Acilciler onurlu bir direnme örgütüdür. Tarihleri direniş örnekleriyle dolu. Recep Güregen yoldaş ve Hüseyin Gürkan bu tarihin 18 Temmuz 1979 kesitinde Silifke’de, polislerle çatışmada şehit oldular. Direndiler, teslim olmadılar. Çünkü onlar gerçek anlamda bir devrimci militandı.
Dün gibi bu gün de demokrasi mücadelesinin kararlı insanları olarak, Recep ve Hüseyin yoldaşın anısını tarihimizin övünülecek örnekleri olarak bilince çıkarmayı bir görev sayıyorum; olumlularımız, başarılarımız bize olduğu kadar devrimci harekete de katkı sağlayan etmenlerdir. Genç devrimci kuşakların bizden beklediği de bu onurlu tarihi bu günün ve gelecek günlerin mücadelesine katkı için aktarmaktır.
Recep Yoldaş ve Hüseyin Gürkan, şehit olmayı başaracak kadar kararlı iradeniz hepimiz için bir örnektir, derslerle dolu anılarınızı, gelecek kuşaklara ve mücadelelerine taşımaya devam edeceğiz.
***
Recep Güregen ve Hüseyin Gürkan yoldaşların ölüm yıldönümü benim için her zaman anlamlı mesajlarla dolu olmuştur. Özellikle Recep yoldaşı bire bir tanıdığım için, önceki anmalarda da sık sık anlattığı gibi gelecek kuşaklara derslerle dolu mesajlar iletmeye çalışıyorum. Bunları bu yılda tekrarla aktaracağım. Bu kahramanları anarken bir süreci de beli noktalarda dile getirme gereği bulunuyor. Örgütsel sürecimizin önemli bir kesitini daha iyi anlamak içinde bu gereklidir. Recep ve Hüseyin yoldaşlar, aramızda olmasalar da anılarıyla yerine getirdikleri mesaj onlara verdiğimiz önemin ifadesi olacaktır.
Recep Güregen’i 1978 yazında Isparta cezaevinde tanıdım. Örgütümüz, Engin Erkiner itirafçılığıyla, sonra açığa çıkartacağımız ve kendi itiraflarıyla kendini ele veren MİT ajanı İbrahim Yalçın’ın oluşturduğu ikili şebeke tarafından ağır bir darbe yemiştir (19 Ağustos 1977). Recep yoldaşla işte bu şebekenin de olduğu Isparta cezaevinde ilk kez karşılaşmıştık. Bir kez daha bu şebekeyi tanıtıp, örgütsel sürecin önemli bir kesitinin özetini vererek, Recep Yoldaşla ortak anılarımıza ve o kahramanın mesajına geçeceğim. Altta okuyacağınız her cümlenin belgesi, kanıtı, el yazılı itirafları Bulunmaktadır. Bu belgelerin tümünü http://acilciler-thkpc.blogspot.com/ linkinde yer alan 230’u aşkın dosyada bulabilirsiniz.
ŞEBEKE
Engin Erkiner adlı bir itirafçının adımızı ilk kez polise afişe etmesiyle aranır hale geldik. Bu, itirafçı polise hayallerini bile anlattı. Örgütü yıkacağını sandı. Yanında MİT ajanı İbrahim Yalçın’la giriştiği tasfiye hareketini, firari durumda olmamıza rağmen atlatarak örgütümüzü en güçlü seviyede bir direnme örgütü haline getirdik. 1977 Ağustosundan 1986 1. Kongreye kadar, işkence, zindan, sürgün demeden çalıştık mücadele ettik. Büyük yıkımların yaşandığı, sosyalist sistemin buharlaştığı bir kesitte dün gibi bu günde azimle halkımız için mücadeleye devam etmeyi bir sorumluluk olarak belirledik: sayıları değil siyasal tutumları ortaya koyarak yürünmesi gereken yolu sonuna kadar kararlılıkla yürümeyi seçtik.
İtirafçı Engin Erkiner, suç dosyası çok kabarık biri. 12 Mart 1971 darbesinde, göstermelik olsa da adı KURTULUŞ GAZETESİ yazı işlerinde gösterilmiş olmasına rağmen ne hikmetse sorulmamış bile; o dönem ilgili ilgisiz herkesin işkence ve zindan yattığı dönemdir. 26 Ocak 1976 Malatya beyler deresi katliamının muhbiri olduğunu ortaya çıkarttık. Bu katliamın sorumlusu olması nedeniyle, karısı tarafından, suratına tükürerek boşadığı artık herkesçe bilinmektedir. Öyle değilse illegal bir örgütün Genel Komite Üyesi olduğu bir koşulda örgüt liderlerinin katledilmesine rağmen sorguya çekilmemesi, aranıp, sorulmaması açıkta kalan bir sorudur; üstelik İlker Akman’ın eniştesi, Ablasıyla evli olmasına rağmen. İtirafçı Engin, İlker akman ve arkadaşlarını ihbar ederek katlettirdikten sonra, elini kolunu sallaya sallaya askerliğini kısa süreli yapmış; bu da ona mükafat olarak verilmiştir.
İtirafçı Engin, bununla kalmamış, bordrolu polis memuru gibi devlete hizmet etmek üzere, Örgütün Ankara biriminde geride kalanları da tasfiye etmek üzere işe koyulmuş. Böylece 1977 yılı başından itibaren de Ankara örgüt birimi ölü ya da diri tasfiye edilmiştir; Yüksel Eriş ve Ömür Karamollaoğlu’nun ölümü, Rıza Salman’ın yakalanmasıyla Ankara örgüt birimi tasfiyesi tamamlanır.
Sıra, İstanbul’a gelir. İtirafçı seyyar tasfiyeci gibi polisin gözbebeği olarak şehirden şehre, birimden birime taşınır. İstanbul’da, bu güne kadar ayrılmayacakları ortağıyla buluşur. MİT ajanı İbrahim Yalçın’la tanıştırılır; bu ikili şebekenin buluşmasının derin arka yüzü, emekli MİT yetkilileri anılarını yazdıkça tüm çıplaklığıyla ortaya çıkıyor. İtirafçı, MİT ajanını örgüte taşıyor, kısa bir süre sonra örgütün tüm sırları ve yapılacak eylemler MİT denetimine geçiyor. Hangi saatte, nerede nasıl eylem yapılacağı, kimlerin katılacağı da dahil tüm bilgiler MİT’in eline geçmeye başlıyor; burada başka bölgelerden başlayan takip diye yapılmaya başlanan uydurmalar gerçeği örtemiyor; MİT, sadece İtirafçı Engin ve ajan İbrahim Yalçın’ın bildiği, başka kimsenin bilmediği eylem ve soygunların hangi saatte, kimlerle ve nerede yapılacağını ayrıntılı bir biçimde biliyor; üstelik bu bilgiler İstanbul Emniyet Müdürlüğüne de bu kanaldan taşınıyor (Geniş bilgi için; İstanbul MİT Bölge Başkanı Osman Nuri Öndeş’in “İhtilallerin ve Anarşinin Yakın Tanığı” adlı kitabın sayfa: 280-290 yer alan, “Aşırı Sol Örgütlerden Acilciler Operasyonu” alt başlığına bakılabilir). MİT ajanı İbrahim Yalçın’ın, örgüte katılmadan önceki eylemlerde hiçbir açık verilmemişken, İtirafçı Engin’in bu ajanı örgüte almasıyla birlikte örgüte ait tüm bilgiler artık MİT’in kontrolüne geçmiş olur. Soygundan 3-4 saat sonra, örgüt çökertilmeye başlanır. Örgütümüze yönelik 19 Ağustos 1977 operasyonun bilgiler MİT ajanı İbrahim Yalçın’dan, itiraflar ise Engin Erkiner’den gelir. (Bkz. http://acilciler-thkpc.blogspot.com/ bu ikili şebekenin el yazılı itirafları dosyalarda mevcuttur)
İtirafçı Engin, polise 20 sayfalık itirafnamesini teslim eder; hayallerini dahi anlatır. Sempatizan, malzeme, evler, tanıdık tanımadık herkes ele verilir; hayalde kalan veriler bile polise sunulur, unutulup da akla gelenler, mazgal kapısından polise aktarılır. Gelecekte yapılma olasılığı olabilecek eylemler ve kimler tarafından yapılabileceği söylenir; kurgularla isimler verilir; ilginç bir şey de “yapılması muhtemel eylemler” için, sürekli olarak Mihrac Ural adı verilir.
Böylece, itirafçı Engin hayatının sonuna kadar, sırtında taşıyacağı bir kamburu taşımış olur. Bizlerde devrimci örgüt sorumluluğuyla bu gerçekleri uygun bulduğumuz bir kesitte, devrimci kamuoyuna ve halkımıza açıkladık. İtirafçı kendini tek cümleye şöyle tanımlıyor; “Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim” (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16) Bizim söylememize bile gerek kalmadan kendini böylesine açık olarak itirafçı diye tanımlayan birinin bu gün de konuşmaya devam etmesi, bir hastalık değilse devam eden bir görevin uzantısından başka bir şey olamaz diye düşünüyoruz.
İtirafçı sırtında taşıdığı kamburun altında ezikliğini, çaresizliğini 3 yıldır sürdürdüğü karalamalarla hafifletmeye çalışıyor. Üç yıldır bir türlü bitirmeyi beceremediği, dolaysıyla iflasının açık göstergesi olan hayal, kurgu, yalan, senaryolarla örülü ithamları, belgesiz, kanıtsız olmaktan muzdarip kalmaya devam ediyor.
Buna karşı, örgütümüz iddialarını, itirafçının kendi el yazısıyla açık kanıtla ortaya koyarak bu çirkin yaratığı teşhir eder. Şu, bu örgüt çatısı altına kaçarak korunabileceğini sanan bu şebeke, gittiği her yerde aynı kirlilikle çalışınca, kaçacak bir yeri de kalmamış olur. En yakın gibi görünün insanlar bile, bir itirafçının, bir MİT ajanının ahlaksızlığından uzaklaşmayı tercih eder.
Bu konuda kamuoyunu bilgilendirmek için, ayrıca bir dizi soruyla bu şebekenin iç yüzünü ortaya koyduk. O, her itirafçı gibi, korkunun ecele faydası olur sanısıyla havlamaya devam etmeye mahkum olmuştur. Kervan ise, yürümeye devam ediyor
SON APTALLIK
A.
İtirafçı Engin’in aklını, ortağı gibi para almış bulunmaktadır. “başka ülkede maliye haber alsa adamın yakasına yapışırdı” diyor. Bir de Maliyeye ihbar etmek istediğini belirtiyor. Her yazısında dile getirdiği ve bununla hangi aptalları etkileyeceğini bilmediğim hayali paralarımla ilgili feryatları bitmiyor. “Zenginin malı züğürdün çenesini yorar” derler ya öyle bir şey. Hele bu para hayali olunca çok daha fazla yorar.
İtirafçı, hayallerine kadar uzanan paralarım için yapabileceği tek şey, her zamanki işi olan ihbarcılığa sığınıyor. Bunun için maliye polislerinin devreye girmesini talep ediyor. Bu ihbar, Suriye’de işe yaramadığı için ona önerim, “nasıl olsa işin bu, git uluslararası mali polise ihbar et”.
Oldu olacak, “Suriye’ye askeri operasyon için ABD, NATO ve Türkiye’ye çağrı” yapıyorsun. Hepsi birden aradan çıkmış olur.
B.
8 Temmuz 2011 tarihinde ABD Şam Büyükelçisi Robert Ford, eli kanlı Müslüman kardeşler şebekelerinin karargahı Hama kentine destek ziyaretine gittiği ortaya çıkmıştı; İtirafçı Engin Büyükelçinin kuyruğuna asılıymış, baktım da fark edemedim. “Suriye’ye askeri operasyon yapılsın” diye çığlık atınca fark ettim. Ben ve yoldaşlarım, ABD ve Fransa’nın Şam Büyükelçiliğini protestoya gittik, itirafçıyı orada aradık, bulamadık. Dostlarını bırakıp kaçmış, Şam’daki protestomuzda yakalasaydık, komşumuzu istila naraları atan bir çömeze gereken karşılığı vermemiz kaçınılmaz olacaktı; her şeye rağmen burası Ortadoğu, hiçbir şey belli olmaz, Irak’a, Libya’ya tankların sırtında Amerikanın uşakları olarak giren kukla ve ajanların sayısı az değildir.
Burası Suriye, buraya ayakları üzerinde gelen istilacının tek şansı var ülkesine sırtüstü dönmektir. İtirafçı Engin’i ve ortağı MİT ajanını İbrahim’i bekliyoruz…
C.
İtirafçı Engin, iç dünyasından mı, bilinçaltından mı bir kıskançlık krizi içindedir. Nedense ben ve çocuklarımın bindiği hayali jeep arabaları kıskanıp duruyor. İçimden “Allah dualarını kabul etsin” diye söylendiğimi de itiraf edeyim.
Aptal, bana karşı tepkilerini bu hayali söylemlerle işe yarar hale getireceğini sanıyor. 3 yıldır tek bir doğru iddia, yalan olmayan tek bir cümle kurmadı. Bu bir iflastır, bir tek kişi adı etrafında 3 yıl kesilmeden yazmanın başarısızlıktan başka bir izahı olamaz. Farkında değil…
İnsan, hangi çağda yaşadığını bilmeyince zaman ve mekan şaşkınlığı yaşar; jeep değil, imkan olsa uçak, jet binilir, en ileri teknoloji ve en ileri refah değerlendirilerek devrimcinin daha ileri bir uygarlık mücadelesine atılması sağlanır, bununla da çabalarının amacını simgeler. Bu aptal, gökdelenleri yıkarak gecekondu yapmayı devrimcilik sanıyor.
Akılları itirafçılığa eğilimli ya, söylenip duracak, nasıl olsa yalandan kimse ölmemiştir. Bilmeyenlere aramızda kalması şartıyla tiyo vereyim; Tüm ailenin ve yoldaşların bindiği ortak uzay aracı 1986 model Marcedes, iyi mi?... Düldülümüzün 25. Yıl dönümüne itirafçıyı da davet edeceğiz…
D
Başka komedi ise yine para, yine para yine para…
Filistinliler şehit yoldaşlarımız için “adam başı 50 bin dolar” vermişlermiş. 4 şehit, 200 bin dolar; önceki yazılarında fiyat daha düşüktü, enflasyon oranlarına göre yükseltmiş bulunuyorlar (İtirafçının cinnet derecesindeki para algısı, şehitleri bile koyun gibi fiyatlandırmaya götürüyor.).
Kurguda sınırsız demagoji, bu adamın sığ bilinciyle ancak bu kadar olur; Basına yansıdığı kadarıyla, Saddam en güçlü döneminde bile “adam başı 20 bin dolar” vereceği yalan vaadi yapmıştı. Filistin örgütlerini bilenler bu yalanın komikliğini de iyi bilirler.
Kaldı ki, gerçeği öğrenmek, bu kadar zor değil. Basit bir başvuruya, resmi cevap bile alınabilir. Ama adamın derdi bu değil, uydur, uydur yaz, doğruyu kanıtlamak için çırpınan çırpınsın.
Oysa, bilinen basit hukuk kuralı gereğince, iddiayı yapan ispatla mükelleftir (hukuk, herkese lazım olabilir, elimize düştüklerinde hukuk diye feryat etmesinler).
Dünya alem bilir ki, Filistin örgütlerinin “kıçlarını silecek paraları yok” (Filistinlilerin kendi ifadeleri); o kesitte ve bu kesitte ölümüne giden silahlı adamlarına aylık bile veremezken, şehitlere 50 bin dolar vereceklerini var saymak aptallık değilse, komiklikten başka bir şey değildir.
Bu sallamayı yapanların ahlak namına bir şey taşıması mümkün değil. Bir itirafçının ahlaklı olduğunu kim iddia edebilir ki…
“25 milyon dolar”ım olduğunu unuttular galiba, 200 bin dolar da ne ki, bozuk para bile saymam… Hesaplarını yeniden gözden geçirsinler, ben çok daha fazlası olduğu kanısındayım!
Biraz dikkatlice cümleleri okuyan biri de çok rahat bir şekilde çelişkileri yakalayabilir. İtirafçı Engin farkında değil, bir yandan yoldaşlarımızın “Filistin davası için şehit olmadılar” iddiasını atıp “iki Filistinli örgütün çatışmasında öldüler” diyor. Diğer tarafta, kasası EL FETİH elinde bulunan Filistin örgütlerinin en çulsuzu NİDAL Cephesinden bu meblağların alındığı iddia ediyor. Nidal cephesini bilenler bilmeyenlere anlatsın; bu cephede yer alışımızın en önemli nedenlerinden biri, nispeten bağımsız hareket etme eğilimimizdendir. Trablus bölgesinde de bunu büyük ölçüde gerçekleştirdik.
Bu bölgedeki savaş ise herkesçe açıktır; İsrail, gerici Filistin örgütlerini Lübnan’ın güneyinden sürerek (1982 savaşının önemli bir nedeni de buydu) kuzeye, Trablus bölgesine konuşlandırmak istedi. Bu plan Mısır ve Amerikan yardımıyla da ikame edilmeye çalışıldı. Ancak Lübnan’ın direnen tüm devrimci güçleri, direnen Filistinli örgütler, buna şiddetle karşı çıktı. Bu palan Filistin devrimini tasfiye etmek kadar, çatışmayı farklı alana, Lübnan içi bir mezhep ve din savaşına sürmek anlamına geliyordu. Bu da İsrail’i rahatlatacak bir adımdı. Bu adıma güçten düşeceğini anlayan Em Fetih güçleri de alet oldu. Akıl almaz paralarla, devrimci direnme safları parçalanmaya çalışıldı, birbirine düşürüldü. Filistin davasının Oslo anlaşmasıyla girdiği kaos işte tas tamam burada mayalandırıldı. Filistinli davasının gerçek temsilcileri ise buna karşı tutum aldı. Tüm bölge devrimcileri de buna katıldı. Biz de bu bölgenin devrimcileri olarak İsrail-Amerikan çıkarlarını temsil eden, Arap gericiliğinin de alet edildiği bu plana karşı tüm bölge adına savaştık, şehit düştük.
Bunu 30 yıl sonra kirletmeye çalışanların, bölgemize NATO, ABD, BM ve Erdoğan’dan askeri operasyon talebini, ülkemiz Siyonistlerinin istemesi tamamen birbiriyle uyumlu bir konumlanıştır. Bunlar dün ne idi iseler, bu günde aynıdır. Bunların para delisi olmaları ve tüm yazılarının temel konusunu para oluşturmasının nedeni de budur.
Adam eleştireceğim diye bu ölçüde Siyonistlik yapmak ilginçtir. Acıyorum, hepsi bu.
İtirafçının sinirleri sakinleşsin diye, özel bir yazı siparişi veriyorum, hadi bakayım “garson” evladım iş başına. Hesap nasıl kesilir onu öğreteceğim de…
Evet, olay budur, bir itirafçının aklı ancak bu kadar sığ olur, nasıl düşünsün ki; derdi yalan üretmekten ibaret, daha çok ve daha çok yalan, kimse inanmasa bile kafalar bulanır.
Oysa, Acilciler sadece ve sadece enternasyonal dayanışma adına Filistin davasının orta yerinde yerlerini aldılar. Bu uğurda şehit oldular, bunun tek karşılığı yolumuzu aydınlatan şehit anılarıdır.
İtirafçı ve MİT köpeklerinin karalamaları ise, sadece hayatları boyunca içinde yer aldıkları itirafçılık gibi kirli işlerin ifadesidir.
E
Diğeri malum, İbrahim Yalçın. Aralarında bile “zaaf göstermiştir” ithamından kurtulamamış bir MİT ajanı. Bizim söz söylememize bile gerek yok, el yazılı itirafnamesinde kendini tanımlıyor;
Ben ADANA’ya MİT’e döndüğüm de Sarı’yı gördüğümü beni kongreye götürmek için geldiğini. 13 ve 16 Ekim’de ANTAKYA PTT’si önünde saat 14.00de buluşacağımızı bildirdim” (İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:7) Diyor.
“Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " (İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)
Bu ajan, muhatabımız değil cezasını beklesin.
Nebil Rahuma yoldaşın öldürülmesinin tek nedeni bu hayvandır; 2 kg altını örgütten habersiz alıp cebine indirmiştir (biz bilmiyorduk, gizleyip durdu, sonra itiraf etmek zorunda kaldı) ve yoldaşın katledilmesine neden olan tek gerekçeyi oluşturmuştur.
Bu ajan, sorduğumuz sırat köprüsü sorusuna hala cevap verememiştir. Bu adam MİT olduğunu itiraf etti. Ama bunun ötesi vardı, ne zamandan beri MİT’le ilişkide devrimci hareketlere zarar veriyorsun? Diye sorduk, cevap veremedi, itirafnamesinde bir yığın çelişkiyi ortaya koyduk, örgüt merkezine ilk gelişinde MİT talimatıyla geldiğini neden gizlediğini ve MİT’e neleri aktardığını sorduk, cevap veremedi. Diz bağları çözüldü, korktu; korkunun ecele faydası yoktu, bunu öğrenecek.
Karalamalarla, uyduruk senaryo ve belgesiz kanıtsız ithamlarla kamburunu örtebileceğini sandı. Ama olmadı. Bu adam, zaten hayatında tek siyasi cümle bile kurmamış bir ajandır. Bitmişi ele almanın bir gereği yoktur. Gününü beklisin (Bunun konuyla ilgili olarak http://acilciler-thkpc.blogspot.com/ linkinden, 179 ve 214. DOSYA’lara bakınız)
F.
Bu şebeke, Acilden kaçınca TKEP’e sığındı; köylü kurnazları bu kirli insanlarla bir şey kazandıklarını sandılar. Sonuçta TKEP buharlaştı. Bu buharlaşma nasıl oldu bilemiyoruz, polis, MİT neler yaptı bilemiyoruz Bu örgütün emekçileri bunun hesabını er ya da geç soracaklar, diye düşünüyoruz.
TKEP buharlaştırıldıktan sonra, bu ikili çete bu kez bir daha Acilcilere çamur atmaya, onurlu direnme tarihimizi kirletmeye başladılar. Hani derler ya “İstenince, Kuran’dan bile şeytan sözü çıkarılır” işte öyle bir şey. Onurlu bir tarihi direnme örgütünde binlerce çabanın olduğu bir yerde, “hata yapmamanın sigortası iş yapmamaktır”. 35 yıla yayılan, ülkemiz dahil bir dizi yurt dışı ülkesindeki çabaları ve zorlukları içeren çalışmalarda hatalar da gündeme gelmiş olabilir. Ancak bunları bile, belgesiz, kanıtsız, tanıksız, duyum ve ölü konuşturucularının karalama çorbasına dayanarak bir tarihi direnme örgütünü kirletmeye çalıştılar. İşleri bu. Bir derin yerden işaret gelmiş ve iş başına dönmüş gibiler. Gibisi fazla…
Adama günaydın derler, itirafçısı 1982’den, MİT ajanı 1988’den beri örgütümüzle uzak yakın hiçbir ilgileri olmamasına karşın 2011’de mi aklına geldi bunlar. Oturup 1982 ayrılığında, tartışmaların en keskin olduğu kesitte yazdıklarına baksınlar; örgütü öven, çabalarımızı takdir eden yazılarına baksınlar (bkz. http://acilciler-thkpc.blogspot.com/ tümü bu linkte, el yazıları ve altında imzalarıyla DOSYALARDA yayınlandı).
Kökleri 1970 yıllarına dayanan ve olduğu gibi bu güne gelen Türkiye’de hiçbir devrimci örgüt kalmadı. Kongresinin seçtiği sorumlularıyla, gerilemelerine rağmen ayakta kalan tek örgüt THKP-C (Acilciler) örgütüdür. Yayınlarıyla, olduğu kadar olaylar karşısında aldığı fiili duruşlarla bu örgüt mücadelede kararlılığıyla yürüyor. Bu ikili şebekenin sıkıntısı da budur. Varız ve var olana saldırıyorlar. Görevleri bu. Elbette ki MİT’in başka alanlardaki ajanları gelip örgütümüze saldırmayacaktı, karalamayı doğal olarak bu örgütte bir zamanlar bir biçimde yer almış olanlar yapacaktı. MİT, ajanlarını bunun için el altında tutar ve zamanı gelence de böyle işe sürer. Olay bu yanıyla çok açık, bu ikili şebekeyi tanıyan herkes da ayrıntıları bilir (bunun için eski yoldaşlar, bunları neden zamanında tasfiye etmediniz diye şu ana kadar bizi eleştirir)
Böylesinin dünyada bir başka örneği yoktur. Yaptıkları, polis işidir, derin devlet, Özel Harp Dairesi işidir. Veriler tamamıyla bu gerçeğe işaret ediyor.
Örgütümüzün İstanbul biriminin 1977 yıllarında uğradığı baskınların gerçekliğini öğrendiğimiz gibi, bu gerçekleri de MİT’in yetkilileri emekli olup anılarını yazdıkça resmi olarak öğrenmiş olacağız. Bizim çabamız, elimizdeki verileri kamuoyuyla paylaşmaktır.
G.
Şimdi de örgütümüzün temel kadrolarına, uzun yıllar örgütün yükselişinde emek veren, işkence zindan yatan, ülkede kararlıca kalarak mücadele yürütenlere çamur atmaya çalışıyorlar. Bunun için de Amerikan filmlerinden bildiğimiz, biri iyi polis diğeri kötü polis rolündeler. Kendilerine yakışan ifşaat furyasıyla ilgileri olmadıkları tarih üzerinde hüküm verme şaklabanlığı yapıyorlar. “Aynı yerde durduklarını” dile getirerek övünürken, 1. Kongreye gönderdikleri el yazılarıyla bu gün durdukları yer arasındaki uçurumu unutuyorlar. Tarih ve tarih yazımı bir akademik dikkat isterse, bunların yaptığı olsa olsa, M. Yavuz yoldaşın, itirafçıdan ilham alarak önerdiği “Tuvalet Taşı”na yapılacak olandan ibaret kalır.
Özel mektupları izinsiz yayınlama ahlaksızlı kişinin kültürüyle ilgilidir. Buna kimse karışamaz. Temel kadrolarımızın bizlere gönderdiği özel mektupları açıklarsak küçük dillerini yutarlar (sonuncusu bu hafta gönderildi), Bunlar yoldaşlık bağını bilmiyorlar, Acilciliği hiçbir zaman içlerine sindirmemişler, kirlidirler kirletmeye çalışacaklar, bu kişinin doğasıyla ilgili bir duruştur, başka türlü yapamaz. Buradan, temel ekibimiz dediğim yoldaşlarla özel mektuplaşmalarımızın içeriğini bilsinler isterim; her zamanki dik duruşlarıyla, sevgi, saygı ve bağlılıklarıyla düzenli haberleşme ve yazışmalarıyla, bu mücadelenin emektarları olmaya devam etmenin belgelerini bulacaktırlar.
Ancak, genetik akıl atlasları kirlilik saçmak üzere kurgulanmış hastalar için hiçbir açıklama şifa olamaz. Utanması olmayan bu insanları, geçmiş ortak emeklere hürmeten muhatap almadım, almayacağım da ancak elimde olmadan suratlarına tükürmekle yetineceğim.
Bu şebeke anlamıyor, biz kendimizi pisliklerden özgürleştirdik, hedef kitlemizle uzak yakın ilgileri olmadığını, bu nedenle ne kendileri ne de onlarla ilgili olabilecekleri önemsemeden çalışmalarımızı sürdürdüğümüzü bilmiyorlar. Yazılarımıza baksınlar ne demek istediğimi iyi anlayacaklar. Anlamadıkları, çılgınlık ölçeğinde içine düştükleri çözümsüzlük ve iflas da buradan kaynaklanıyor.
Onurlu mücadele insanı Fuat Çiler yoldaşı bir kenara bıraksınlar, dönüp Burgaz’ın Suriye konusundaki tavrını öğrensinler bakalım, bu alçaklar için hangi küfürleri ettiğini kulaklarıyla duysunlar; bana ve Remzi yoldaşa telefonda söylediklerini, bir de onun ağzından duysunlar.
H.
Sonra, bu şebekenin, medya duyumundan öteye geçmeyen siyasal düzeyleriyle, ABD, NATO, BM Türkiye, yani önüne kim gelirse gelsin, sırf Mihrac Ural’a düşmanlık için Suriye’ye askeri operasyon çağrıları yapma komikliğine benim söyleyeceğim tek şey; Suriye halkının son sözünü söylediği, 15 milyon insanla meydanları doldurduğu güne baksınlar.
29 Mart, 21 Haziran 17 Temmuz 2011 tarihinde sadece Şam’da milyonlar üzerine milyonlarca Suriyeli, Lübnanlı 30’u aşkın devrimci örgüt ve bölge ülkeleri devrimci hareketlerinin katılımıyla yapılan, “Suriye yönetimi ve halkına destek, emperyalist güçlere karşı direnme” mitinglerini hatırlatacağım. Buna günü birlik ülkenin tüm köy, mahalle, ilçe ve illerinde kesilmeden süren destek mitinglerine akın akın gelen, milyonlar üzerine milyonlarca Suriye vatandaşının haykırışlarını, suratlarına bir tükürük, bir şamar olarak patlatacağım. Ötesi BOP uşaklığıdır, herkes safını belirlesin.
İ.
Son komedi ise, diplomalarıyla her gün övünen cahilin anayasa üzerine yaptığı sallamalardır.
İtirafçı, demokratik anayasa mücadelesini kumar masasındaki “restleşme” gibi algılıyor. Sorunu CHP ile AKP arasında görüyor.
Bu aptalın yazılarını takip eden varsa mutlaka yakalamıştır, elastiki kelimelerle her an her yöne dönecek bir tarz, bilgi kaynağı medya olması nedeniyle tedirgin söylemler ya da reklamları andıran parlak cümleler. Altı üstü bu kadar.
Bilgi, araştırma diye bir söylemi yoktur. Kendine ait bir soyutlaması ise hiçbir zaman olmamıştır.
Bu konuda söylenmesi gereken şey, 135 yıldır 5 anayasaya rağmen başarılmamış demokrasinin ikamesi için, halklarımızın ve özellikle Kürt halkının nesnel veriler üzerinde yükselttiği mücadeleyi bu sürecin temeline oturtma gereğidir. “restleşme”yi değil. Siyasetin bu son halkasında ortaya çıkan mücadeleyi bir kumar restleşmesine benzetmek en hafif deyimle halkın özverilerini inkardır. Bu benzetme de değil, halkın özverilerle yükselttiği mücadeleyi iç dünyasındaki milliyetçi reflekslerle küçümsemedir.
Ülkemizin milliyetçi solcularında bir hastalıktır bu duruş. Normaldir ve ben bunu çok iyi anlarım; bu ülkede egemen ulus solculuğunun azınlık devrimcilerine nasıl yaklaştığını bilmeyen yoktur. Bu konuda yazdığım “ANAYASA MARATONU” başlıklı makalemi, AYRI VARLIK bloguma bakarak, okuyabilir ve itirafçı aptalın siyasi olma çabasındaki cehaletini yakalayabilirsiniz.
SON REFLEKS
İtirafçı çok şaşkın. Beli ki her yazım, her eleştirim içine çok oturuyor. Yoksa 3 yıl boyunca, 30 yıldır ilgisi olmadığı bir örgüte ve sorumlularına böylesi bir şaşkınlıkla, yalan ve abartmalarla saldırmazdı. Bu refleks bir iç sıkıntının ifadesidir. Bunu son yazdığı ve yine Mihrac Ural adını başlığa çıkarttığı yazısında da (18 Temmuz 2011) görmekteyiz; “Mihrac Ural’ı bitirdik, yok ettik, tecrit ettik, sol içinde yeri kalmadı, devrimci katili olduğu anlaşıldı, siyasi yazıları tın tın…” vb. Malum nakarat, peki ölçüt ne? Belgesi, kanıtı nedir bu iddiaların. Bir hiç.
Adamın okuruna saygısı yok ya, istediği sallamayı yapar önemsemez bile; aynı yazısında, eski yoldaşlardan gelen eleştirilere ve eleştiri edenlere karşı ahlaksız küçümsemelerle saldırıp durmasıda bunun bir ifadesi.
Ben bu kısımda başka bir şeyden söz edeceğim. İtirafçı benim yazılarımın yayınlandığı sitelerde yazılarının yayınlanmasını istemez (Ama ortaklarından A.O vb. bu konuda hiçbir sıkıntı duymaz, tersine reklamın iyisi kötüsü olmaz der). Böyle bakınca İtirafçıyı tutarlı biri sanırsınız. Mihrac Ural’la aynı grup ya da sitede yazılırının yayınlanmasını ve adının geçmesini istemez.
Bu nedenle www.gomanweb.com sitesi moderatörüne tepkisini bildiren bir ileti gönderir ( 5. Mayıs. 2010 ). Modoretör Mustafa Elveren hoca da ona hakkıyla insanlık, yazarlık, yayıncılık ahlakını öğreten bir cevap verir. Bu bilgiler tümüyle ve ayrıntısıyla bana da iletilir ( bütün bu yazışmalar Mayıs 2010 tarihinde AYRI VARLIK blogunda yayınlandı). Buraya kadar her şey normal.
Okurlarıma her zaman bu itirafçının turasız, silik, sinsi, kinci, demagoji dışında bir şey olmadığı, tutarsız ve kof biri olduğunu anlattım. İşte açık ispatı;
Yıllardır üyesi olduğum Diyarbakir@yahoogroups.com yazılarım yayınlanır. Engin Erkiner bir yıl önce bir yazı gönderdi ve yayınlandı. Ancak sonra kesildi. Anladım ki adam tutarlı, benim olduğum yerde olmak istemiyor. Ama öyle değil, böylesine prestijli bir grupta yer almamak onun için büyük bir kayıp; kendine güvensiz insanlar her zaman kendilerine sığınacak bir yer ararlar. O da böylesine prestijli bir grupta olmaya can atacaktı. Oysa kendisi “bol diplomalı” biriydi, nereye düşse ayakları üzerine gelirdi. Ama öyle değil. Mihrac Ural’da yazıyor olsa, bu grupta yer almak ilkeleri çiğnemek anlamına gelse de değerdi.
O cahil yazılarını bu grupta kim okuyor bilmem, ilgili de değilim. Ben fikirlere ve fikirlerin özgürlüğüne inanırım. Bu açıdan kimin nerede nasıl yazdığını önemsemem. Şimdi bu ilkesiz herif yazılarını benim uzun zamandır yazmakta olduğum grupta, kendi reklamı için göndermekte bir beis görmemektedir. Yani yazıları yazılarımla birlikte yayınlanır oldu. Peki ilkeler nereye gitti, bu palavracının ilkesi olsaydı, yönetici olmanın sorumluluğuyla, poliste bir tokat yemeden itirafçı olmazdı. Olay bu kadar basit.
Diyeceğim şu, zorlamalarla gerçekleri ters yüz edemiyorsunuz, ufaksanız, tüylerinizi ne kadar kabartırsanız kabartın gerçekte ufak kalacaksınız…
Arkadan nal toplayan böylesi onursuz, böylesi ahlaksız bir itirafçıya acımayıp da ne yapayım…
RECEP YOLDAŞ
Buraya kadar yaptığım giriş yeter. Şimdi şehit yoldaşlar ve anılarımıza geçebiliriz.
İşte bu şebekenin de bulunduğu bir kesitte, Isparta Ceza evinde Recep Güregen yoldaşı tanıdım. O bu şebekeyi tanıdığı an nefretle anmış, birçok fırsatta gereğini yapmak için öneride bulunmuştur. Onu hep, bu sorun şiddetle değil, kuşatmayla, tecritle çözülür diyerek teskin etmeye çalıştım. Bu yöntemim de sonuna kadar bir ilke olarak bu türlere karşı örgütün politikasını belirledim. Böyle olmasaydı, herkes gibi kendileri de çok iyi bilirler ki, yaşamları iki dudağım arasında biterdi.
“Recep yoldaş, farklı bir alemin alaylısıydı. Ceza evinde adli bir mahkum olarak bizimle bir aradaydı. Zindan sürecimizi bir siyasi alan çalışması haline getirmiştik. Mahkumlarla ilgileniyor sorunlarına çözüm bulmak için çalışıyorduk. Siyasi mücadeleye eğilim olanları eğitim çalışmalarına, kitap okuma etkinliklerine davet ediyorduk. Bu geniş kitle içinde bize yakınlığıyla, içten ve dürüstçe yaklaşanların başında Recep yoldaş vardı. Bizde ona önem verdik.
Bir siyasi ilişki bağları bu yakınlaşmanın ardından kurulmaya başlanmıştı. Duyarlılık bu noktadan sonra, alaylı olmaktan çıkıp medresede diz çürütmeye doğru yöneldi. Recep de bu süreci başarıyla aşmak için canla başla kendini bizlere ifade ediyordu.
İlk kitap okumaları, eğitim çalışması türünden sohbetler böyle yükseldi. Zindanları medrese haline getir geleneğimizin bir parçası olarak Recep yoldaşta sürecin bir parçası oldu. İnsan olarak bizlere, siyasal olarak da örgütsel değerlerimize tutkun bir sevgiyle bağlandı. O kesitte bizleri tek tek tanıdı. Kişileri, işkencedeki tutumlarıyla ve gelecekteki yerleriyle bilince çıkardı.
Mahkememiz Isparta’da başladı. Mahkemeye çıkışımız devlet açısından akıl almaz önlemlerle oldu. Ring arabasının geçeceği sokaklarda, binaların üzerinde polis, asker jandarma her türden güvenlikçi otomatik silahlarla konvoyumuzun geçişini takip etti; Acilciler adı, zindanda olmamıza rağmen, geride koruduğumuz yöneticilerin yükselttikleri mücadeleyle devlet için üzerinde durulan bir tehlike olarak algılanmıştı. Bu normaldi. Zira içerde olmamıza rağmen, dışarıda bıraktığımız yönetici yoldaşlarla, örgütümüzün yükselişi için elimizden gelen her şeyi, sorumluca yerine getirme mücadelesi veriyorduk. İtirafçının etkisini, esir düşmemize rağmen kırmış, yeni süreç ilgili bilgi almasının sakince yapılan, bir kuşatmayla etkisizleştirmiştik.
Zindan sürecimiz boyunca örgüt, bizlerle tam bir dayanışma ve bağlılık içinde dışarıda kalan yöneticilerle yoluna devam etti. Ziyaretçi akını o kesitte örgütsel yükseliş ve yaygınlığımızın bir belirtisi olarak kendini ifade ediyordu. Bu nedenle sürgün edilmediğim bir ceza evi kalmadı.
Recep Yoldaş bu gelişmeleri yakından izliyordu. Örgütümüze katılma isteğini yaptığında, “önünde uzun bir yol” olduğunu belirttim. Önce alaydan medreseye yükselmesi gerekti. Geçmişiyle ilgili özeleştirisini halkımıza karışı bir biçimde yapması gerekirdi. Kendini aşmalı bizden biri olmalıydı. Çok sıcak ve içtendi, her şeye hazırdı.
Mahkemeye çıkış günlerimiz yaklaştıkça, mahkemedeki tutumla ilgili etkinliklerimiz üzerine verdiğim karar, bir yandan savunmanın nasıl olacağına ilişkinde diğer yandan kamuoyuna mücadelemizin ve doğrularımızın arkasında olduğumuzu örgüt pankartını açarak ilan edeceğimiz yönündeydi.
Acilciler davasında savunma konusu:
Aynı davanın insanları olarak Isparta cezaevinde toplandığımızda, savunma üzerine kimsenin belirgin bir kanaati yoktu. İtirafçıların ise her zamanki sinsiliklerle kendini koruma çabası belirginleşiyordu. Buna son verdim. Açık ve net tutum aldım ve bunu uyulacağını ifade ettim. “poliste çözülen, itiraf ettiği her şeyi direk kendi adına üstlenecekti”. O gün bulunabilecek en olumlu çözüm buydu. Bir iç sorun yaşanmamak için, o günün verileriyle yeterli olan tutum buydu. Şiddet değil önlem ve çözüm örgütsel yönetimimde esastı bunu dün gibi bu günde sürdürme kararlılığı içinde oldum. Recep yoldaş bu gelişmelere de zaman zaman ortak olacak bir yakınlık ve örgütsel ilişkide ilgili oluyordu; o kesitte Recep yoldaşın gösterdiği haklı refleksler, örgüte zarar verenler için bir yaptırım olarak uygulansaydı, bu gün boş teneke lakırdılarını duymamız mümkün olmayacaktı. Ancak örgütsel süreç reflekslerle yönetilemezdi. Yaraya tuz basılmıştı ama her şey bilinçte korundu.
Örgüt pankartının açılışı:
Aldığım ikinci önemli karar örgüt pankartının açılması kararıydı, Ali sönmez yoldaş bu onurlu görevi günülüce üstlendi.
Mahkemede açılacak Pankartı ellerimle çizdim. Ali Sönmez mahkeme salonunda devrimci haykırışlarla pankartı açtı. Mahkeme salonu karıştı; Annam, babam, dostlarım ve yakınlarımda orada dehşete düşmüşlerdi. Jandarma üzerimize yürüdü. Ali sönmez yoldaşın haykırışları yalnız bırakılmıştı. Sonucu ne olursa olsun ona katıldım ve üzerimize gelen jandarmalara karşı direndik. Onursuzca sessiz kalan kişi itirafçı oldu. On yıllar sonra “siyasi savunma” yaptığı iddiası ise bu ayrıntıları bilmeyenlere yutturulacak püsküllü bir yalandı. O siyasi savunma yapmaya mahkum edildi. İtirazı da olamazdı çünkü bir itirafçıydı. Böylece Türkiye devrimci hareketi tarihinde ilk kez bir itirafçı örgüt kararıyla siyasi savunma yapmaya mahkum edilmiş itiraflarının tümünü üstlenmesi sağlanmıştı. Bu şeref acilcilere aittir.
Şehit Recep Güregen, bu süreçlerin canlı tanığıydı. Maharetleriyle de zindan içinde yapılabilecek her işte katkı sahibiydi. Mahkemede aldığımız tutumun yankısı, basın ve ülkemizde oldukça etkili olmuştu. Bu etki Isparta cezaevinde de kendini gösterdi. Acilcilerin Adli mahkumlar komünü algısı ve oluşumu buradan itibaren ete kemiğe bürüdü.
Recep yoldaş sabırsızlıkla İstanbul’daki mahkeme gününü bekledi. Halkına karşı geçmişiyle ilgili öz eleştirisini, aynı yolla yapmak istedi. Mahkemede okuyacağı metni yazdım; bir sayfalık bir metindi; önemli cümleleri hala aklımda, “geçmişte yaptığım yanlışlardan dolayı halkımdan özür diliyorum, yolum halkımın çıkarlarının yoludur, bu yolu THKP-C (Acilciler) örgütü içinde bir militan olarak sürdüreceğimi ilan ediyorum…” diye devam ediyordu.
Pankart hazırladım, beline sardı ve İstanbul’daki mahkemesine yöneldi. Sonra aldığımız haberler Recep yoldaşın mahkemede gösterdiği devrimci tutum ve haykırışı teyit etmişti. O artık bir Acilci militandı, alaylı olmaktan çıkmış medreseli olmuştu.
Sonrası zindan zindan ördüğü devrimci direnişlerle ilerledi; meşhur Sinop Kalesi Cezaevinin yakılması bu direnmenin önemli bir kesitidir.
Recep yoldaş bir kararlı iradeydi. Sigara biricik tesellisiydi ve günde, birden çok sigara paketi tüketirdi.
Bir gün yanıma geldi. “siz sigara içmiyorsunuz. Bu ilke ise, buna uymak isterim değilse yine bırakmak isterim, üzerimde geçmişten kalan olumsuz bir izle yürümek istemiyorum”.
Bunun üzerine, “Genelde yoldaşlarım sigara içmez, ilke değil bir duruştur. Bana uymak istersen bunu bir defada bırakacaksın ve bitecek” dedim.
O an hiç düşünmeden, önceden düşünüp algılamasını tamamlamış olarak, elindeki sigarasını küllüğe ezercesine bastırıp söndürdü. Gömleğinin ön cebinde yeni açılmış sigara paketini de çıkartarak, avucu içinde sıkıştırıp büzüştürdü, ezdi. Ve yere attı. Buraya kadar dedi. O günden itibaren sigarayı ağzına almadı.
Bu duruş, bir yanıyla bizleri örnek alan sevgisinin ifadesiydi, diğer yanıyla bu sürece kararlıca girdiğinin de bir göstergesiydi. Bizim çevremiz genellikle sigara içmezdi. Devrimci olmanın, sigara içip içmemekle ilgili olmayacağını söylemeye bile gerek yoktu. O, her şeyiyle bize benzeme çabasında saygı ve sevgiyle göstermek istediği bir tutum almıştı. Bu satırları yazarken bir kez daha, sevgi olmadan devrimciliğin asla olmayacağını hatırlatacağım.
Recep yoldaş örnek bir evrim süreci yaşadı. Niğde cezaevi firarı sonrası derhal örgütsel göreve koştu. Sağlam bir ekip oluşturup, sürece kararlıca atıldı. Bu sürecin gelişmelerinden doğal olarak örgütsel işlevleri dondurulan İtirafçının uzak yakın bir bilgisi ve haberi yoktu. Ceza evinden örgütsel yükümlülüklerimizi başarıyla yerine getirmemizin altında da bu ihtiyatlı tutum yatmıştır.
Acilciler bir onurlu direnme örgütüdür. Tarihleri bu örneklerle doludur. Recep, Silifke’de polislerle çatışmada şehit oldu. Direndi, teslim olmadı. Çünkü o gerçek anlamda bir Acilci militandı.
Dün gibi bu gün de demokrasi mücadelesinin kararlı insanları olarak, Recep yoldaşın anısını tarihimizin övünülecek örnekleri olarak bilince çıkarmayı bir görev sayıyorum; olumlularımız, başarılarımız bize olduğu kadar devrimci harekete de katkı sağlayan etmenlerdir. Genç devrimci kuşakların bizden beklediği de budur.
Recep Yoldaş, THKP-C(Acilciler) seni kararlı bir irade olarak, derslerle dolu anını, gelecek kuşaklara ve mücadelelerine taşımaya devam edecektir."
Hüseyin Gürkan yoldaş, bu mücadelenin bir militanı olarak şehit oldun. Mücadele de Recep Yoldaşla birlikte omuz omuza dövüştün anın mücadelemize ışık olduk yüreğimizde yaşıyorsun.