30 Ara 2011

Basın açıklaması No: 36 SİVİL KATLİAMCILIĞI VE İNKARCILIK


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması  
29 Aralık 2011 / No: 36

SİVİL KATLİAMI ve İNKARCILIK

SİVİL KATLİAMI

Bu gün ülkemiz acı bir haberle uyandı. Devlet, sivil 36 vatandaşı uçaklarla bombalayarak katletti. 28 Aralık gecesini 29 Aralık sabahına bağlayan saatlerde, binlerce kez tekrar eden vahşetle devlet kendi vatandaşını katletti. Dünyanın gözü önünde işlenen bu cürüm, her yerde hava sahasının uçuşa yasaklanmasını gerektiren insan hakları suçu kapsamında ele alınması gerekirken, Türkiye devleti vatandaşını acımasızca, pervasızca katletmekte bir beis görmedi.

Barı, birlikte yaşamın tüm erdemlerini çiğneyen bu devlet altında, birlikte, güven içinde nasıl yaşanabilir sorusunu bir kez daha gündeme getirmektedir. Şehirlerde günü birlik baskınlarla sivil siyasal şahsiyetleri, sivil toplum etkinliklerini, hukuk adamlarını, edebiyatçı, yazar aydınları durmadan kovuşturmaya maruz bırakan bu devlet, insanı tüm değerleri, vatandaşlığın yaşam haklarını da uçaklarıyla bombalarıyla ölüm denklemleriyle yok etmekten çekinmemektedir. 

Basın açıklamamızın ilanı öncesi, medyaya yansıyan bu haber aylık örgütsel ilanımıza bu girişi zorunlu kılmıştır.  Kısa bir süre önce onlarca askerin öldürülmesi üzerine yaptığımız açıklamalarda bu kanlı ve bir o kadar kirli savaşın bitmesi talebini dile getirirken gösterdiğimiz refleksi, bu gün devletin geleneksel katliamlarına karşı da şiddetle göstermeyi görev biliriz. Buradan kamuoyuna bir kez daha ilan ederiz ki, bu ülke birimizin değil, hepimizindir. Kürt halkının özgürlük ve demokrasi mücadelesini yeryüzünde hiçbir zor ve zorbalık hiç bir kovuşturma ve katliam engelleyemeyecektir.  Bu kanlı girişimler e rağmen halklarımız zafere ulaşacaktır. Demokrasi halklarımızın hakkıdır. Bu alınacaktır.

Bu basın açıklamamızda Kürt halkını başı sağ olsun diyoruz. Ölenlere rahmet, yaralılara acil şifalar diliyoruz. Her zaman olduğu gibi de bu gün, haklı özgürlük davasının yanında olduğumuzu bir kez daha ilan ediyoruz.
  
İNKARCILIK 

Ülkemizin özgürlük ve demokrasi yönünde gelişme dinamiklerini her zaman inkar politikaları kısırlaştırılmıştır. Osmanlıdan günümüze süregelen inkarcılık, dolgusu imkansız boşlukları ürettiği kadar tarihle yüzleşmemizin önündeki en büyük engel olmuştur. Kimlik bunalımlarımızın kaynağı da burada anlam bulmuştur. Bu, büyük oranda tek boyutluluğa götüren yetmezliklerinde bir ifadesidir. İnkarcılık, doğrudan kimliksizlikle de ilgili bir boyuta sahiptir. Kimliksiz ülkeler, açıklarını inkarla örtmeyi yaşamsal bir çizgi haline getirirler. Bu nedenle de hiçbir gelişme ve olayda bağımsız tutum alamazlar. Kukla olma durumuna düşerler.
 
Tarihsiz ulus ve ülkelerin, büyük güçlerin kuklası olması esprisi de bununla ilgilidir. Kimliksiz bir ülke, istese de istemese de bağımsız bir karar üzerinde yürüyemez. Bu tür ülkelerin kararları, büyük güçlerin gölgesi altında kalır. Bağımsız olmak bu anlamda siyasi bir olay olmanın çok ötesinde tarihsel kültürel kimlikle ilgilidir. Bu nedenle, egemen olunan coğrafyada yaşamın tüm boyutlarına yön verecek bir uygarlık üretemeden askeri güçle hükümran olmak mümkün olsa da bütünü temsil etmek mümkün olamaz, bağımız olmak mümkün olamaz. İşte tam bu noktada, inkarı başlar. İnkar bir ötekileştirme olarak kendini ifade eder, kimliksizliğin belirtisi olur.

Egemenlik alanında, etnik farklılıkların ötekileştirilmesi, hak talebi olanları “katli vacip”le susturmaya çalışmak, inkarın en tipik belirtisi olur. Katledileni inkar, hak isteyeni inkar, azınlığı inkar, komşuyu inkar diye devam eden bir seremoni olarak bu akıl, bu gün ülkemizde egemen olan aklı tanımlar.

Osmanlıdan çıkıp gelmiş haliyle Cumhuriyet inkarlar üzerine kurulmuştur. Farklılıkların zenginliğini tanımlayan Anadolu uygarlıklar tarihini tek boyutlu ulus devlet içine sığdırma çabası, bu akılın inkarcılığı için yeterli bir neden olmuştur. 

Sözde farklı bir planla kurulan Cumhuriyet, “kendi üreten kendi tüketen, başkasının toprağında gözü olmayan, yurtta sulh cihanda sulh ilkesiyle” ilkesi üzerinde yükselecekti. Büyük korkuların ürünü olarak, milyonlarca Km² bir feodal imparatorluktan gerileye gerileye, Sevr çöküşünü de atlatarak Lozan anlaşmasıyla var olan Cumhuriyet, inkarcı bir siyasal hat üzerinde yaşama inadı gösterdi. Osmanlının hasta adama, kılık kıyafetini değiştirmişti ama aklını aşamamıştı. Bu akıl Osmanlıda vardığı ittihatçı boyut tüm vahşetiyle adını değiştirmiş olarak Cumhuriyette de sürdü. Cumhuriyetteki Osmanlı bu akıl yordamıyla, hastalığı iyileştikçe eski alışkanlıkları nüksediyordu; egemenlik altındaki alanların yeniden fethi gibi, her hak talebini kıyımlarla tasfiye etmekle kalmıyor, fırsat bulunursa toprak ilhakı yapmayı affedilmiyordu; Kürt halk hareketlerinin kanlı biçimde bastırılması, Hatay’ın ilhakı bunun bir ifadesidir. 

Bu, Osmanlıdan bugüne gelen inkarcığın sonucuydu. İnkar ise, kimliksizliğin refleksiydi. Kimliksiz olmak ise, bir biçimde fethedilen toprakların gerçek yerlisi olamamaktı. Bunun tarihsel nedeni de üzerinde hüküm sürülen toprakların gerçek bir anavatan olmamasıydı. Anavatanı anavatan yapan, bakir bir toprağı tarihte ilk kez yaşama açıp, üzerinde kendi emeğiyle üretimi sürekli kılmaktır. 

Osmanlı bu ilkeye hiçbir zaman uymamıştır; hazıra konmuş talan ve gaspla yaşamış, toprağa emek vermemiştir. Bu, onun egemenlik sürdüğü topraklar üzerinde yabancı bir işgalci güç olarak kalmasına yol açmıştır, yerli olmayı başaramamıştır. 

Osmanlı Anadolu’nun eski uygarlıklarını aşabilecek bir uygarlık üretemedi. Eski uygarlıkları “demokratlığından” dolayı değil dinamikleri olmadığı için özümseyemedi. Farklılıklar tamamlanmamış uluslaşma süreçleriyle de olsa kendilerini koruyabildi. Bu veriler üzerinden Cumhuriyet tek ulusçu bir yapılanma olarak gündeme geldi. Dolaysıyla yerleşmesinin imkanı yoktu. İnkar bu yönelimin kaçınılmaz bir unsuru olarak siyasetin ana ekseni oldu.
 
Bu akıl, Cumhuriyetin devam eden hataları kadar, Osmanlının kirli işlerini inatla sahiplenmeye kadar inatçılığını korudu. İnkar, böylece denden bu güne bir yaşam tarzı oldu. Farklılıklarımızla oluşan zenginliği daha çok özgürlük ve demokrasi için bir atılım platformu olarak değerlendirmek yerine kaosa böylece düşüldü, kimlik bunalımı böylece derinleşti. 

Tarihte Ermenilere karşı işlenen soykırımının (24 Nisan 1915) inkarı kadar, Dersim (1937-38) kıyımının inkarı da bunun sonucudur. Üzerinde oturulan toprakların verileriyle hiçbir uyumu ve gerçekliği olmayan tekçi algıların dayatması, tek ulusçu ve tek inançlı egemenlik bu günde inkarcılığı beslemeye devam etti. 

İnkarcılık, bölücü ve ötekileştirici olarak geleceğimiz karartan çok tehlikeli bir unsur olarak bu günde sorunlarımızın kaynağını oluşturuyor. Aydınları, Türk Ceza kanunu 301. Maddesine dayanarak açılan davalarla sindirilmek, bu aklın tekçi milliyetçi körlüğünün bir ününü olarak dayatılmaktadır. 

Bu aklın, bahanesi özründen beter olan dış politikalarla halkımızın sırtına onarılması güç sorunlar yıkmaktadır. 22 Aralık 2011 tarihi itibariyle Farsız Meclisi Genel kurulunun, 1915 Ermeni soy kırımının inkarını suç saymasına karşı iktidarın gösterdiği tepki, kendi içinde hiçbir biçimde tutarlı olmayan bir tepkidir; farklı düşünceye karşı iktidarın gösterdiği baskıcı tutum ikircimli tutumlarını yansıtan önemli bir veridir. Siyasette ikiyüzlülüğe sığınan bu devlet, iktidarları aracılığıyla vatandaşına karşı sürdürdüğü baskı politikaları inkarcılığına  önemli bir göstergedir.

Bu kaos içinde, farklılıklarımızla barış içinde bir arada yaşama projesi, güvenli bir tarzda yeniden dizayn edilmesi gerçekleşmedikçe sorunlardan çıkışın tek yolu bölünme olacağını bilmek gerek. Onurluca atılacak tarihle cesurca yüzleşme adımı yerine inkarı seçmek, bu akılla iç ve dış siyaseti şekillendirmeye çalışmak, hepimizin ortak yaşam alanı olan bu ülkeye verilebilecek en büyük zarardır. 

Örgütümüz, inkarcılığa esir olmuş akıllarla ülkenin yönetilemeyeceğini bir kez daha belirtir. 

Halkımızı, inkarcılıkta temsil olunan çağdışı akıllara karşı, özgürlük ve demokrasi için tarihle cesurca yüzleşme kararlılığına çağırır. 

Örgütümüz yeni yılda halkımıza, barışı, özgürlük ve demokrasi dileklerini iletir.

THKP-C (Acilciler)
29 Aralık 2011

245. DOSYA BOYACI CAHŞ


245. DOSYA
Tüm dosyaları sırasıyla http://acilciler-thkpc.blogspot.com/ linkinden okuyabilirsiniz
BOYACI CAHŞ

Mihrac Ural - 10 Aralık 2011

Okurlarımdan bir kez daha özür dileyerek yazıyorum. Aile terbiyesi almamışların mide bulandıran karalamalarına cevaben, kullandıkları argümanları aktararak onları tanımlamaya çalışacağım.Bunun içinde üzgünüm.

Yanılmıyorsam dünyanın hiçbir devrimci hareketinde böylesi bir karalama süreci yaşanmamıştır. Tartışmaya küfür bulaştı mı, çirkinlik ve şahsi karalama girdi mi, orada ahlaksızlık başlamış demektir. Bunun, okuyarak-görerek kazanılmış bir kültür düzeyi olmamakla ilgili olduğunu sanmıyorum. Bu öncelikle bir aile terbiyesidir. Sonra ne derseniz deyin, ama önce evinde terbiye edilmemişlik varsa bu tablo için yeterli zemin var demektir. 

Ama benim için işin bir başka boyutu var. Bu karalamalar gerçekte, ne kin ne de intikam işi. 

İtirafçı Engin Erkiner ve MİT ajanı İbrahim Yalçın ikilisinin bir polis organizesi olduğunu, yaptıklarının başka türlü izah edilemeyeceğini söyledim, durdum. Bunun için her birinin kendilerini nasıl tanıttıklarını gösteren kendi el yazılarıyla altında imzalarının olduğu iki belge ortaya koydum. Gerisini hiç önemsemedim. Analarına, bacılarına, kızlarına, mallarına, mülklerine tek bir söz etme gereği duymadım; beni ilgilendiren siyasal süreçte işlevleriydi onu yazdım.  İki cümle yetti. 

Engin Erkiner kendini anlatıyor;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)

İbrahim Yalçın’ın el yazılı itirafı;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " (İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu ikili, görevlerine son 3,5 yılda çok hız verdiler. İhbarları ihbarlara ekleyerek, ilgili ilgisiz herkesi polis ağına düşürdüler. 14 yoldaşa yapılan operasyon ve Özel Yetkili Mahkemede yargılanma bunun sonucu ortaya çıktı. Buna hala devam ediyorlar. İhbarla yetinmediler, ötesini de yaptılar;  vefat etmiş ebeveynleri, karıları, kız kardeşleri, evlatları aklın almayacağı yalan senaryolarla belden aşağı küfürlerle dillerine doladılar. İşte bu kısmı, siyasal tarihin hiçbir belgesinde yer almayan bir ek olarak bu ahlaksızlardan geldi. Ama bu tarzı tüm devrimciler iyi bilirler; Özel Harp Dairesi işi… 

235. Dosya’da bu ahlaksızları tek tek belgeleriyle tarihi seremoni içinde polis şebekesi olduklarını ispatladım. Tekrara gerek yok…(Bkz. http://acilciler-thkpc.blogspot.com/)

Bu ikili polis şebekesi etrafında sürüklenen Aptal ve Joker gibileri ise hakir görerek küçümsedim, muhatap almadım. Zaten Aptal, anıldığı an adını bilen biriydi. Joker ise sallamaların uzmanı olarak, dedemi öldükten sonra bile yaşattığını gösterince beli kırıldı, benim için de yok oldu. Esasında olay şudur, sahibi varken köpeklere dönüp bakılmaz; Asillerin yolunu takip ettim. Hiçbir asil, sahibi varken kölesine bakmaz, sahibin suratına konuşarak mesajını iletir…
Bir de Kılçık Haydar diye biri olmalı. Hayatta görmediğim, bir anımın bile olmadığı, “polisle el ele vererek devrimcilerden silah toplamış” biri, adımı kutsal kitaplarda arayacak kadar sapıtmış. Bu cehennemi ilgiye karşı, gösterdiğim ilgisizliğe ise bu gün bile hayret eder dururum. 

Tanımadığım bir köpek, hepsi bu olsa gerek. Tek bir satırımı heba etmedim, görmezden gelmekle yetindim. Bu kin ve intikam denizinde, bu uydurmalar okyanusunda, devlete mesajdan başka anlamı olmayan ve sonuçta tek hedefi ihbarcılıkta anlam bulan çırpınışlara prim vermedim.

Aradan, adını hayatımda duymamış olduğum, kendi söylemine göre ilk tokattan sonra devrimi de devrimciliği de bir kenara atıp, bu işe bulaştığına bin küfür etmiş biri aniden karalamalara başladığına tanık oldum. İlgisizliğim o kadar ki, adını dahi doğru yazmayı beceremiyordum; Cahş mı?  Cihat mı? Cahit mi? Her ne bok ise,  Boyacı olduğunu kendi ego sergisinden öğrendiğim biri çıktı birinin şalvarından…( “Şalvardan çıkma” bir deyimdir, bilen bilir) 

Adam ırkçı, milliyetçi, Alevi, Kürt ve Ermeni düşmanı bir faşist., Yani insanlık düşmanı, herkese düşman herkese karşı kinli. Yüksel Eriş Hoca’nın kardeşine, ailesine karşı bile pervasızca ağza alınmayacak karalamalar yapan biri. “Üç beş kuruşluk” biri, her şeyi kin ve nefretle, yeteneksizliğinin, cehaletinin, bilgisizliğinin altında ezilmişliğinin gözüyle gören biri. Yazdığı her şey yalan, abartma ve karalamadan ibaret bir alçak. İlk ve Son Test yazılarımla bu veledi zinayı, bir izmarit gibi ayakkabımın altına alarak, çiğneyip attım (bkz. 211. ve 212. DOSYA http://acilciler-thkpc.blogspot.com/ ). Benim için bu pislik de bitmişti. 

Boyacı Cahş, sahipleri gibi, hayatında tek bir satır siyasi yazı yazmamış, böyle bir kaygısı olmamış, işi gücü, bilinçaltına işlemiş, kim tarafından “kendisine, kızına, karısına, baldızına ve de annesine bir telefon ya da elektrik faturası karşılığı” ne yapılmışsa yapılmış olmanın sendromuyla yazıp duruyor. Homoseksüellerde görülen refleksle, ilk kez iğfal olmanın ardından bir sürükleniş yaşıyor. Bu yüzden, faşistlerin katlettiği genç insanlara “Kazma” diye hakaret ederken, Kazma sapının çağrıştırdığı fantezilerle gecelerini süslüyor. “Anasını, bacısını, Kızını, baldızını, karısını” satan biri olarak da herkesi kendi gibi algılamaya çalışıyor, karalıyor…. 

Önüne gelene karalama yapan Boyacı Cahş, son alarak onurlu dostum Mehmet Yavuz’a yönelik karalamalara kalkışmış. 

Kimi karaladıysa cevabını fazlasıyla almaya devam ediyor. Mehmet Yavuz da iki satırla hakkını vermiş
Birlikte okuyalım…

HURDA çelik

Mehmet Yavuz - 10 Aralık 2011

Cahit isimli hurda Çelik'i muhatap bile almıyordum.
Kendisini mıro masallarıyla başbaşa bırakıp mastürbasyon fantazilerini görmezden gelmiştim..
Lakin Hasan Balcı'nın sürekli vurgu yaptığı bu hurdanın yazılarına bir göz atma gereği duydum. İyi ki de duymuşum.
Bu iftira makinası, hiç tanımadığı şahsım hakkında eleştiri sınırları aşıp '' karısını kızını satan'' gibi onur kırıcı ithamlarda bulunmuş.
Ulan hurda; nerede tanık oldun bu iğrençliğe ?
Aç kulaklarını; onurumu zedeleyen bu iftira ve hakaretlerini ispatlaman için yasal yollara başvuruyorum.
Ya söylediklerini mahkeme huzurunda kanıtlarsın, ya da elin karısını, kızını diline dolamanın bedelini bir şekilde ödersin..
Buna hazır ol..

29 Kas 2011

ŞEHİTLERİMİZ ONURUMUZ VE GURURUMUZDUR 24 Kasım 2011


THKP-C (Acilciler)
ŞEHİTLERİMİZİ ANIYORUZ
24 Kasım 1983 Şehitlerimiz birliğimiz, onur ve gururumuzdur


Mihrac Ural – 24 Kasım 2011 şehitler günü anısına

Bu gün örgütümüzün şehitler günüdür. Bu gün, Örgütümüz Merkez Komitesi Üyesi Hanna Maptunoğlu’nun da aralarında olduğu yoldaşların Filistin davası uğruna şehit oldukları gündür (24 Kasım 1983). Bu gün örgütümüzün, ülkemiz ve halklarımız kadar bölge halkları ve haklı davaları uğruna mücadelede şehit verdiği günlerden biridir. Enternasyonalist dayanışmada şehit düşen yoldaşların anısına bu güne her yıl örgütümüzün şehitler günü olarak kutluyoruz.

12 Eylül 1980 faşist askeri darbesi ve ardından gelen karanlık rejime karşı mücadelenin, enternasyonalist bir boyut aldığı, haklı Filistin davası uğruna mücadelede ön saflarda yer almanın bedellerinin onurluca ödendiği gündür. Şehitlerimiz, tarihi bir direnme örgütü olan Acilcilerin kararlılığının, direngenliğinin, özveride sınırsın olmanın tecelli ettiği gündür.

Dünya ve bölge saflaşmasının aynı zamanda ülkemizdeki saflaşmanın bir ifadesidir. Dün olduğu gibi bu günde bu saflaşma yanı güçlerin gergin ilişkileriyle,  zaman zaman savaşlarla devam etmektedir. 1980’li yıllar dünyada büyük değişimlerin gerginliklerin ve çatışmaların yıllarıydı. İki kutuplu dünyanın çözülmeye başladığı, dolaysıyla emperyalist güçlerin saldırganlığının arttığı bir kesitti. Soğuk savaşın bittiği 1990’lı yıllara giderken, bölgemizin siyasal dizaynı için kanlı çatışmalar dayatılmıştı. Ölüm denklemleri kurgulanmıştı. Akdeniz’den Kafkaslara uzanan bu güzergah, dünya enerji kaynaklarının en önemli güzergahıydı. Bu alanı ele geçirme ya da nüfus alanları arasına katmak için Emperyalist güçler akıl almaz bir çılgınlıkla saldırılarını yoğunlaştırmıştı. Bir tarafta Amerika-İsrail-batılı emperyalistler- Gerici Arap ülkeleri ve ülkemizin 12 Eylül askeri faşist rejimi yer alıyordu. Bu şer güçlerine karşı ise ülkemiz devrimci hareketi doğal müttefikleriyle omuz omuza olmuştu; Suriye bu dönemde bölge devrimci güçlerinin güvenli limanıydı. Halkçı yönetimiyle direnen halkların, ilerici, sosyalist devrimci hak sahibi tüm halkların ve örgütlerin sığınağıydı. Irak’ta Saddam diktatörlüğüne karşı mücadele eden tüm siyasal etkinlikler, Türkiye’de 12 Eylül rejimine karşı mücadele eden tüm siyasal güçler, Lübnan direnme hareketleri ve Filistin halkının tüm siyasal güçleri bir safta yer alıyordu.

1980’li yıllar,  bu iki safın bölgemizin her alanında, her olayında, her tavır alışında yüz yüze geldiği bir kesitte yaşanıyordu. Örgütümüz, bu saflaşmada doğal yerini almıştı. Gerici güçlere karşı devrimci güçlerin safındaydı; Suriye halkçı yönetimiyle, Filistin direnme örgütleriyle, Lübnan direnişi ve Türkiye ve Irak Kürt özgürlük hareketiyle bir aradaydı. Bu saflaşmanın Türkiye boyutu 1 Haziran 1982’de kurulan Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi (FKBDC) adı altında örgütlenip yerini almıştı.

İşte böylesi bir atmosferde örgütümüz, yer yer büyük savaşlar (1982 Haziran savaşı; İsrail’in Lübnan’a karşı açtığı savaş), yer yer irili ufaklı çatışmalar ortamında yer aldığı saffın yükümlülüklerini yerine getirdi. Bu gelişmelerin yükümlülüklerinden kaçmak isteyenlerin bin bir bahaneyle yarattığı olumsuzlukların da yaşandığı kesitte, şehit olmasını bilen kararlı bir direnme örgütü olarak görevimizi sonuna kadar yaptık. İşte bu şehitler, bu onurlu duruşun adıdır. Dünü bu güne bağlayan en anlamlı onursal değerde tastamam budur.

THKP-C (Acilciler) 1. KONGRESİ

Bu gün, aynı zamanda 1. Kongremizin bağlandığı gündür (24 Kasım -1 Aralık 1986). Bir yükseliş döneminin taçlandığı bu kongre. Türkiye devrimci hareketinde benzeri az olan bir atılım olarak gündeme geldi ve tarihin o kesitindeki siyasal dokunun anlamlı bir ifadesi oldu. Örgütümüzün dünya, bölge ve ülke gelişmeleriyle birebir etkileşiminin de ifadesi olan 1 Kongremiz, kapalı oy açık sayım usulüyle demokrasiyi en karanlık dönemlerde bile içselleştirdiğini göstermiştir. Bu kongre şehitlerimizin aydınlattığı mücadele yolunun gerçek anlamda yaşama geçirilmiş bir ileri adımıydı. 
Bu kongrenin anlam ve önemi üzerinde yazılacak çok şey bulunuyor. Yüzlerce belgesi, teyp kayıtları, demokratik yapıcı iç muhalefeti, yenilenen siyasi programı, tüzük ve çalışma tarzı üzerine yapılacak yorumlar da çok olacaktır. Bu tarihi bilmeyen, ona düşman olan, kirletmeye çalışanların suratına birer şamar olan bu veriler, bir onurlu çalışmanın, bir devrimci ilkeli duruşun ifadesidir. Bu tarihle hiçbir bağı olmayanların, buldukları ilk fırsatta kaçıp başka alan ve örgütlere sığınanların, bu tarih üzerinde tek kelime söz söyleme hakları olmayacaktır. Acilciler, 1. Kongrelerini bağladıklarında ortaya koydukları verilerle, tüm birimlerin sunduğu çok boyutlu raporlarla örnek bir çalışma azmi içinde olduklarını yetirince açık gösterdiler. Bunun da kapalı oy açık sayım ilkesine dayalı kongre seçimleriyle taçlandırdılar. Bu örnek davranışın mimarları, emektarları bu tarihin yaratanlardır. Bu tarih şehitlerin tarihidir. Bu tarihe yönelen en küçük bir yanlış ahlaksızlıktır. Bu saldırganlığa karşı sesiz kalmak da bir o kadar yanlıştır. Bunu yapanların bu tarihle bir bağı olmayacağı açıktır. Bundan sonrası II. Kongredir. Ne kadar geç kalınmış olsa da kurallara bağlı olmak ve bunun gerektirdiği gelişmeleri, değişimleri, yönelimleri ve bütünsel muhasebeyi de bu kural çerçevesinde yapacaktır.