaza sonrasında şans eseri arabada bulunan mühimmatlar infilak etmez ancak sağ arka koltukta oturan Hanna Hoca yaşamını yitirir. Arabayı kullanan Şerif yoldaş ağır yaralanır, arabada bulunan E. Oflazoğlu ile Muhabarat elemanı değişik yerlerinden yaralanırlar. Çevreden gelenler tarafından hastaneye kaldırılan yaralıların durumu ve Hanna yoldaşın ölüm haberi Lazkiye de bulunan yoldaşları iletilir. Hanna hoca kafasına aldığı darbe sonucunda beyin kanamasına bağlı olarak yaşamını yitirir. Kazada arabayı kullanan Şerif yoldaş muhabarat tarafından yaralı olarak yattığı hastane odasında gözaltına alınır. Suriye polisinin kazaya ilişki yaptığı soruşturmanın sonuçlanması sonrasında serbest kalır.

Bu olayın canlı tanığı olan 3 kişi bu gün yaşamaktadırlar. Bunlardan bir tanesi şu an Avrupa da yaşayan E.Oflazoğlu’dur. Lübnan’dan Lazkiye’ye kadar yüzlerce kilometre gelen aracın içine muhabarat binmişken ve Lazkiye’ye varmasına 8-10 km. kalmışken sabotaj sonucu kaza yaptırıldığını iddia etmek tek kelime ile şerefsizliktir. Namussuzluktur. İhanette sınırsızlıktır. Yalanda boyutsuzluktur.

Hanna Hoca’nın yaşamını yitirdiği kazada aynı arabada dört kişi bunmaktadır.

Araba kazadan önce yüzlerce kilometre yol yapmıştır.

Araç Lazkiye girişindeki kontrol noktasında durdurulmuş ve içinde bulunan silah ve mühimmatlar nedeniyle Lazkiye Emniyet Müdürlüğüne gitmek üzere yeniden hareket etmiştir.

Araca Lazkiye Emniyet Müdürlüğüne kadar refakat etmek üzere bir muhabarat görevlisi binmiştir.
Lazkiye girişine kadar ön koltukta oturan Hanna hoca, arabaya binen muhabarat elemanın, bayan yoldaşın (E.Oflazoğlu) yanına oturmasını uygun bulmayarak, arka koltuğa kendisi geçmiştir.

Arka koltukta oturan E.Oflazoğlu kazayı hafif yaralanma ile atlatırken hemen yanı başında oturan Hanna Yoldaşın ölmesi nasıl sabotaj olabilir?

Böyle bir sabotaj nasıl planlanır?


Bu ne sabotaj yeteneğidir ki, yüzlerce kilometre önce freni ile oynanan bir araç, yüzlerce kilometre sonra tutmaz oluyor?
Bu nasıl bir kindir, bu nasıl bir insanlıktır, bu nasıl soysuzluktur… Anlamak mümkün değildir.


Bir şanssızlık sonucu yaşanan ve herkesi acıya boğan böylesi bir kaza sonucu Hanna Maptunoğlu, görevi başında şehit olmuştur. Ve kendisinden çok kısa bir süre önce şehit düşen öğrencilerinin yanı başına gömülmüştür.
Gerek kaza sırasında araçta bulunan diğer insanlar gerekse de Hanna Hoca Lübnan da ki kamptan hareket ederken orada bulunan yaklaşık 20 kişi, tüm bu yaşanılanların canlı tanıdığıdır.
Burada en önemli nokta, Hanna Hocanın merkez komitesinde bulunduğu ve yıllardır faşizm koşullarında omuz omuza mücadele verdiği yoldaşlarını tarafında sabotajla öldürüldüğü iddiasıdır ki, şerefsizlikte son noktanın göstergesi olduğu kadar, sol yapıları kirletmeye dönük bilinçli bir faaliyetin ürünü olması açısından da dikkat çekicidir. Birbirlerini yok eden sol örgüt portresi oluşturulmaya çalışılarak, genç insanların devrimci mücadeleden uzak durması, bir bütün olarak soldan uzaklaşmaları sağlanmaya çalışılmaktadır.


Bu anlamıyla tüm sınırları zorlayan siyasal bir kirliliktir… İhanette sınırsızlıktır. Yaşamlarını devrim mücadelesine veren yoldaşlarımıza saygısızlıktır.


Bütün bir süreci yaşayan birisi olarak, tarihe not düşme adına bu açıklamaları yapmayı bir görev olarak görüyorum. Yoldaşlarımız şehit olurken bizlere yaşam düştü. Bizlerde tarihe tanıklık yaparak, bize düşen yaşamın hakkını vermek zorundayız…


Öner Ödemiş
07/Ekim/2009