1 Ağu 2010

175. DOSYA, FİRAR


FİRAR
(Tarihte bu gün 31 Temmuz 2010)

Mihrac Ural
31 Temmuz 2010

Son sürgünüm, Niğde’den Adıyaman’a oldu; Niğde’de 1. koğuş temsilcisiydim. Zamanın Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e yazılan protestoda adım, 1. koğuş temsilcisi ve birinci sırada olarak verilmişti. 27 Aralık 1979 muhtıra mektubunun veriliş nedeni olarak Ankara’da matbaamızın ve silahlarımızın yakalanmasının dayattığı bir ortamda zindan ziyaretçilerimin yoğunluğunun -ailemden çok, yoldaşların sık sık gelip gitmesi- idarenin sürgün listesinde öne çıkmama yol açtığını sanıyorum.
Bu kez 11. sürgünümü almıştım; Adıyaman.
“Adıyaman nire ben nire” diyesi bir durum... Sanki çölde bir vadi içindeydim. Siyasi tutuklusu bile olmayan... Adıyaman’da da yanılmıyorsam iki siyasi tutuklu daha vardı. İzmirli olduğunu, adının Mustafa olduğunu hatırladığım çok olgun bir arkadaş. Gerisi adli mahkum.
Adıyaman sürgünü, sürgün içinde sürgündü. Devrimci bir insanın sürgününü ancak aynı durumda olanlar anlar. Bir de örgütsel bir sorumluluk varsa, özellikle de örgütsel temel tüm yetkiler omuzlarına binmiş, bunun günü birlik görevleri altında bulunuyorsan sürgün bir başka cehenneme döner; bilgi alacak, yönlendirilecek, görevlendirilecek insanların seni sürgün yerinde bulması seninle görüşmesi ayrı bir sorun ve sorumluluk ve yükümlülüktür. Bunları acımasızca yaşadık. Bir itirafçının örgüte yaptığı yıkımın ardından gelen yıkımlarda bu gibi hallerde kendini gösterir.
Adıyaman zindanında ikinci kat ranzada mukimdim (ikame ediyordum).  O zamanlar tek kanal olan TRT’de, yanılmıyorsam “insanlar yaşadıkça” adında bir film oynuyordu. Amerikan ordusunda disiplin olaylarını anlatıyor ve disiplin cezası almış askerlere uygulanan işkenceler anlatılıyordu.
Bu filmin meşhur bir sahnesi var, jopla askerin karnına yapılan bir vuruşu canlandırıyor. Jopun, gardiyanın elinin askerin midesinin içine kadar gömüldüğü izlenimini veren bir sahne. O an ne olduysa oldu. Kendimi yerde buldum.  Bir sinir krizi geçirmiş, bayılarak ikinci kattan yere düşmüştüm. Hastaneye kaldırıldım. Aynı anda mı sonra mı hiç hatırlamıyorum.  Aklımda kalan ring arabasıyla gittiğimizdi. Adıyaman Hastanesi’nde sonuç alınmadığı, beyin tomografisinin alınması gerektiği yönünde bir şeyler söylendiğini duydum. Sanırım bir hafta kadar sonra Adana Numune Hastanesi’nde tedavi için sevkim çıktı.
Numune Hastanesi’nde tedavim başladı. Yanılmıyorsam 10-15 gün orada mahkumlara ayrılan bölümde kaldım. Başımızda iki jandarma vardı; elim ranzaya zincirli olarak tutuldum.
Adıyaman Cezaevi’nin zimmetindeydim. Adana Numune Hastanesi’ne kontroller için gönderilmiştim ve gerisin geriye Adıyaman’a gönderilecektim. Sevk işlerinin kendine özgü bir mantığı vardı. Tek kişi için araba, jandarma, önlem, harcırah gibi sorunları telafi etmek üzere bir dizi insanı birlikte bu işleme tabi tutmak, belki daha ekonomik ve daha güvenli olarak algılanmıştır.
Hastaneden taburcu edilince, Adana Cezaevi’ne emanet olarak verildim.
Adana Cezaevi’ne vardığımda, Güney Bölgesi çalışmalarında yer alan bir dizi yoldaşla birlikte oldum. Her biri ayrı bir yiğit olan, her biri ayrı bir özelliği olan insanlardı. Tümü onurlu direniş örgütü olan Acilcilerin militan ve sorumlu insanlarıydı. Bir kez daha yoldaşlarımla olmuştum.

Adana Cezaevi’ne geldiğimde benden önce başlayan tünel çalışmaları olduğunu örgüt yöneticileri toplantısında açıkladılar ve bu sürece katılmamız önerisi yaptılar. Bu süreçte bizim de etkin yer alacağımızı ve ne gerekiyorsa yapacağımızı ifade ettim.
Benim açımdan zaten mahkemeler süreci çoktan bitmişti.
Bir ahlaksız itirafçı Engin Erkiner’in ve bu gün belgeleriyle açığa çıktığı gibi bu kişiyle birlikte, örgütümüze MİT ajanı olarak sızmış olan İbrahim Yalçın’ın bizleri polise ilk kez ilan etmiş olmalarının sırtımıza yıktığı ilgili ilgisiz ithamlarla karşı karşıya kalmıştık. Firar dönemim boyunca ülke çapında örgütümüzü yeniden toplayıp canlı bir mekanizmaya çevirdim. Örgütün hiç bilmediği alanlarda örgütlenme yaptım. Aranırken, Adana, İstanbul, Ankara, Samsun, Kayseri, Niğde alanlarına yetiştik.  Ankara, Yukarı Ayrancı semtinde benimle birlikte Ege Bölgesi’nden Binbaşı Eşber, adını bilmediğim bir yoldaş, Semra ve Rezan adlı yoldaşlarımla birlikte yakalandım. Bodrum katında olan örgüt evinin açık olan penceresinden kaçmak istedim; polisler her tarafı kuşatmışlardı, üzerime çullanıp yakaladılar.
Ankara Emniyet Müdürlüğünde işkence sürecim başladı, falaka, elektrik ve kaba dayak dahil her tür işkence üzerimde denendi. Elektrik işkencesi, kesintisiz verilen manyeto elektriği değildi. Şoklar halinde, şalter açıp kapatma yöntemiyle veriliyordu. Yere açılan bir battaniye ve haç gibi bir tahta üzerine yatırılmıştım. “Şalter” indirme olayı üzerine yorum yapan Özel Harp Dairesi kuklalarının, polisin bileklerine yapıştığı an itirafçı olmalarının rahatlığıyla bunu bilmemeleri çok normal…
Ankara’dan sonra İstanbul’a, emniyet müdürlüğüne işkenceye teslim ettiler. Oradan Sağmalcılar Cezaevine.
İtirafçı Engin’in adımızı polise vermesi ardından Antakya’da evimizin basılmasıyla Adana’ya geçişimiz, Adana’da evimizin basılması sonucu büyük şehir avantajlarıyla İstanbul’daki çalışmalara ağırlık verişimiz ve buradan ülkenin her alanına ulaşma olanağını değerlendirişimiz Ankara’da noktalandı. İşkencede ser verdim sır vermedim. Bunun sonucu geride kalan örgüt mekanizması zedelenmeden görevini sürdürmesiyle bu darbeyi de atlatmış olduk. Örgütün sorumlusu olarak alnımın akıyla girdiğim işkenceden anlımın akıyla çıkarak direnme çizgimi sürdürdüm. Polis bileğine girince teslim olanların yarattığı örneği alt üst ederek direnme örgütü yöneticisinin alması gereken tutumu ortaya koydum.
Sıra zindan sürgünlerindeki mücadeleye gelmişti.
Sürgünler bitip tükenmez acı bir süreç. Her sürgün, cezaevinde kurulan bir düzeneğin yıkılması demektir; bunun ne anlama geldiğini ise bu sürecin insanları çok daha iyi bilir.
Adana Cezaevi’ne teslim edildiğim kesitte siyasi tartışmalar çok yoğundu, faşizm tahlilleri, emperyalizm, sosyal-emperyalizm tartışmalarının yapıldığı dönemlerdi. Bu tartışmalarda gösterdiğimiz etkinlik, cezaevlerinde örgütsel açıdan çok önemli sonuçlar yaratmıştı.
Adana Cezaevi tüneli, başarıyla devam ediyordu.  Ancak tünelin aydınlatılması için döşenen elektrik kablosunun çıplak olduğu bir yerde, kazı işleriyle uğraşan Dev-yol’dan İsmail Şahin adlı yoldaş elektriğe çarpıldı (26 ya da 27 Haziran 1980 olmalı. Gazetelerde bu tarih 28 Haziran 1980 olarak geçiyor). Yoldaşın durumu çok ağırdı. Hala o sahneyi hatırlarım; her tarafı topraktı, vücudu yarı çıplak, tırnakları toprak doluydu. Yoldaşı hastaneye yetiştirmek gerekti. Ancak üzeri topraktı, tırnakları toprak doluydu. Tünel kazı işinin olduğu anlaşılacaktı. Tünelin yeryüzüne doğru kazılıp açılması (patlatılması) gerektiği kararı aldık. Oysa tünel cezaevi yakınlarında kiraya alınan bir evin bahçesine açılacaktı ve firar oradan kamyonlarla yapılacaktı. Kararımız Adana Cezaevi’nde yaklaşık 800-1000 civarında olduğu sanılan devrimci ve adli tüm mahkumların, bu ara cezaevi kedisinin de esaretten kurtulmasıydı. Tünel 150 metre civarında kazılmıştı.
 Ancak her şey ters gitmeye başlamıştı. Tünelin yeryüzüne açılan ağız kısmı jandarmaya çok yakın bir yerde yol ortasına gelmişti. Mahalle köpeklerinin yerden çıkan insanları görünce dikkat çekecek tarzda havlamaları eklenince, tünel olayı açığa çıkmıştı; önden çıkan kılavuz yoldaşlar jandarma ateşi altında kalmıştı. İdare durumun farkına varıp ani bir baskın düzenlemek istedi. Her şey akıl almaz bir süratle ters yüz oluyordu.
Çatışma çıktı. İki ayrı bölüm olan siyasilerin kaldığı yerlerde yangınlar çıkmaya başladı. Bizim yeterli silah ve bombalarımız vardı; ülkedeki sağlaşma ölçeğinde zindan gardiyanlarından sempatizanlarımızın olduğunu burada belirtmemiz, o dönemi daha iyi algılama adına önemli bir referanstır.
Silahlarımızın saklanmasından sorumlu olan KSD’li yoldaş Talip Can’la yıllar sonra bir araya gelince, WC taşının düzgünce sökülüp malzemelerin hemen altındaki foseptik çukurunda gizlendiğimizi konuştuk; o günleri yad etmiş, ayrıntıları ortaya çıkarmıştık.
İsyanda şehitler verdik. Ortalık çok gergindi. Ziyaret yasakları, aileleri tedirgin ediyor, çocuklarının ölü ya da diri olduğu konusunda kaygılarını artırıyordu. Bu sürecin sonunda, 6. Kolordu Komutanlığının denetiminde olan cezaevlerinde ziyaret kararları da oradan çıkıyordu. Nitekim ziyaret kararı bir gün önceden ilan edilmişti; ailelerin gün geçtikçe cezaevi önünde yığılması ve tepki reflekslerinin artması, izin kararının verilmesine etken olmuştu.
Görüş izni haberiyle birlikte alternatif firar girişimine başladık. Çok kısıtlı zamanımız vardı. Yoldaşlardan görüşe gelmesini istediklerimiz oldu. Her örgüt çok kısıtlı sayıda firar listesi oluşturdu. Benimle birlikte firar edecek iki yoldaşı belirledim. Firar kararı ve firar etmesi gerekenlerin belirlenmesinde tek karar sahibi olarak, o günün koşullarında çıkması gereken iki yoldaşı belirledim. Biri Ahmet Yiğenler diğeri ise Adil Okay’dı.
Kaçış tamamen kendi çabamızla gerçekleşti. Çıkış anındı gardiyanların görmemezlikten gelmeleri ise, içerdeki etkinliğimiz ve dışarıdaki yoldaşların çevre çalışmasıyla ilgiliydi. Bu firarda, önümüzü kesecek bir gardiyan yoktu, bunun hesabını içerde ve dışarıda ağır bedelle öderdi.
Firar gece yarısından hemen önceki hazırlıklarla başladı. Ziyaret yerine geçişi sağlayan koğuşlarla görüş yerini birbirinden ayıran pencerenin demir parmaklığı kesildi. Yanılmıyorsam saat 23… sonrasıydı. Bu işlem başarıldıktan sonra, siyasi yöneticilerin önceden belirlediği firar edecekler bir araya geldik.  Demir parmaklıklarını kestiğimiz pencereden görüş yerine girdik. Diğer siyasetten arkadaşlar da aynı kanaldan görüş yerine girmişti. Yanılmıyorsam sayımız 27 civarındaydı. Tarih 31 Temmuz 1980 (kaçış tarihinin tam günü, bu firarda yer alan diğer kişilerin anlatım ve belirlemeleriyle uyumludur; ancak bir iki gün geri de olabilir.)
Sabah görüş gecikmeli açıldı. İnsanca tedirginlikler geçirdik. Görüş açıldığı an görüşçüler tarafına bir hamlede aradaki kısa duvarı atlayıp karıştık. Beni almaya Gülay Kerimoğlu gelmişti (ona buradan acil şifa dileklerimi, sevgimi ve emekleriyle bu örgüte yaptığı katkılardan dolayı şükranlarımı iletiyorum). Sıradan bir masa arkasında duran gardiyan ve jandarma engelini de aşarak özgürlüğe kavuştuk.
Bir okulun bahçesi ya da küçük bir parkta Ahmet Çolak yoldaşa rastladık. O an tanıştık. Beni görmenin sevinciyle elindeki Longines saati çıkarıp hatıra olarak koluma taktı; hiç saat kullanmazdım, kırmadım aldım. Fotoğrafçıda, kaçış öncesi damat tıraşı olmuş halimle, kimlik için fotoğraf çektirdim.
Cemal Aydın yoldaşın evinde kaldım. Aydın Ailesi’ne, buradan bir kez daha yerine getirdikleri örgütsel görev ve bana karşı gösterdikleri ilgiden dolayı teşekkürlerimi iletiyorum.
Firar sonrası, her bir yoldaş yerine hükmü az olan bir yoldaşı sayımda adımız okununca “buradayım” demek üzere görevlendirdim. Nitekim sayımda adımız okununca “buradayım” diyen yoldaşın, bizlere benzer bile olmaması dikkat çekmiş ve bizi bire bir tanıyan gardiyanların gözlemiyle de firar ettiğimiz anlaşılınca, cezaevinde yeni gerginlikler çıkmaya başlamıştı. Amacımız kaçışımızın gizlenmesiydi. Ne kadar gizlenebilirse o kadar gizlemekti. Zira Adana Cezaevi’nden kaçan tüm devrimciler idam dahil en ağır cezalarla yargılanmaktaydılar. Bundan sonrasını 18 Temmuz 2010’da Zafer yoldaşın oğlu Fırat’ın düğününde telefonla bulduğum Mustafa Söylemez hoca şöyle aktarıyor; “ firarınızdan sonra, çok ağır baskılar altında kaldık” diyor ve duygularını şahsıma özel olarak yazdığı şiirle dile getiriyordu. 
Firar, basına yansımadı, çok sonraları tam istediğimiz gibi sıradan bir haber olarak çıktı. Firar edenlerin adları bile çıkmamıştı, sesiz sedasız geçirilmişti. Yerimize koyduğumuz arkadaşlar görevlerini başarıyla yerine getirmiş, çok önemli olan soluğu vermişti, güvenli bir ortamda yerleşme fırsatı tanımıştı.

Haber, gazetelere 5 Ağustos 1980 günü yansıdı. Milliyette “ ANARŞİ DÜN 16 CAN ALDI” Ana başlığı ve “ADANA CEZAEVİNDEN 22 SOLCUNUN KAÇTIĞI BELİRLENDİ” Alt başlığı altında verildi. Haberde “ Adana cezaevinden çok sayıda tutuklu ve hükümlünün kaçtığı yolundaki ihbarlar üzerine cezaevinde cuma günü başlatılan sayımlar dün tamamlanmış ve sol görüşlü 22 tutuklu ve hükümlünün kaçtığı belirlenmiştir. Sayım işleminin sağlıklı yapılamadığı belirtilen Adana Kapalı Cezaevi’nden çeşitli tarihlerde de 30’u aşkın mahkum kaçmıştı” ( Milliyet Arşivi, 5 Ağustos 1980 sayfa 1 ve devamı sayfa 10 http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/Arsiv/1980/08/05 )
Firarım, 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi öncesine denk geldi. Bu yurtdışına çıkış ve örgüte güvenli bir liman oluşturma, siyasi, askeri eğitim için kamplar kurma ve diğer devrimci örgütlerle açık olarak bir araya gelme fırsatı içinde hayati bir öneme sahipti.
Örgüt bu firardan sonra nefes alır almaz, emin şekilde yoldaşlar yerleştirilir yerleştirilmez merkez yayın organı CEPHE yeniden yayına geçirildi (12 Eylül 1981), Merkez Komitesi Genişletilmiş Toplantısını (1-7 mayıs 1982) yaptık ve geçiş dönemi devrim hedeflerimiz adlı örgüt programını yeniden düzenleyip yayınladık, Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi (FKBDC) kurucu üyesi olduk (1-4 Haziran 1982). 1. Kongre, en geniş katılımla, en demokratik tarzda gizli oy açık sayım ilkesine dayalı olarak, muhaliflere sonsuz konuşma hakkı tanınarak bağlandı (24 Kasım 1 Aralık 1986). Kongrenin karara bağladığı yeni örgüt programını yayınlayıp, mücadelemizin yönünü tüm boyutlarıyla netleştirdik. Ortadoğu Konferansı bağlandı (1 Mayıs 1991). Örgütün ülke gidiş gelişleri için, ayakları yere sağlam basan bir sıçrama platformu kuruldu, tüm devrimci siyasi güçlere hizmetler sunuldu. Kısıtlı olanaklar paylaşıldı, devrimci hareketin en etkin şahsiyetleri ikili ya da bir arada toplantılarına ev sahipliği yapıldı, PKK ile en yakın örgütler olarak, evlerimiz ve sofralarımız ortaklaşa paylaşıldı; ortak eylemler ve yöre gezileri yapıldı (bu konu ayrı bir yazıda kapsamlı olarak işlenecektir). Filistin örgütleriyle omuz omuza 1982 Haziran savaşında İsrail’e karşı, 1983 Trablus savaşlarında İsrail, ABD ve Arap gericiliğine karşı savaşıldı; şehitler verdik. 1981’den itibaren İsrail sınırından Lübnan’ın en kuzey alanlarına kadar, Reşadiye, Nabatıya, Sayda, Sur, Burj el Barjne, Reml el bayda, Atfaiyye, Şatilla, Yanta, halbe vd. Kamplarda Filistin halkıyla ve devrimci örgütleriyle omuz omuza olduk.
Suriye’de Filistin örgütlerinin Hammuriye kamplarında yer aldık. Suriye’de Türkiye’nin baskısı yada özgün işlerimizle ilgili tutumlarımızdan dolayı, defalarca tutuklandık. Hiçbir baskıya, iltimasa boyun eğmedik, tenezzül etmedik, bileklerimiz kelepçeli iken kendi doğrularımızı ülkemizin demokrasi mücadelesinde kararlı yürüyüşümüzden asla taviz vermeyeceğimizi açıkladık. Öcalan’ın bölgeden çıkışı ardından, ortaya çıkan diplomatik baskılar sonucu, 1 yıl hücre cezası çektim (1999 Ekim-2000 Kasım).
Dün gibi bu gün de örgütümün başında her türden cefaya karşı direnerek teslim aldığım emaneti korumak ve geliştirmek için hiçbir özveriden kaçmaksızın, demokrasi mücadelesinde yoldaşlarımla mücadeleme devam ediyorum.