20 Şub 2011

NEBİL'İ KULLANMAK -2-

223. DOSYA

NEBİL’İ KULLANMAK -2-


Mehmet Yavuz

20 Şubat 2011



Mihrac Ural’ın notu:
20 Şubat 2011


Mehmet Yavuz, bir itirafçı ve bir MİT ajanından oluşan malum muhbirler çetesini çok iyi tanıyor. Bu nedenle ayrıntıda yalanlarını çıkaracağından emin olarak yazdıklarını inceliyor. Gerçekleri de buluyor ve o ahlaksız, utanma bilmez suratlarına şamarı patlatıyor.

Cephe sayı 3-4’te (1981-1982) yayınlanan “KÜÇÜK BURJUVALAR KOMÜNİSTLERİ DE ÖLDÜRÜR” başlıklı imzasız yazı, T.K adlı bir yoldaşın olabilir. Yazı Nebil Rahuma sevgisi ve ölümüne duyulan hüzünle dolu. Bir Nebil savunusudur. Nebil’in katilleri belli, Nebil ile Ali Çakmaklı’nın ölümü arasında bir haftalık bir süre bile yok. Ali Çakmaklı öldürüldüğünde Nebil Adana’daydı. İstanbul’a geçer geçmezde katilleri tarafından gözaltına alınmıştı. MİT ajanı İbrahim Yalçın’ın, Nebili bu arada görmüş olmasının ihtimali de yoktur. Zaten önceki yazılarında Nebil’le görüştüğü tarih olarak, Ali Çakmaklının ölümünden önceki tarihti. Balans ayarları yapmasına rağmen, bu durumu düzeltemedi. Nebil, örgüt haberi olmadan bu MİT ajanının HDÖ’den alıp nereye harcadığı belli olmayan 2 kg altın nedeniyle katledildi. Başka bir “geçerli neden”(!) de yoktur. Bu neden de sadece, bu tür aptal katil sürüsünün gerekçesi olabilirdi.

Nebil’in katledilmesinin tek nedeni MİT ajanı İbrahim Yalçın’dır.

Bu nedenle, Cephe’de yayınlanan yazıyı, gerekçesi ne olursa olsun Nebil’in öldürülmesine karşı duyulan tepkiyi dile getiren bir yazı olarak okumak gerekli. Bunu kim yazmış olursa olsun bu duyguyu ortaya koymakta. Bir belge değil, bir anma, bir sahiplenme yazısı olarak kaleme alınmıştır. Nebil konusunun ayrıntıları, belgeleriyle yeterince ortaya çıktığını herkes biliyor.

 Ancak sorun bu değil. Nebil’in katilleri belli olmasına rağmen, onları atlayarak Mihrac Ural’a saldırı yapmak için kör gözle yapılan bu çırpınışlar, sadece kin olarak görülemez derim. 3 yıldır aralıksız süren bu çaba mutlak olarak bir görevdir. Bunu anlamak için aylardır sorduğumuz basit bir soruya cevap vermemek için fare gibi kaçışını izlemek yeterlidir.

İbrahim Yalçın, sorumuza cevap veremez de. Sorumuzu, tekrarla okur için buraya aktarıyorum; ”İbrahim Yalçın, MİT’le ilişkiye giriş tarihin üzerine, 12 sayfalık el yazılı itirafnamende üç ayrı tarih veriyorsun. Üçü de çelişkili tarihler. Bir şeyleri saklamak için karışık tarihler veriyorsun, oysa senden istenen, gerçek ilişki tarihidir. Bu tarih nedir ? MİT’le ne zaman ilişkiye girdin, tam tarih nedir? Onu ver
Sırat Köprüsü sorumuz işte bu kadar. Bu soruya cevap vermemek için kaçıp duruyor. 6 aydır soruyoruz ve peşindeyiz. Sorumuza cevap vermemesinin nedeni de örgütümüze yapılan sızma ve bunun yaptığı tahribatın açığa çıkacağı gerçeğidir. Bu nedenle cevap vermiyor, veremez de. Çünkü İbrahim Yalçın MİT’le ilişkisine, yani baştan beri sürdürdüğü göreve devam ediyor.
Bu, gerçek kendi el yazılı belge ve kanıtıyla ortaya konmuştur.

(bkz. http://acilciler-thkpc.blogspot.com/  55. 57. 179. DOSYALAR)

MİT ajanı benim için hiçbir zaman muhatap olunmayacak bir halayıktır.  O, gününü beklesin o kadar.

Bu çirkin tartışmaları takip eden ilgili okura ayrıca hep sordum.

MİT ajanı İbrahim Yalçın 40 yıldır doğru ya da yanlış bir tek
siyasi yazı bile yazmamış. Bu adamın devletle sorunu hiç olmamış belli, bu nasıl olur ?

 Birisi de bunu izah etmeli…

Birlikte Mehmet Yavuz’un yazısını okuyalım.



NEBİLİ KULLANMAK -2-




Kin ve düşmanlık kavgasında Nebil'i kullanmayı bir yöntem olarak benimseyen İbrahim Yalçın, sözüm ona belgelerle iddialarını kanıtlamaya çalışıyor.

İddiaların lafta kalmayıp belgelerle desteklenmesi saygı duyulacak bir yaklaşım. Bu anlamda İbrahim'in '' 81 aralık-82 ocak tarihli Cephe dergisinin Sayı 4-5 ve 10.sayfa'da yayınlanan Mihrac URAL'ın yazısını oldugu gibi aktarıyorum '' sözleriyle belge yayınladığını görünce, ne yalan söyleyeyim bayağı heyecanlandım.

İbrahim, yayınladığı 81 Aralık ve 82 Ocak tarihli Cephe dergisindeki yazılarla neyi kanıtlamaya çalışıyor ? Ali Çakmaklı'nın Mihrac tarafından öldürtüldüğü, Nebil'in de Ali'ye misilleme olarak infaz edildiğini..

İddiası büyük: Mihrac, bu durumu kendi yazısıyla ilan etmiş diyor..

Dergide yayınlanan yazıların altında, malumunuz olduğu üzere herhangi bir isim yok. Lakin İbrahim; bu yazıların Mihrac tarafından yazılmış olduğunu iddia etmekten de öte kabul ediyor..

Hep söylüyorum; her bilgiyi kin duyduğunuz kişiye ulaşmak için saptırırsanız, tarihi gerçekleri deforme edersiniz..

Yeri gelmişken bir hususu da hemen belirteyim; ben hiç kimsenin avukatı değilim.. Lakin gözüme çarpan yalanları ifade etmeyince de; geçmişten gelen sorumluluk duygularıyla rahatsızlık duyuyorum..

Evet, İbrahim'in yayınladığı belgeleri okudum. Ama ben 1982 Ocak tarihli yazının Mihrac tarafından yazılmamış olduğunu anlıyorum...

Nerden mi ?

Belgenin içeriğinden.

Dikkatli okuyucunun gözünden kaçmamıştır. Yayınlanan yazıda aynen şu ifade var:

'' ..Cesedin başında sabaha kadar oturup ağlamışlar. Olayın şokundan aylarca eve kapanıp yas tutmuşlar. BEN DE OLAYIN ŞOKU ALTINDA KALDIM. ÜÇ AY YAS TUTTUM. NEBİL BENİ DE YETİŞTİRMİŞTİ... ''

Sanırım bu tümce, İbrahim'in dikkatinden kaçmış..

Çünkü böyle bir söz, Mihrac'a ait olamaz... Kaldı ki o dönemin tanığı olan herkes Mihrac'ın Nebil tarafından yetiştirilmiş olmadığını bilir.. Yani gerçek olan, bu ifadenin tam tersidir.

İbrahim'e önerim; yayınlayacağı belgeleri daha dikkatli okumasıdır.

19 Şub 2011

NEBİL'İ KULLANMAK

222. DOSYA

NEBİL’İ KULLANMAK


Mehmet Yavuz
19 Şubat 2011





Giriş yerine
Mihrac Ural’ın notu (19 Şubat 2011),



Mehmet Yavuz yine ince sorular sormuş. Nebil Rahuma yoldaşı kullanmak isteyen ahlaksızlara sert tokat vurmuş. Nebil’i ikiyüzlü bir ahlaksız haline getirmek isteyen MİT ajanına gerekli dersi vermiş. Bu dosya bu konuyla ilgilidir.

Bir yalancının çehresini ortaya sermiş. Ama ben bu sorular yerine “Sırat Köprüsü Sorusu” sorulmalıdır diyorum. Bu soru yeter de artar…

Nebil yoldaş mevzusuna girmeme hiç gerek yok. Bu konuya belgeleriyle ortaya koyduk: Nebil bizim yoldaşımız, bizim bir parçamız bu köpeklerle uzak yakın bir ilişiği de yoktur. Devrimci olduğu günden şehit olana kadar benim ekibimin bir militanıydı. İlişkimiz firari koşullarda kopuk olduğu zamanda gerçek bundan ibarettir. MİT ajanı bunu karartmak için yaptığı hokkabazlıklar ise sadece komiktir.

MİT ajanı İbrahim Yalçın’ı artık herkes biliyor, yalancılığıyla, düşkünlüğüyle, ahlaksızlığıyla MİT ajanı Şahin kod adıyla. Bilmeyen yok. Çünkü ispat kendi el yazısıyla  bir itiraf olarak belgeli bir şekilde kondu ve bu bitti: Ama ben ötesi var diyorum….

Bunu da yine belge ve kanıta dayandırarak dile getiriyorum. Mehmet Yavuz, sorularıyla bu çirkin şebekeyi yerden yere vurup durdu. Bu yazısında da ağır bir şamar vurdu. Ama ben ötesi var diyorum. Israrlıyım, aylardır soruyorum cevap vermiyor, sorumu görmemek için parmağının arkasına gizlenip duruyor. İçi dışı zıngır zıngır titriyor.

 Bu nedenle soruyu ortaklarına sordum. Şerefleri varsa cevap verme cesareti gösterirler. Hayvan değil de insan iseler, sorumu cevaplarlar en azından yorumlarlar.

İddiayla söylüyorum MİT ajanı İbrahim yalçın soruma cevap veremez, ortakları da veremez, Zira tümü aynı potada ne pislik içinde oldukları anlaşılacaktır.

MİT ajanı İbrahim Yalçın, bu örgüt tarihinde gelmiş geçmiş en yalancı bir ahlaksız oyuncudur. Utanmazlıkta akıl almaz bir pervasızdır.  Bu konuda bizim bir şey söylememize gerek kalmadan kendi el yazılı itirafnamesinde kendini açıkça nasıl tanımlamışsa ona öyle hitap ettik. Kendimizden hiçbir şey katmadan.

Ancak bununda ötesi var dedik. İşte belge işte kanıt diye sorumuzu sorduk. Bu ahlaksızın MİT ajanı olduğunu biz iddia etmeden kendisi açıkça dile getiriyor. Kendi el yazısıyla bunu ortaya koyuyoruz.

 İşte el yazılı kanıt;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " (İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)
Şimdi düşünün bir, adam bunları kendi eliyle yazdıktan sonra hangi yüzle başka insanlara karalama yapabilir, bir insan bu kadar ahlaksız, bu kadar suratsız, bu kadar zıvanadan çıkabilir mi?

Üç yıldır örgütümüze karalama yapması, ser verip sır vermeyen insanlara saldırmasının bir görev olduğunu söylemek yanlış mı?

Ancak bunun da ötesi var.

Sırat köprüsü sorusunda yatan bir gerçek var, onun peşinde olacağız her daim ( bu şebekeyi ayıracak vaktim yok, bildiğiniz gibi Mısır devrimi ve ülkemiz üzerin yazdığım dizi yazlarla ilgileniyorum. Bu MİT ajanı, hayatı boyunca ve şu ana kadar, 12 eylül faşist rejimi dahil, devlete karşı tek bir satırlık yazısı olmadığını tekrar hatırlatırım. Siyasi tek bir satır yazısı olmadığını tekrar hatırlatırım. Bu durum, çok ilginç değimli? 35 yıldır tek bir siyasi satırı olmayan, MİT ajanı olduğunu itiraf eden biri devrimcileri saldıracak ve bunu akıl almaz bir yalan pervasızlığıyla sürdürecek. Burası Türkiye burada her şey mümkün…).

Bu MİT ajanı, sorduğum soruya cevap vermemek için fare gibi kaçıp duruyor. Sorumuz basit. basitçe  soru soruyoruz;

İbrahim Yalçın, kendi el yazınla üç ayrı tarih vermişsin üçü de yalan, MİT’le ne zaman ilişkiye girdin? Net tarih ver.

Bu soruyu sormamıza yol açan, tek tokat yemeden kendi el yazısıyla yazdığı itirafnamesidir. Vereceği tarih sadece bizim için değil Türkiye devrimci hareketi için de çok önemli. Bu adam örgütümüzü katılmadan önce de sonra da TKEP’li olduğu zamanda MİT ajanıydı. Bunu devrimci harekete sokuşturan da İtirafçı Engin Erkiner’dir. Şimdi de ikisi ortak olarak devrimcilere saldırmaktadırlar.

Ama vermeye cesaret edemez, Bana göre de cevap veremez: Çünkü bu sorunun cevabı onun boyunda asılacak bir yaftadır.

Sorumuz, her türlü ön yargılardan, hasım iddiası olmaktan arınmış ve tamamıyla kendi el yazılı ifadesine dayalı bir sorudur.

Anılarını anlattığı yalancı pehlivan tefrikalarının 31 ve 32. Bölümünde onu kimin Suriye’ye gönderdiğini neden gizlediğini sormak bile yeterlidir. Bunu anılarından neden silmiş onu bir açıklasın okura.

150. 000 TL alarak örgütü ihbar etmek üzere Suriye’ye gelişinde MİT’in bu ahlaksızdan neler istediğini, kendi el yazılı itirafnamesinde tek tek yazmış. Ama nedense anılarında bundan hiç söz etmiyor. Edemez, çünkü her şeyi ortaya çıkar ortaklarının da çehresi belli olur. Bir de işine devam eden bir MİT ajanı olarak bu açıklama işine gelmez.

Bu soruyu aynı zamanda, bu adamla ilişkili olan herkese, elini vicdanına koyarak belgeleri, kanıtları okuyup bir düşünce ve karar varsın diyoruz.

179. DOSYA’da bu konuya çok kısa ve net şu şekilde ortaya koydum.


“MİT’le NE ZAMAN BAĞLANTI KURDU
Üç tarih veriyor.
El yazılı belgesinin ilk cümlesinde “20 Ekim 1986 tarihinde” yakalandım diyor.
 MİT’le bu tarihten itibaren ilişkiye geçtiğini söylemeye çalışıyor. Bu tarih 1. Kongremizin hemen öncesi (1 ay öncesi) bir tarih. Yani, ilişkiye geçmesinin hemen ardından, gelip örgüte “açıklama yaptım” demek istiyor. 
Birinci tarih; 20 Ekim 1986
Ancak el yazması itirafnamesinin 7. sayfasında, 20 Ekim 86’dan öncede de MİT’le ilişkide olduğunu ifade ediyor.
Ben ADANA’ya MİT’e döndüğüm de Sarı’yı gördüğümü beni kongreye götürmek için geldiğini. 13 ve 16 Ekim’de ANTAKYA PTT’si önünde saat 14.00de buluşacağımızı bildirdim” (İbrahim Yalçın İtirafnamesi s:7) Diyor.
İkinci tarih: 13-16 Ekim 1986.
Satılmış adam anlatmaya devam ediyor. Bu anlatım içinde MİT’le birlikte örgüte karşı kurguladığı senaryoları ve alternatiflerini Kipti şecaatiyle arz ediyor. Sonuçta meşhur cümlesini söylüyor:
Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " (İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)
Üçüncü Tarih: 28 Ağustos 1986.
Bu tarihlere bakınca “20 Ekim 86 tarihinde” yakalandığı iddiasının yalan olduğu ortaya çıkıyor. 28 Ağustosta 86’da para alıp geldiğine göre (15 gün kaldığı ilk gelişi) bu ilişki daha eskilere dayanıyor olmalı. Ancak bunu örgüte açıklamıyor.
MİT görevlisi olarak ilk gelişini yaptığında her şeyi örgütten gizleyip, bilgi toplayarak dönüyor. “Üzerimde yakalandı” dediği bilgileri eliyle MİT’e verip karşılığında ne almışsa alıyor.
İkinci gelişi 20 Ekim 86 tarihinden sonra gerçekleşiyor. Bu kez daha kapsamlı bir görevle dönüyor. Kendinden emin görevini yapabileceği umuduyla Kongre’nin yapılacağı merkezi alana geliyor..
Satılmış adam oyuna devam edecekti. Ama beklemediği bir gerçekle yüz yüze kaldı. İstanbul MİT’i kanalıyla Adana MİT’nin organize ettiği Süleyman Uğur adlı ajan, örgüt tarafından yakalanmış, sorgusu yapılmıştı. Adana ve Antep MİT’inden gelen Aydın Ocak adlı MİT ajanı da tam bu arada yakalanmıştı. İbrahim Yalçın bunu öğrenince diz bağları çözülmeye başladı. İlmik boynuna girecek bu açıktı.
Süleyman Uğur (Cengiz) ifadesinde ısrarla, “birileri daha var” diyordu. “Bana ilişki vereceklerdi ama güvenmediler bunun için Kongreye gelen diğer ajanların kim olduğunu bilemedim”.  diye ısrarla tekrarla söylüyordu. İbrahim Yalçın bu ifadelerin kendisini kapsadığını hissetmişti. Sonrası çorap söküğü gibi geldi.
Bu oyunu uzun süre sürdüremeyeceğini anlayınca itiraflarına başladı.
Önce ifadesini sözlü vermek istedi. Bunu ret ettik. Her şey yazılı olacaktı. Nitekim 12 sayfalık el yazısı itirafname böylece yazıldı.
Bu durum Mit ajanının örgüte ilk girdiği andan itibaren görevli olduğuna ilişkin bulgularla kesişiyordu. 1979 yakalanmalarında aldığı rol ise bu günlerde daha belirgin hale geliyordu.
İstanbul örgüt birimini çökerten İtirafçı Engin Erikener’in 19 Ağustos 1977 yakalanmalarında sanık gibi tutuklanan MİT ajanı, akıl almaz bir biçimde 1979 Aralık ayında tahliye oluyor. Bu tahliyenin ardından örgüt bir kez daha darbe alıyor. Günay Karaca’nın da aralarında olduğu 1979 Aralık yakalanmaları öyle başlıyor. MİT ajanı İbrahim yine devredeydi.
Bu verilerden sonra, bu kişinin MİT’ten ne kadar para aldığı, ne yediği ne içtiği, karısını göz ameliyatı için MİT’e neden peşkeş çektiği, “sorumlum” diye tanıttığı Adana MİT’inden “Ufuk” adlı kişi ya da İbrahim Şahin’e atfen, “Şahin” kod adını almasının bir önemi yoktu.
O bir MİT ajanıdır.
Bu satılmış adamın özeline ilişkin hiçbir ayrıntı beni ilgilendirmiyor…
1989 yılında da devrimci kamuoyuna kapsamlı bir dosyayla gereken açıklamayı yaparak o gün bu kişiyi üryan hale getirdik. Bu gün itirafçının oluşturmaya çalıştığı örtü ise bu ikilinin ortak işlerine ait refleksten başka bir şey değildir.
Bu kadarı benim devrimci algılarım ve normlarım için yeterlidir.
Bu satılmış adam ne yazarsa yazsın, mutlak olarak yalan yazacaktır.
Buna ihtiyacı var. Kendine benzer arayacak sırtındaki kamburu hafifletmek isteyecektir.
Ama hepsi boş…
O bir MİT ajanıdır…
Görevine de devam etmektedir…” (179. DOSYA  http://acilciler-thkpc.blogspot.com/ )

Şimdi Mehmet Yavuz’un yazısını birlikte okuyalım.



NEBİL’İ KULLANMAK



Nebil üzerinden siyaset yürütenleri izlerken kahroluyorum.

Kin gütme siyaseti nedeniyle yapılan iddialar öyle bir noktaya varıyor ki; tanımayanlar için Nebil hakkında onlarca soru işareti doğuruyor..

Nebil, kahraman mı ?

Nebil, yalancı mı ?

Nebil, ikiyüzlü mü ?

İbrahim Yalçın'ın anılarında okuyoruz; cezaevinde aylarca birlikte yattıkları Nebil, ne kendisine ne de başka bir koğuş arkadaşına nasıl yakalandığına dair en ufak bir bilgi vermiyor..

Neden ?

İbrahim'in kendisi cezaevi anılarında ilk olarak nasıl yakalandıkları hususunu konuştuklarını yazıyor.. Ama bu konuda Nebil, kendilerine hiç bir şey söylemiyor..

Yahut da söylüyor da; işlerine gelmediği için ifade etmiyorlar..

Bilemiyoruz..

Yine İbrahim'in iddiasına göre; Filistin dönüşünde İstanbul'da buluştukları Nebil, kendisine Mihrac'a güvenilmemesi gerektiğini söyleyip bir de kaset veriyor... Ama neden güvenilmemesi gerektiğini hiç söylemiyor..

Halbuki kelle koltukta gezen bir militanın, mücadeledeki yoldaşlarını böylesi hayati bir durumdan haberdar etmesi, onları uyarması geremez mi ?

Aksi halde; olacakların sorumluluğu altında kalacağını bilmez mi ?

Güvensizlik nedenlerini bir kaç sözle arkadaşlarına anlatmak yerine Nebil, hangi müsait ortamdaysa hiç üşenmeyip bir teyp ve kaset bularak eleştirilerini sesli olarak göndermek istiyor...

Kime ?

Mihrac'a..

Yani kendisini yakalatığını(?) bildiği kişiye..

Bu da ilginç..

İbrahim'in iddiasına göre; Ali Çakmaklı olayından sonra İstanbul'da yine Nebil ile buluşuyorlar.. Bu buluşmada Nebil'in kendisine;

'' Adana’daki arkadaşları zor zaptediyoruz, Ali’ye karşılık Mihrac’ı cezalandıracagız ’’

dediğini iddia ediyor.

Yahu nasıl bir durum bu ?

Anlattığınız bu Nebil, ne kadar gafil ?

Bir yandan Mihrac'ın güvenilmez olduğunu söylüyor, hatta kendisini ihbar (?) eden olduğunu biliyor ama her nedense onun cezalandırılmasına engel olmak için de arkadaşlarını zor zaptediyor..

Vay, vay, vayyy..!

Behey İbrahim; madem bu kadar zekisin, bir kez olsun Nebil'e bu çelişkisinin nedenini sormadın mı ?

Nebil'e; hem Mihrac'a güvenilmez diyorsun, hem de onu esirgemeye çalışıyorsun demek aklına gelmedi mi hiç ?

Sen kendini uyanık, herkesi aptal mı sanırsın ?

Ya da şöyle sorayım:

Behey rezil; sen Nebil'i gafil, iki yüzlü mü sanırsın ?

Kabak tadı veren bu palavralardan vaz geç artık..

Temcit pilavı oldu, papaz yemiyor..



13 Şub 2011

ACİLCİLER BASIN DUYURUSU No:26 - 2011 MISIR DEVRİMİ ÜZERİNE

 THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması      
11 Şubat 2011 / No: 26

MISIR ARAP HALKININ DEVRİMİ
DEMOKRASİ VE ÖZGÜRLÜK İÇİN
YOLA ÇIKAN HALKLARIN YOL HARİTASIDIR.

Mısır halkı tarihinin derinliklerinde yatan uygarlığın gücüyle, güç uygarlıklarını yenilgiye uğrattı. 40 yıllık diktatörlüğü barışçıl bir şekilde, kitlelerin haklı talepleri ve gücüyle tarihe gömdü.
Bilindiği gibi, Mısır tarihi Firavunların mezarlarıyla dolu. Bir sonuncusu da aynı mezarlığa gönderildi. Hüsnü Mübarek diktatörlüğü yıkıldı.
Mısır Arap halkı, bölgenin kaderinde onarılması güç hataların, dış güçlere kuklalığın, bölgemizdeki her kirli komplonun kaynaklarından biri olan bir diktatörlüğü yıktı; İsrail siyonizminin temel destekleyicisi,  Amerika ve şürekaları batı emperyalizminin bölgedeki ileri karakolu, Arap gericiliğin en büyük güvencesi olan bu diktatörlük artık sona ermiş oldu. Bu adım Mısır için olduğu kadar, bölge halkları için ve dünyanın tüm mazlum halkları için bir yol haritası olarak tarihe geçti. Ölümü göze alan 150 gençle 25 Ocak 2011 tarihinde başlayan ayaklanmanın arkasında milyonlar milyonlara eklenerek durdu. Mısır halkı 18 gün kararlıca, ısrarla hedefine varmak için meydanlara indi, gece demedi gündüz demedi, tekrarla insan dalgaları halinde demokrasi ve özgürlük talebi için direndi. 11 Şubat 2011’de Diktatör istifa etmesiyle devrim birinci raundu kazanmış oldu.
20 Mart 2003 tarihi itibariyle Irak’a saldıran Amerika, bölgemizi arka bahçesi haline getirecek Büyük Orta-doğu Projesiyle (BOP), dünyanın da düzenini yeniden dizayn edeceğine inanıyordu. Soğuk savaşın bitimiyle birlikte başlayan bu projenin mimarı olan "karanlıkların prensleri" ve yeni muhafazakarlar İsrail siyonizminin de çıkarlarını koruyan 1000 yıllık bir imparatorluk hayalindeydi. Bu pervasızlık kendinden başka herkesi köle gören algı, pervasızlığıyla ölümden başka bir şey üretmeyen çılgınca saldırılarıyla bir ölüm ve yıkım dayatmasıydı. Roma bir kez daha, Amerika olarak doğdu diye insanlığı aldatmak isteyenlerin karşısında halkların direnmekten başka yolu yoktu.
Ancak bu girişimler, arkalarında yeryüzünün tüm askeri aparatı ve lojistik desteğini almalarına karşın, vatanlarında bin yılların yerleşikliğiyle yaşayan halkları yenilgiye uğratamıyordu. Bu emperyalist girişimler, tarihler boyu bölgemizi tehdit ede durmuştur; Roma, Bizans, Haçlılar, Moğollar ve Osmanlılar bu amaçla bölgemizi istila etmişti. I. Dünya paylaşım savaşıyla İngilizler ve Fransızlar da aynı amaçla bölgemizi istila etti. II. Dünya savaşıyla birlikte Amerika, batılı emperyalist müttefikleriyle aynı kirli amaçlar için bölgemizi kanlı süreçlere yöneltmişti. Hala devam da ediyor. Ancak bunların hiç biri, kanlı denklemlerle örülü girişimlerini başarıya ulaştıramamıştı. Kalıcı olamamıştı. Bu amaçla, ileri sürdükleri yerli işbirlikçiler, kuklalar, beşinci kollar da iflas etmişti. Mısırın baltacıları, kendi halkına çok çektirmesine rağmen egemenlikleri uzun sürmemişti. Dönüp tarihe baktığımızda,  bunların hiçbir artık bölgemizde rahat at koşturma durumunda değildir. Tarihe karışanların ise, izi bile kalmadı.
Bu güçler, Irak savaşını tarihin en büyük yalanıyla, Birleşmiş Miletler topluluğunun alnında bir kara leke olarak kalacak kararların örtüsüyle başlattılar. Buna rağmen hezimetle sonuçlanan kaderlerinden kurtulamadılar. Bu sürecin son halkasında, Lübnan’ın direnen güçleri bölge halkı adına kirli amaçları kesin bir mağlubiyete uğratmıştı. Böylece, son nefeslerini Lübnan'da vermiş oldular; 12 Temmuz 2006’da İsrail’in Lübnan’a saldırısı sonun başlangıcı oldu.
Bu kirli savaşta, Lübnan'ı yakıp yıktılar. Yeni dünya düzeni diye bölgemize dayatmak istedikleri Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) İsrail’in aldığı ağır yenilgiyle tarihe gömülmüş oldu. Bu sonuç da bölge tarihindeki tüm değişimlerin başlangıç noktasıdır
Bölgede gerçek değişim, bu başarıyla birlikte başladı. Ardından gelen gelişmeler, bu sürecin halklar lehine bir zaferle kapanacağının mesajlarını taşıyordu. Tunus devrim ve ardından gelen Mısır devrimi işte böylesi bir bütünün halkaları olarak ortaya çıktı. Tarih tesadüflerin tarihi değildi, zalimler hak ettikleri cevabı mazlumlardan alıyordu.
Mısır devrimi bu halkaların en önemlisiydi; tüm insanlığı etkileyecek, bölgemizin kaderini tamamıyla değiştirecek, halklar lehine demokrasi ve özgürlüğü ikama edecek bir devrim oldu.
Bu devrim hepimizin devrimidir. Mısır halkına şükran borçluyuz, hepimize kutlu olsun. Bizlere zulmü karşı sesiz kalınmayacağını, halkın hak ve hukuk talebinin geçerli tek meşruiyet olduğunu gösterdi. Bu bir yol haritasıdır.
Tüm diktatörler, halkların özgürlük ve demokrasi talepleri karşısında kağıttan kaplandır. Mısır devriminin insanlığı 21. Yüz yıl adına armağanı budur.
Mısır devriminin önünde daha birçok engel duruyor. Mısırın uygarlık sembolü halkı tüm engelleri zorlanmadan aşacaktır.
Örgütümüz THKP-C(Acilciler), bölgenin bir devrimci gücü olarak, Mısır halkını tebrik ediyor, şükran duygularını iletiyor.
THKP-C(Acilciler)
11 Şubat 2011 Cuma.






7 Şub 2011

YÜKSEL ERİŞ


YÜKSEL ERİŞ



Mehmet Yavuz
7 Şubat 2011

1975 yılının Kasım ya da Aralık ayıydı. Mustafa Burgaz okul çıkışında yanıma gelip akşam bir toplantıya gideceğimizi söyleyerek bu konuda hiç kimseye bilgi vermememi istedi..

Akşam buluştuk. Eski otogar civarından dağa doğru yürüyerek Dörtayak semtindeki çıkmazların birinde bulunan bir evin kapısını çaldık.. Kapıyı Mihrac açtı. Yıllar sonra o evin, Mihrac’ın amcasının kızına ait olduğunu öğrenmiştim.

Küçük bir odadaydık. Hava soğuktu. Parkalarımızı çıkarmadan küçük bir daire oluşturup yerde oturmuştuk. Odada Mihrac, Kemal Bayram, Erol Bacaksız ve Süreyya olarak tanıtılan Yüksel Eriş vardı.

Yüksel Eriş oldukça sakin bir tipti. Bir minderin üzerine bağdaş kurmuştu. Aşağı sarkık bıyıkları, beyaz sıfatında ön plana çıkıyordu.

Mustafa, Kemal ve Mihrac Antakya’daki devrimci yapı hakkında genel bir değerlendirme yaptılar. Özetle Antakya’da potansiyel bir alt yapı mevcuttu.
Yüksel Eriş, anlatılanları dikkatle dinledikten sonra Türkiye Devriminin Acil Sorunları başlıklı bir broşürü göstererek pasajlar okumaya başladı..

Başka ülkelerdeki devrimci pratik ile 68 kuşağının deneyimlerinden yola çıkılarak Türkiye üzerine görüşler ileri sürülüyordu. Politikleşmiş askeri savaş stratejisinde öncü savaşının gerekliliği ile bunun nasıl yapılacağı üzerinde konuşmalar oldu.
Bu konuşmalar gece yarısına kadar sürdü. Konuşmalardan sonra örgütsel yapı içinde yer alacağımızı ifade ettik.

Yüksel, bu beyanımızdan sonra evvela bir kağıt üzerinde saatli bomba düzeneğinin nasıl yapılacağını sözlü olarak anlattı. Daha sonra çantasından çıkardığı bir pil, kablo, saat ve flaş ampulüyle de uygulamalı olarak gösterdi.

Bunu kafama not etmiş, sonraki günlerde edindiğim malzemelerle ben de tecrübe etmiştim. Deneyim, bizzat yaşanmadan elde edilmiyordu..

Yüksel, toplantı sırasında Güney Bölgesinden sorumlu olduğunu, bu nedenle sık sık geleceğini söylemişti ama bir daha gelmedi. Sonraki toplantıya gelen Rıza Salman’dan O’nun başka bölgeye sorumlu yapıldığını öğrendik..

Bu toplantının üzerinden çok geçmeden Ocak 1976 sonlarında Malatya olayı oldu. Gece haberlerinde, Malatya’da kimlik sorulan üç kişinin açtığı ateş sonucu bir bekçi ile polisin öldüğü, teröristlerin kaçtığı bilgisi verildi… Bu olay basında oldukça geniş yer aldı. Olayı biz de yakından takip ediyorduk.

Sanırım üç gün sonra, Beylerderesi mıntıkasında kuşatılan teröristlerin öldürüldüğü haberi verildi. Ölenlerin kimlikleri açıklandı… Bu olayı aramızda konuşurken Mihrac; ölenlerin bizden olduğunu, İlker’lerin bu olay olmasaydı Antakya’ya da geleceklerini söyledi.

Malatya olayı; tuttuğumuz yolun risklerini, en basit hatanın ölümle sonuçlanacağını göstermişti. Yani işin şakaya alınır yanı yoktu..

Günler, aylar akıp geçti. Bölgesel trafik yoğunlaştı. Onlarca kişi geldi gitti ama bizler arada bir Süreyya’yı hatırlayıp neden hiç görünmediğini sorguluyorduk. Bir bilgi alamasak da başka bölgelerde faaliyete devam ettiğini düşünüyorduk.. Acı haberi sonunda aldık. Süreyya, 1977 yılında Trabzon’da ölmüştü.. Bir eylem için hazırlamakta olduğu bomba elinde patlamış, bu patlamada parçalanarak ölmüştü.


Aslında Ocak 1977’de Trabzon’da meydana gelen bu patlamayı gazetelerden okumuş ama Süreyya’nın gerçek ismini bilmediğimiz için haberi atlamıştık. Milliyet’in haberine göre ölenin kimliği Yüksel Eriş’ti. Patlamada kolları kopan diğer iki kişi ise Dev-Genç üyesiydi. Muhtemelen haberi atlamamızın en önemli nedeni de bu örgüt adıydı.

Gazetede haberin eki olarak bir de resim vardı. Patlamada ölen Yüksel Eriş ile yaralanan iki kişinin birlikte olduğu bir resimdi bu. Bu resimden de Süreyya’yı seçememiştik..



Kimileri bugün; Yüksel’in patlamada parçalanmadığını söylüyor.. Bunu bilemem,, Cesedi görmedim. Ben, anlatılanları nakletmiştim. Ayrıca Milliyet gazetesinde de Trabzon Numune Hastanesi yetkililerine dayanarak ‘’Yüksel Eriş’in bir elinin koptuğu, kafasının parçalandığı’’ yazılmıştı.

Yıllar sonra bu olayı düşündüğümde aklıma onlarca soru takıldı. Şakası olmayan bir yolun bu kadar basite alınmış olmasının tedirginliğini hissettim.

Yüksel Eriş; kendi dikkatsizliğinin kurbanı, yoldaşlarının sakat kalmasının da nedeni olmuştu. Muhtemelen Yüksel başka bir bölgeye sorumlu yapılmamış olsaydı bu olayı biz yaşamış olacaktık.

Aklıma takılan en önemli soru ise; patlama sonrasında Süreyya’nın gerçek kimliğinin nasıl ortaya çıktığıydı ? Gazeteler, ölenin gerçek kimliğini elbette emniyetten almışlardı ama emniyet nereden öğrenmişti ?

Yoksa öncü savaşını temel kabul eden bir örgütün Merkez Komite üyesi olan bu kişi, olaylara gerçek kimliğiyle katılacak kadar tedbirsiz miydi ?

Aynı durum Beylerderesi için de geçerliydi…Orada da gerçek kimlikler anında haberlerdeydi..

Bu olaylar; insanların ciddi bir yola amatör bir anlayışla girdiklerini kanıtlıyordu..Dikkatsizlik had safhadaydı..

Önderlerin amatörlüğü ve tedbirsizliği; sadece can almıyor, bütün yapıyı da riske atıyordu..

Yol uzundu.. İnsan, en değerli güçtü..

Ama basit hatalarla, çok değerli olan bu güçler kolayca harcanıyordu..

Bugün, geçmişe ve yazılanlara baktığımda hangi tesadüflerle sağ kaldığımızı çok daha iyi anlıyorum.

Belki de bugün, hayatı bu deneyimlerle daha çok ciddiye alıyorum..