31 May 2010

İSRAİL İNSANLIĞA SALDIRIYOR

İSRAİL İNSANLIĞA SALDIRIYOR

Mihrac Ural
31 Mayıs 2010

İstanbul’dan kalkan Gazze’ye yardım konvoyu, uluslararası sularda 30 Mayıs 2010 gecesi İsrail deniz komandoları tarafından saldırıya uğradı.
İnsani yardım taşıyan gemiye baskın düzenleyen İsrail ordusu, rastgele yaptığı yaylım ateşiyle, onlarca yardımseverin ölümüne ve yaralanmasına yol açtı.  Ölü sayısının 19, yaralıların ise 100 kişiyi aştığı ilk haberlerde, sayının çok daha fazla olduğu tahmin ediliyor.
İnsanlara yardım amaçlı olan bir konvoya yapılan bu saldırı akıl zorlaması bir deliliktir.
Bu saldırı, bir çılgınlık ve insanlığa meydan okumadır.
İsrail’in saldırısı askeri bir cürüm değil, bir insanlık suçudur.
İsrail bu girişimiyle bilenen çirkin Nazi suratını bir kez daha insanlığa meydan okuyarak göstermiştir. Uluslararası suları bile, korsanlık sahası olarak işgal ederek, kanlı bir hüküm altına alma girişimiyle bilinen İsrail, tüm uluslararası hukuk kurallarını çiğnemiştir.
İsrail, bu kez insanlığın tümünü karşısına alma çılgınlığına yönelmiştir.
Terör devleti İsrail’in bu pervasızlığı, kirli tarihi ve kültürüyle yakından ilgilidir.
Tarihsel kültürlerinde tanrıyla savaşan anlamında İsrail adını taşıyan, tarihinin tüm kesitlerinde başına gelen sürgünlerin nedeni ve diasporalarda yerleştiği topraklara gerginlik eken tutumlarıyla ağır bedeller ödeyerek bu güne gelen Siyonist akıl, kendini ve halkını çılgın tehlikelere atmaya devam etmektedir. Tarihte, Yahudilerin başına gelen olumsuzlukların da nedeni bu akıldır. Bu akıl, bölgemizdeki olumlu komşuluk ilişkilerinin gelişmesi karşısında gerginlik içinde, saldırgan reflekslerle dehşet saçmaya yöneliyor.
Bölgemizde büyük değişimler yaşanırken Siyonist akıl yalnızlaştıkça, artan saldırganlığı, bölge halklarının kardeşlik ilişkilerini tehlikeli dönemeçlere yöneltiyor. Oysa bölgemizde değişen güçler dengesi, barış ortamını, halkların kardeşliğini daha da pekiştirme potansiyeli taşıyor.
İsrail bu gelişmeleri kendine yönelik bir tehlike saymakta ve gergin bir duruş sergilemektedir. Bölgeye sonradan yerleştirilmiş bir yama olan, Avrupa’nın Yahudilere II. Dünya savaşında çektirdiklerinin bir kefareti olarak Filistin toprakları üzerinde işgalci bir güç olarak oturtulan İsrail devleti, kendini hiçbir zaman bölge barışının bir parçası olarak saymamıştır. O, bölgedeki varlığını her zaman bir savaş durumu ve savaş süreci olarak algılamıştır. Bu nedenle, hiçbir İsrail hükümeti dış politikasını barışı esas alan, bölge halklarıyla sürekli barışı kazanma üzerine kuramamıştır. Her ilişkiyi askeri güç ve güvenlik çerçevesinde ele almış, bunun için, daha çok toprak işgali, daha çok askeri üstünlük üzerinden sağlanan geçici ikili anlaşmalara yönelmiştir. Bu nedenle de yaptığı hiç bir anlaşma kalıcı olmamış, anlaşmalarının her bendi için yeni anlaşma gereği ortaya çıkmıştır. İsrail BM kararlarını ihlal eden pervasızlığıyla, kimi kararsız Arap ülkeleriyle giriştiği ikili anlaşmalarda hiçbir yükümlülüğü yerine getirmemiştir.
İsrail, bu tarih ve konjonktürel algılarla, bölgemizin tüm savaşlarının nedeni ve başlatıcısı olmuştur. Bununla kalmamış, bölgede işlenen suikastların, provokasyonların da organizatörü olarak yer almıştır. Öyle ki, provokasyonlarında kendi halkına karşı roket saldırısı yaparak ya da 1982 Lübnan’ı işgal eden savaşta olduğu gibi Londra büyükelçisini katlederek çılgınlık göstermekten çekinmemiştir.
Nükleer silahlarıyla birlikte İsrail’in yarattığı tehlike, sadece bölgemizin değil, dünyanın da barışını tehdit eden insanlığa karşı bir duruş olarak belirmektedir.
İsrail devleti bir terör devletidir, İsrail devleti bir Nazi devletidir, tarihi boyunca insanlık suçu işleyen bir devlettir diyerek yıllardır yazıyoruz. Siyonist Nazilerin kanlı girişimlerini açığa vuruyoruz. İsrail’in bir başka açıdan sadece insanlığa değil, aynı zamanda kendi halkına, Yahudilere karşı anti-semitik bir duruş sergilediğinden söz etmek yanlış değildir.
Bu devlet, kendi halkına karşı tehlikeli bir devlettir. Bu devlet, Yahudilerin bu topraklarda bin yıllardır süren barışını, ebedi tehlikelere ve düşmanlıklara dönüştürmekte olan bir devlettir. İşgalci bir güç olarak yerleştirilen bu devletin, bölgemizin nesnel yapısıyla çatışma içinde sürdürdüğü yaşamını devam ettirmesi mümkün değildir.
Terörist İsrail devletinin bu mantıkla, kendi halkı Yahudilere karşı da gösterdiği duruşla, bölgemizde uzun süre yaşama şansı olduğunu söylemek çok güçtür. Bu tespit verilerin terörist İsrail devletine ilişkin kanaatlerin tespitidir; Yahudi halkının da kurtuluşu algısını içermektedir.
Bilinmeli ki, anti-semitik duruşlar ne kadar ırkçı ise Siyonist İsrail’in duruşu o kadar Nazi’dir, o kadar insanlık dışıdır.
Yahudi halkı, başlarına çöreklenen bu ırkçı devletin kefaretini ödeme tehlikesiyle karşı karşıya düşmüş bulunmaktadır. Terörist İsrail devleti, insanlık düşmanı konumuyla bölgenin, dünyanın ve tüm insanlığın tepkisi altında tarihe karışmakla yüz yüze kalmaktadır.
Siyonist İsrail devleti, masum insanlara, yardımdan başka bir amacı ve hedefi olmayan insanlara saldırmakla aşılması mümkün olmayan insani sınırları da aşmıştır. Bundan sonrası insanlığın bu vahşet karşısındaki kararlı duruşuna aittir.
Bu vahşetiyle insanlığı yeneceğini sanan İsrail terörü, insanlığın haklı tepkisiyle yüz yüze kalacaktır.
Bundan sonrası, insanlığın söyleyeceği söze kalmıştır. Bu söz, her ne kadar İsrail’in koruyucusu emperyalist güçlerin sulandırmalarına maruz kalsa da yardım konvoyuna yapılan baskın İsrail’i sonuna kadar takip edecektir.
Yardım konvoyları bundan sonra artan bir yoğunlukla ve ne pahasına olursa olsun Filistin’e ulaşma mücadelesi verecektir. İsrail insanlığı katlettikçe, yardım konvoyları da insanlığı kurtarmak için yoluna devam edecektir.
Irkçılıkta, Nazileri aşan, nükleer silahlarla bölge ve dünya barışını tehdit eden, en masum ve en barışçıl talebe ağır silahlarla ölüm kusan, uzak-yakın komşularının tümüyle savaş halinde olan Siyonist İsrail devleti, insanlıkla savaş halindedir. Siyonist İsrail devleti, insanlıkla savaşında ağır bir yenilgi almaya mahkumdur.

26 May 2010

26 MAYIS 2010 GENEL GERVDE OMUZ OMUZA


26 Mayıs 2010 genel grev etkinlikleri kapsamında Antakya

Kadim Roma kenti Antakya, demokrasi mücadelesinin, hak ve hukuk direnişinin, emekçilerin, halklarımızın talepleri yanında duran bir başkent. 26 Mayıs 2010 tarihi itibariyle bu gün,  alınan genel grev kararına katılımıyla, coşkusuyla, her zaman biz buradayız diye haykırdı. Bu şehrin onurlu insanları, gelenekleriyle, direnişi ve mücadelesiyle genel grev çağrılarına gönüllü atılımla yerini aldı. Örnek oldu, örnek mesajlar iletti.

24 May 2010

CHP
SÖZÜN BİTTİĞİ YERDEDİR…

Mihrac Ural
23 Mayıs 2010
Cumhuriyet Halk Partisinin siyasal seyri, bu güne gelirken, devletçilikten ırkçı faşizanlığa, tek particilikten çoğulculukta darbe destekçiliğine, darbelere katılmaya ve hiçbir zaman ilkelerine bağlı olmadığı “sosyal demokratlığa” kadar renkten renge girip çıkmış bir siyasal sürecin adıdır.  CHP, En eski parti olmasına, kurumlaşmışlığına, oturmuş gibi görünmesine karşın hiçbir zaman istikrarlı bir parti olmamıştır. CHP, gergin dengelerin partisidir; dün gibi, bu gün de aynıyla süren kararsızlık içindedir
CHP’nin handikabı çok etnik yapılı topraklar üzerinde, tek etnik yapılı bir siyasal oluşuma önderlik etmesiyle başlar. Cumhuriyet kurulurken, oluşumunun mozaik dokusuyla, heterojen yapısıyla CHP, bu özelliğini zaman içinde, iç ve dış etkenlerin itimiyle milliyetçiliğe terk etmiştir. Burada da kalmamış ırkçılığa yönelerek üzerinde hüküm sürdüğü toprakların doğasıyla çatışmaya düşmüştür.
 CHP, farklılıkları ötekileştiren yönelimleriyle Cumhuriyetteki Osmanlıyı temsil etmiştir; laiklik, cumhuriyet ve devrimleri iddiası ise patrik değeri olmayan bir elit ütopyası olarak kalmıştır. Lozan anlaşmasını Kabe diye kutsamış ama bu anlaşmanın azınlıklarla ilgili haklarını rafa kaldırmıştır. Anlaşmalarda hak verdiğini yok etmiş, vermediklerini ise köleleştirmiştir; Ermeniler, Süryaniler, Rumlar yok olmuş, Kürtler ise yüzyılların bitmeyen acılarına maruz kalmıştır. Tamamlanmamış uluslaşma sürecini, başka ulusların esareti ve kıyımı pahasına sürdürülmesi bunun en belirgini tecellisidir; Hititler, Sümerler, Güneş dilinin ırkından sayılmıştır.
CHP tarihi boyunca yaşadığı gel-gitler, ısrarla sürdürmek istediği statülerin sonucudur. Birbirini besleyen ve birbirinin nedeni haline gelen bu eğilim, yapısı itibariyle sol değildir. Bu yapının başına çok iyi niyetle gelmek hiçbir soruna çözüm değildir. Bu yapının yönetiminde ciddi değişimler bile, ülkemizin ihtiyaç duyduğu demokratik süreçler, sosyal demokrat siyasi tercihler için yeterli olamaz. Kılaçdaroğlu’nun arkasına aldığı hava, yelkensiz teknede, artan bir yalpadan ibarettir.
 CHP, sırtından atmakla yükümlü olduğu bir tarihe sahiptir. Bunun için kendi tarihiyle cesurca yüzleşmesi gerekmektedir. Zira bu tarih, bu günde devlet eliyle, kim iktidar olsa sürdürmekte beis görmediği, kendi hükmü altındaki vatandaşlara zulüm yağdıran bir tarihtir, komşuluk ilişkilerine zarar veren bir tarihtir. Bu tarih, tarihte kalmayan akılla, bu gün de iktidar talibi olarak ya da iktidar olarak anti-demokratik dayatmaların yürütücü organıdır.
Yapısal değişimlerin fiili sonuçları olmaksızın, diktatörlükten faşizanlığa, oradan modern faşizme uzanan CHP’nin siyasal tarihini sosyal demokrasiye çevirmenin mümkünü yoktur. Ülkemizin demokrasi ve özgürlükleri için CHP’de bu çabaların mutlaka sonuçlanması gereklidir. Bu ülkemizin de yararınadır.
***

CHP, 22 Mayıs 2010 tarihi itibariyle 33. Olağan kurultayını yaptı. Baykal’ı istifaya götüren sürecin ardından bağlanan kurultayda 1189 oyla Kemal Kılçdaroğlu’nu başkanlığa getirildi.
CHP, Osmanlıdan farklı bir planla kurulduğu iddiasında olan Cumhuriyetin partisidir. Ancak bu farkı  ne nesnel açıdan ne de öznel açıdan ikame edemeyen bir partidir. CHP’nin kurucu iradesi, CHP’yi kuşatan dünya ve ülke verileriyle doğru ilişki içinde siyasal bir süreç izleme konumunda olmayan kadroların esiri olarak siyasal yaşama atıldı. İlerleyen zaman bu gerçeği tüm çıplaklığıyla dayattı, gerçek anlamda farklı bir planını partisi haline gelemedi.
Osmanlı yıkılmıştı. Cumhuriyet “kendi üreten kendi tüketen”, “yurtta sulh cihanda sulh” diye yola koyulan bir siyasal yönelimle ortaya çıkmıştı; CHP bu farklı planın siyasal örgütüydü (9 Eylül 1923).   Ancak bu yeni kurum ve kuruluş, eskinin verileri üzerinde şekilleniyordu. Osmanlının son döneminde zuhur eden onlarca siyasal parti ve grubun ve daha çok İttihat ve terakki, Hürriyet ve itilaf partilerinin temel kadroları üzerinde yükselmiştir.
Bu partiler, Osmanlıdan 20. Yy çıkışta, farklılıklarına rağmen Osmanlı aklı diye tanımlayabileceğimiz bir akıl sistemi mahkumlarıydı; üretmeyin, başkasının emek ürünü servetlerini gasp etmek için her türden talan ve barbarlık yöntemiyle yürüyen, elde olanı tutmak için entrikanın en Bizans yöntemine kendini endekslemiş bir akıl topluluğuydu.
Cumhuriyet bu aklın eseri ve esiriydi. Osmanlı tarihe karışırken bu kadrolar bu akıllarıyla, koşullar elverse Pan-İslamizm yapacaktı. Olmadı, Turancılığa yöneldiler, altın elma peşine düştüler. Olmadı, Alman’a, olmadı Rus’a, olmadı önüne gelene yamanarak tutunmaya çalıştılar. Bu gün çekilen sancılar ve ülkemizin kaosları, bu aklın esiri olduğu, değiştiremediği dengesiz sosyal-siyasal yapılanmanın ürünüdür.
Cumhuriyet Halk Partisi’nin tarih serüvenine dikkatlice bakınca bu ilkesizliğin farkına varmak zor değil. Farklı bir açıdan bakınca, CHP önderliğinde uluslaşma sürecinin tamamlanması adına yürütülen zorlama duruşları anlamak mümkündür. Bu zorunluluğun Anadolu’yu anavatan haline getirme eğilimlerini, hatta Hittiler-Sümerlerin Türklüğünü bile anlamak zor değildir. Güneş dil teorisini ve ardından gelen akıl zorlamalarını bir yere oturtmak da mümkün.  Ancak tarihi, hareket halindeki geçmiş ya da tarihçinin ürettiği bir uydurma saymayacaksak, geçmişi bu gün aşmanın yolunu da bulmak güç değildir; o da, tarihle cesurca yüzleşmektir.
CHP’nin tarihi bu açıdan, önümüzde aşılması gereken bir engel olarak durmaktadır.
Cumhuriyet Halk Partisinin siyasal seyri, bu güne gelirken, devletçilikten ırkçı faşizanlığa, tek particilikten çoğulculukta darbe destekçiliğine, darbelere katılmaya ve hiçbir zaman ilkelerine bağlı olmadığı “sosyal demokratlığa” kadar renkten renge girip çıkmış bir siyasal sürecin adıdır.  CHP, En eski parti olmasına, kurumlaşmışlığına, oturmuş gibi görünmesine karşın hiçbir zaman istikrarlı bir parti olmamıştır. CHP, gergin dengelerin partisidir; dün gibi, bu gün de aynıyla süren kararsızlık içindedir
CHP’nin handikabı çok etnik yapılı topraklar üzerinde, tek etnik yapılı bir siyasal oluşuma önderlik etmesiyle başlar. Cumhuriyet kurulurken, oluşumunun mozaik dokusuyla, heterojen yapısıyla CHP, bu özelliğini zaman içinde, iç ve dış etkenlerin itimiyle milliyetçiliğe terk etmiştir. Burada da kalmamış ırkçılığa yönelerek üzerinde hüküm sürdüğü toprakların doğasıyla çatışmaya düşmüştür.
 CHP, farklılıkları ötekileştiren yönelimleriyle Cumhuriyetteki Osmanlıyı temsil etmiştir; laiklik, cumhuriyet ve devrimleri iddiası ise patrik değeri olmayan bir elit ütopyası olarak kalmıştır. Lozan anlaşmasını Kabe diye kutsamış ama bu anlaşmanın azınlıklarla ilgili haklarını rafa kaldırmıştır. Anlaşmalarda hak verdiğini yok etmiş, vermediklerini ise köleleştirmiştir; Ermeniler, Süryaniler, Rumlar yok olmuş, Kürtler ise yüzyılların bitmeyen acılarına maruz kalmıştır. Tamamlanmamış uluslaşma sürecini, başka ulusların esareti ve kıyımı pahasına sürdürülmesi bunun en belirgini tecellisidir; Hititler, Sümerler, Güneş dilinin ırkından sayılmıştır.
CHP hiçbir zaman belli bir ilke doğrultusunda ne siyasal ne de ekonomik bir yönelim içinde olmuştur. Bu duruş cumhuriyeti kuran kadroların hükümranlık alanlarındaki tedirginlikleriyle de yakından ilgilidir; bir imparatorluk bakiyesi topraklarda farklı etnik yapılar üzerinde hüküm sürmenin hırsız tedirginliği sendromudur.
9 Eylül 1923 - 14 Mayıs 1950 sürecinde CHP’nin izlediği çizgiler, tek partili iktidar yılları olmasına karşın eğrilmeler, kırılmalarla süren bir süreçtir. İçte, geleneksel Osmanlı yöntemiyle ülke içi fetihler sürdürülmüş, dışta ise her etkiye açık olunmuştur.
İç fetihlerin muhatabı farklılıklardı; Kürtler (şeyh Sait, Dersim), Araplar (Hatay ilhakı),  Kilikya Ermenileri, Süryaniler, Rumlar, Kıbrıs (1974) ve hala sürmekte olan Kürt özgürlüğünün bastırılması (1984’ten beri),  askeri darbelerde etkin rol CHP’nin “sosyal demokrat” olduğu aldatmacasına  tartışmasız örneklerdir.
Dış etkiler ise, Amerika’dan 1929 krizi, Avrupa’dan faşizm-Nazizm etkileri cumhuriyetin partisini şekilden şekle sokuyordu. II. Dünya savaşı ardından gelişen liberalizme de ayak uydurma çabasında olan CHP, tek parti iktidarının sona ermesiyle açılan kanaldan, liberallerin Komünizmle Mücadele, yeşil kuşak, NATO, Bağdat Paktı, CENTO gibi komşuluk ilişkileri ve dünya kamuoyuna karşı girişilen her olumsuzlukta yer alışın da zemin hazırlayıcısı olarak rol oynamıştır.
CHP’nin, Liberalizme karşı geliştirdiği milliyetçilik ise, bu partinin modern faşist bir parti olmasına kadar ilerlemiştir. Baykal önderliğinde CHP azılı bir milliyetçi çizgi izleyerek kendi iç demokrasisini ve ülkeye sunduğu modelle halka karşı duruşunu, faşizan bir tutum olarak şekillendirmiştir. Bu satırların yazarı 1979 ve 2010 da yazdığı makalelerde bu vurguyu dile getirmiş “CHP, Modern faşist bir partidir” diye yorum yapmıştır.
Anadolu’nun çok uluslu ve çok inançlı yapısına CHP’nin Baykal’la getirmek istediği örtü, Türk üst kimliğinde, anayasal vatandaşlık temelinde bir örtüdür. Bu örtü her tarafı yamalı bir bohçaydı örtü olmaktan çok elek gibiydi. Tarihi geçmiş, tutunamaması mümkün olmayan acze düşmüş bir çabaydı. AKP’nin din çimentosuyla aynı şeyi tekrar etmesi bizlere “demokratik açılım”ın neden tıkandığını da anlatmaya yeterlidir. Her iki anlayış, son tahlilde özgürlük mücadelesine karşı bir milliyetçi refleks olarak belirmiştir. Bu ise, ülkenin yüksek siyasetini, sokakların dengesiz kararlarına endekslemekti.
CHP, seçim barajının altına düşerek halkın sert uyarısını almış bir partidir. Bu çöküşten çıkış için CHP’nin bulduğu yol, aşırı milliyetçiliğin taklidi, gerici simge ve söylemlere sarılmaktı.
Böylesine statücü, böylesine ilkel bir siyasal tarihin içinden çıkıp gelmiş haliyle CHP, Kılıçdaroğlu’nun liderliğinde, kendini tekrar etmekten kurtulması güç gibi duruyor.  CHP hala, politika üretemeyin, halkın arkasında duracağı bir siyasal yönelim sunamayan parti konumundadır.
Baykal’ın bıraktığı CHP, Kılıçdaroğlu’yla nereye gidebilir sorusu ise tüm iyi niyetlere karşın, CHP gerçeğinin, gergin bir birlik olmaktan çıkmasına yetmeyecektir. 33. Kurultayın, bilinen pazarlıkların ürünü olarak parti yönetim kademelerini seçmesi, medyanın parıltılı sunumlarının aksine CHP’nin malum hastalığında iyileşmenin olmadığına bir işarettir.
Kılıçdaroğlu’nun farklı etnik ve farklı bir inanç kökenli olması, CHP gibi kemikleşmiş bir partide, hazmedilmesi bir içim su kadar kolaydır. Ortak ülkemizin tarihi, bu farklılıklarla gelip tek boyutlu siyasal süreçlerin sayısal bir ayrıntısı olan liderlerle doludur. Türkleşmiş Kürtlerin siyasette cirit attığı bir ülkede CHP başkanlığına gelmek, özgürlük ve demokrasi çabasına katkı olmaz. Bu tür teferruatlara esir olmuş siyasi eğilimlerin kaderi, kendini tekrar etmekten ileriye gidemez.
CHP tarihi boyunca yaşadığı gel-gitler, ısrarla sürdürmek istediği statülerin sonucudur. Birbirini besleyen ve birbirinin nedeni haline gelen bu eğilim, yapısı itibariyle sol değildir. Bu yapının başına çok iyi niyetle gelmek hiçbir soruna çözüm değildir. Bu yapının yönetiminde ciddi değişimler bile, ülkemizin ihtiyaç duyduğu demokratik süreçler, sosyal demokrat siyasi tercihler için yeterli olamaz. Kılaçdaroğlu’nun arkasına aldığı hava, yelkensiz teknede, artan bir yalpadan ibarettir.
 CHP, sırtından atmakla yükümlü olduğu bir tarihe sahiptir. Bunun için kendi tarihiyle cesurca yüzleşmesi gerekmektedir. Zira bu tarih, bu günde devlet eliyle, kim iktidar olsa sürdürmekte beis görmediği, kendi hükmü altındaki vatandaşlara zulüm yağdıran bir tarihtir, komşuluk ilişkilerine zarar veren bir tarihtir. Bu tarih, tarihte kalmayan akılla, bu gün de iktidar talibi olarak ya da iktidar olarak anti-demokratik dayatmaların yürütücü organıdır.
CHP, büyük bir dönüşüm yapma ya da bitip tükenmez biçim değişikliklerinin altında ezilmekle yüz yüzedir.  Cumhuriyetin kuruluş planı, İmparatorluk bakiyesi farklılıkların eşitliğini dile getirir. Çoğulculuğu içerir, farklılıkları var sayar ve haklarını korur. Her yönüyle yeterli olmasa da başlangıcın üzerinde yükseleceği bir zemindir. CHP bunu sürdürülmedi. Türkiye mozaiği, Osmanlının farklı etnik dokusunun bir uzantısı olarak CHP’de bir biçimde anlamlı bir yer bulabilirdi, ortak ülke kavramı altında Anadolu mozaiği kendi özgürlük ve demokrasi arayışlarını temsil edebilirdi. CHP bu adımı sonuna kadar götüremedi. Bitmemiş davaların, kapanmamış dosyaların çözümü için Osmanlı aklıyla çalıştı.
Cumhuriyetteki Osmanlı dediğimiz müdahalelerin gadrine uğrayan sorunların yok edilebileceği sanıldı. Bu inkarcılıkla, farklılıkların eşit olduğu bir cumhuriyete ulaşılamadı. Bu CHP’yi de gerçek bir sosyal demokrat parti olma şansından alı koydu.
Sosyo-ekonomik yapısı kadar, etnik ve inanç dokusuyla aksaklıkları olun bir ülkede yaşıyoruz. Bu ülkede farklılıklarımıza tek boyutluluk dayatılmıştır. Aksaklık kuruluşla başlayınca bu güne kadar sürdü. Bu da aksak bir siyasal dokunun yerleşmesiyle sonuçlandı. En liberali bile aşırı milliyetçi olan siyasal örgütler, ortak ülkemizin temsili gerçekliğine cevap vermekten uzak kaldı. CHP,  liberallere karşı, sosyal demokrasinin temel ilkelerine sarılmak yerine, onlarla milliyetçilikte boy ölçüşmenin bir aracı haline geldi.  Baykal’ın milliyetçi çizgisi, tarihte, faşistlerin, Nazilerin “ulusalcı-sosyalist” olarak yola koyulduğunu hatırlatır nitelikler taşıyordu.
Karaoğlanlı CHP, en olumlu süreçlerinde, işgalci ve ilhakçıydı. CHP’nin halkçı söylemleri, ciddi bir sosyal devletin, demokratik siyasal yapının inşası için işe yaramadı. Liberallerin cesaret etmediği çağ dışı her girişim, CHP döneminin faaliyetleri arasında yer alması, sözlerle gerçeklerin farklı olduğuna bir işaretti; Kıbrıs sorununa esir bir ülke böylece yaratıldı. Bu da CHP’yi, demokratik olmanın çok ötelerine itiyordu. Bu gün esen rüzgar bu gerçeği aşacak ne nesnel ne de öznel bir etkinliğe sahiptir.
Baykal’ın istifasıyla, CHP için doğan umutların Doğan medyanın manipülasyonlarına dönüşme riski buradan kaynaklanıyor.
Bu akıl, Kemal Kılıçdaroğlu’nun 33. Kurultay konuşmasında da kendini açıkça gösterdi. Kılıçdaroğlu, ülkemizin en temel sorunu olan, demokratikleşmenin mihenk taşı Kürt sorunundan hiç söz etmemesi, sorunu yok sayması bunun ifadesiydi. Türkleşmiş Kürt tavrı tam tamam budur.  
Ülkemizi ve sorunlarını doğru kavramamış, geçmişten bu güne gelen ilkel akılların esiri olmuş kurum ve yapıların aklıyla siyasette yenilik getirileceği iddiası bir aldatmaca olarak Kılıçdaroğlu’yla da karşımıza dikilmiş olmaktadır. Bu anlamda beklenip görülecek bir şey yok gibidir.
“Muhalif” basının şişirmeleri, halkın temel gereksinimlerini karşılayacak bir var oluşa işaret olamaz. CHP, 33. Kurultayını, yönetim değişikliğini gerçekten sosyal demokrat bir çizgiye yükseltme amacı taşıyorsa kendi tarihiyle fiili olarak hesaplaşabileceğini göstermesi gerekmektedir. Bunun için yapısal değişimleri yönelmek zorundadır. Bunun ilk adımı da farklılıkların özgürlüğünden yana bir yapılanma ve yönetim faaliyeti içinde, tutumunu ve programını değiştirmelidir.
Kürdistan’da varlık olamayan, miting dahi yapma takatinde olmayan bir partinin, ortak ülkemizin sosyal demokrat partisi olduğu iddiası kendini aldatmaktan öte bir anlama gelmez. Kılıçdaroğlu’nun Kürt ve Alevi olması bu aldanışa düşmemek için yeterli değildir; Türk halkını tenzih ederek denebilir ki, bu sistemin temel taşları Türkleşmiş Kürtler ve Sünnileşmiş Alevilerdir.
Ülkemiz siyasal tablosundan çıkacak önemli bir sonuç da, sol muhalefetin bir ihtiyaç olduğu gerçeğidir. Ne liberallerin sistem için avutma umutlarından müteşekkil önermelerine ne de tarihi boyunca hiçbir şeye çimento olmamış din bezirganlarına ihtiyaç yoktur. Bu ülke birimizin değil hepimizin ülkesi olarak, gerçek bir demokrasiye, demokratik bir cumhuriyete, özgürlüklere farklılıklarımızın özgün ve özgür örgütlenme haklarının tanınmasına ihtiyaç vardır. Bunun yolu Anayasasından yasalarına, kurum ve kuruluşlarına kadar bir yenilenmeden geçer.
Bunun için sosyal demokratların kendini yenilemesi kadar, solun etkin bir muhalefet oluşturması gerek. Gerçek bir sosyal demokrat hareket, milliyetçilikten uzak, farklılıkları ötekileştirmeyen, kucaklayan yapısıyla bu değişime katkı sunabilen bir siyasal güç olmalıdır. CHP, ne geçmişiyle ne de bu günüyle bunu ortaya koymamıştır.
Bundan sonrası sözün bittiği yerdir.
Halkımız söze değil, sonuçlara bakarak karar verecektir. Sözün bittiği yer de burasıdır.

17 May 2010

SER VERİP SIR VERMEYEN THKP-C (Acilciler)'in ŞEHİT KADINI


ŞEHİT SABAHAT SABAR YOLDAŞ
 ARAMIZDASIN

 ( Urfa 1958 – 18 Mayıs 1981 Adana )


Bedreddin Mahir
18 Mayıs 2010 yıldönümü anısına.
Geçen yıl ilk kez anıyorduk. Şehitler kervanımızın bir öncü kadını. İlk anmamızda onu şu satırlarla tanıttık.
Sabahat Sabar yoldaş 1958 Urfa doğumlu. Güney Bölgesi çalışmalarına kocasıyla birlikte katılmış militan bir yoldaştır. Bu militan yoldaşlara kurulan sinsi bir tuzakta, kocasına yönelen silahların ateşine hedef olmuştur. 18 gün Balcalı Hastanesinde yarılı olarak, acı içinde direnerek şehit olmuştur (18 Mayıs 1981). Polisin tüm çabasına, yapılan tahkikatlara karşı ser verip sır vermemiştir. Hiçbir yoldaşını ele vermediği gibi, adları belli katillerden hesap soracağı inancıyla, polise isim vermeyi reddetmiştir.
Örgütsel görevi başında vurulan şehit Sabahat Sabar yoldaş, Ölmeden önceki son sözleri. “Önemli olan kim olduğum değil, amacım ve kimler için ölüme gittiğimdir. Bunun için sevinçliyim de. Halklarımızın çıkarları benim davamdır. Zalimin zulmü divana kalsın. Divan da devrimci harekettir, yoldaşlarımdır.” (Aktaran, Kocası Ayhan Azgın, 19 Temmuz 2009 tarihli iletisi)
Poliste dik durma geleneği, tarihi direnmelerle yükselen bir örgütün geleneğidir. Bu örgütün sorumluluğunu işkencelerde ser verip sır vermeyerek yükseltenler şehitleriyle kadro ve militanlarıyla sürdürüyor. Şehitlerimizi ölümsüz yapan bu duruştur. Sabahat yoldaş THKP-C (Acilciler)örgütünün ser verip sır vermeyen şehit kadınıdır. Anısı mücadelemizde daimi bir ışık olarak yolumuzu aydınlatacaktır.
Bu gün İbrahim Kaypakkaya’nın da ölüm yıldönümüdür, ayrıca Haki Karer’in (17 Mayıs 1977) şehit ediliş yıldönümüdür. Diyarbakır zindanlarında işkencelere karşı direnerek, protestolarını kendilerini yakarak (18 Mayıs 1982) dile getiren dörtlerin Ferhat Kurtay, Eşref Anyak, Mahmut Zengin, Necmi Öner’in de şehit olma yıldönümleridir.
Mayıs ayı ortak ülkemizin direnme önderlerinin şehitler günüdür. Denizlerden Sabahat yoldaşa kadar bu çizgi tüm onurlu insanların demokrasi ve özgürlük için özveri günüdür.


18 Mayıs 1973 İbrahim Kaypakkaya'nın anısına

Son Sözümüz…
(Çorum- Sungurlu, Karakaya köyü 1949 – 18 Mayıs 1973)
"SER VERİP SIR VERMEYEN KAHRAMAN
SENİ ANMAK DİRENMEKTİR"

Mihrac Ural
18 Mayıs 2010 anması için.
18 Mayıs 2008 anmasında yazdıklarımı tekrar ediyorum.
Bu satırların yazarı öncelikle, bu kahramanın anısı önünde saygıyla eğilir. Kendi adına ve onunla ortak doğruları kesişenler adına, İbrahim Kaypakkaya’nın direnişinde anlam bulan kararlılığın mirasını onurla taşıdığını ilan eder.
İbrahim Kaypakkaya hepimiz adına düşmana karşı yöneltilmiş son sözümüzdür. Bize miras kalan da bu duruşun taşıdığı anlam, direnmede ifadesini bulan içeriğidir.

Özgürlük ve demokrasi uğruna bu mirası yükseklerde tutma kararlılığıyla, ülkemizin başına bin yıldır musallat olan karanlık egemenliğe karşı mücadeleye daha da bir kararlılıkla sürdüreceğimizi deklare ederiz.
İbrahim Kaypakkaya, bir dönemin özgürlük ve demokrasi savaşçılarının düşmana yönelmiş son sözüydü. Ser verip sır vermeyenler adına, hak ve adalet adına, hukuk adına, insan hakları, devrimci değerler ve bil cümle insan erdemleri adına dik duranların, teslim olmayanların, mücadelenin her cefasına karşı koyarak yola devam edenlerin adına, düşmana söylenmiş son sözdü.

Düşmanın kazanacağı tüm hamlelere karşın, son hamleyi, geri dönüşü olmaksızın kazanacakların tutumlarını simgeleyen kararlı direniş, İbrahim Kaypakkaya’nın direnişinde simgeleşmiştir.
Bu bir sorumlu davranışıdır. Bu bir bilinçli savaşımdır; hiç bir özveriden çekinmeyenlerin ve hiçbir şahsi sonuç beklemeyenlerin doğruları arkasında durmalarıdır. İbrahim Kaypakkaya budur.
O kahraman, hepimiz adına var oldu hepimiz adına şehit oldu.



5 May 2010

DOĞRULARIN ARKASINDAKİ ÖZVERİ; 6 MAYIS 1972

Yusuf Aslan - Deniz Gezmiş - Hüseyin İnan

Bedreddin Mahir
6 Mayıs 2010
Doğrularımızın arkasında nasıl duruyorsak elde edeceğimiz sonuçlar da öyle olacaktır. Kararlı siyasi iradeler özverilerle yoğruldukça, doğrularımızın elde edeceği sonuçlar da kalıcı olacaktır. Bu yol, kendi tarih deneylerimizin ortaya koyduğu örneklerle doludur. 6 Mayısı bu algıyla anıyorum. Bu algı, bilincimize sunduğu soyutlamalarla,  zamanları aşarak bu gün içinde bir değer olan kendi tarih deneylerimizin ürünüdür.
Bu yanıyla Denizlerin anısı, geçmişin geleceğe taşıyacağı örnekler olarak tarih bilincimizde yerini almaktadır. Kıyım bilinci yerine, barış bilinciyle, hak uğruna direnme bilinciyle yürümek budur. Denizlerin yolu tas tamam bu yoldu.
***
38 yıl önce bu gün, bu ülkenin ve tarihinin fidanları katledilmişti. Özgürlük ve bağımsızlık için çırpınan gençliği yok etmek, toplumun geleceğini karartmak istenmişti. İdam sehpaları kurulmuş, toplu kıyımlar yapılarak, köyler boşaltılıp coğrafyamızın barışına son verilmişti.
Üç kuşaktır süren bu yıkım, bu gün de 12 Eylül 1980 darbecilerinin bozduğu toplumsal kimyaların gölgesinde devam etmektedir. Darbeler çağının kapandığını sananlar, dün içine girdikleri rehaveti bu günde devam ettirmektedirler; sivil diktatörlük sevdalılarının ekmeğine aynı algılarla, bu gün de yağ sürmeye devam edilmektedir. Ancak dün, doğruları arkasında dik durarak idam sehpasına gidenler, bu karanlık gidişin bir yerde kırılacağını da göstermiş oldular. Geleceği kazanma mücadelesinde, bu günü dünden kuranlar, bu özverilerin sahibidir.
Denizleri anarken bu gün onlara ve onlar gibi doğruları arkasında dik duranlara olan ihtiyacımızı da dile getirmiş oluyoruz. Biliyoruz ki, doğrularımızın arkasında nasıl duruyorsak elde edeceğimiz sonuçlar da öyle olacaktır. Kararlı siyasi iradeler özverilerle yoğruldukça, doğrularımızın elde edeceği sonuçlar da kalıcı olacaktır. Bu yol, kendi tarih deneylerimizin ortaya koyduğu örneklerle doludur. 6 Mayısı bu algıyla anıyorum. Bu algı, bilincimize sunduğu soyutlamalarla,  zamanları aşarak bu gün içinde bir değer olan kendi tarih deneylerimizin ürünüdür.
Bu yanıyla Denizlerin anısı, geçmişin geleceğe taşıyacağı örnekler olarak tarih bilincimizde yerini almaktadır. Kıyım bilinci yerine, barış bilinciyle, hak uğruna direnme bilinciyle yürümek budur. Denizlerin yolu tas tamam bu yoldu.
Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan ve tüm şehitlerimizin aziz hatırası önünde, aydınlattıkları örnek yolun izcileri olarak saygıyla eğiliyoruz.

2 May 2010

İŞTE BİZ BURADAYIZ

Mihrac Ural
1 Mayıs 2010, saat: 14.00

ORTAK ÜLKEMİZ ADINA TAKSİM MEYDANINDA
EMEKÇİ-DEVRİMCİ DAYANIŞMASIYLA OLUŞAN TABLO
KADİM ROMA KENTİ ANTAKYA’DA DA AYNIYLA TECELLİ ETTİ
DEVRİMCİ SİYASAL DURUŞUN MERKEZİNDE
HALKIMIZLA OMUZ OMUZA
DÜNDEN DAHA YOĞUN VE DAHA KARARLICA
GEÇMİŞİ BU GÜNE TAŞIYARAK
ŞEHİTLERLE, HAK TALEPLERİYLE
ONUR ve ERDEMLE ELLERİNDE KIZIL BAYRAKLARLA
1 MAYIS’TA MEYDANLARA AKTILAR


On yılların devrimci emekleri yeniden ve her defasında daha güçlüce haklarımızı talep ediyor. Meydanlarda en gencimizle en yaşlımız bir arada 1Mayıs bayramını kutluyor. Bu mücadele demokrasi ve özgürlük alanlarını genişletme mücadelesidir. Geleceğin temel unsurlarını, bir hak olarak kazanma mücadelesidir. Bu mücadelenin karelerinde 99 yaşına dayanmış bir militan var; hak için yürüyen. Bu militan URUBA'da başladı devrimci yoluna. Uruba bir halk hareketidir, demokratik hakları için çarpışan. Uruba Hareketi, Fransız işgaline karşı bir ulusal hareket olarak doğdu, ilhaka karşı da direndi, laik cumhuriyette devrimci güçlerin. sosyalistlerin yanında saf tuttu; dünüyle bu günüyle yükselen mücadeleyi üret değerlerin zemini oldu. Tarihe meydan okuyan bu militan, 1 Mayıs'ta ikinci ve üçüncü kuşak evlatlarıyla omuz omuza olmayı yeğledi, yanımıza geldi, moral ve ruh verdi. Elini öptük topluca yanımızda olmasında onur duyduk umutlu olduk. Bu militan Zeki Ural’dır. Kadim Roma kenti Antakya halkının en eski devrimcisidir. Halkıyla omuz omuza demokratik haklarını haykırmak için oda meydanlardaydı. Hepimiz gibi her zaman olduğu gibi. Bu topraklar, bu tarihi kişiliklerle, geleceğe ilişkin umutlarımızla ilgili mesajı yeterince açık vermektedir.

***


Bu duruş, kararlı siyasal bir iradenin duruşudur. Bu duruş, demokrasi ve özgürlükler uğruna gerekli olan bir duruştu.
Bu duruş işkencelerde ser verip sır vermeyenlerin, dünü bu güne kararlılıkla taşımasıdır. Bu bir inançtır, sömürü düzenine, ona ait devlete ve derinliklerine, Özel Harp Dairelerine ve uşaklarına, MİT’e satılmış köpeklere, İtirafçı ahlaksızlara, ölü konuşturucularına, yamaklara karşı devrimci ısrarın duruşudur; halkımızın, yükselen hak taleplerine ve onun siyasal öncülerine karşı çamur atanlara bir cevaptır, daha da ötesi ağır bir şamarıdır.
On yıllardır, özverilerle, işkence, zindan, sürgün ve iltica koşullarının amansızlığına karşı direnişle, bu günlere geldik. Halkımız için okuduk, halkımız için yazdık, dünü onurla taşırken en öndeydik, bu günü yükseltirken de en ön saflarda olduk. Gücümüzün sunabileceği tüm enerjiyi karşılıksız verdik. Bunu sürdürme kararlılığında da ısrarlıyız. Bu yol engebeli, sarp ve dolambaçlıdır, bunu bilerek yollara koyulduk durmadan yürüdük.
Kendi çirkefliklerini, itirafçılıklarını, satılmışlıklarını örtmek isteyenlerin, benzer arama kurguları ve senaryolarına, halkımız arasında çalışarak cevap verdik. İhbar çeteleriyle boğuşarak gözaltına alındık. Ama yılmadık, kırılmadık dik durduk, çünkü biz halkız ve halk için vardık.
1 Mayıs’a hazırlanırken geleceği düşündük; halkımızı, toplumumuzu ortak ülkemizi ve sorunlarını düşündük. Bunun için çalıştık, demokrasi ve özgürlük alanlarının genişletilmesi için çaba harcadık. Karınca kadarınca katkımız ne ise onu yaptık. Az demedik, sayılara önem vermedik. Belirleyici nitelikleri öne aldık, örgütlü olmayı seçtik. Kararsızlık göstermedik, karasızlık örtüsü altında seyirci olmadık. Taraftık, bunun bedelini ödemeye hazırdık.
Bundan sonrası daha kolay daha güçlü daha olumlu olacaktır. Herkes buna hazır olsun.
İşçi sınıfının, emekçilerin, tüm renkleriyle devrimci güçlerin Taksim’de ortaya koyduğu kararlılık tablosu bir yeniden başlangıç olarak tecelli etmiştir. Farklılaşan algılarımızla, 1 Mayıs bayramının ifade ettiği mücadelenin rahminde, gelecek toplumsal düzene ait dinamikleri öne çıkartarak ufuklarımızı açtık. Demokrasi ve özgürlük alanlarının genişletilmesinin gerçek devrimci mücadelenin zemini olduğunu bir kez daha bilince çıkardık. Ortak ülkemiz adına Taksim’deki tabloyu bulunduğumuz her alanda ikame ettik. Antakya’da kızıl bayraklar bu algılarla dalgalandı.
Milliyetçiliğin ve onun sonucu olan bölücülüğün her türüne karşı birlik için, ortak ülkemizin zenginliği olan farklılıklarımızın ötekileştirilmemesi için meydanlara inildi. Haklı talepler için, bunun geleceğe uzanan kazanımları için sesler yükseldi.
Bu gün 1 Mayıs 2010, farklı bir bayram algısı olarak tarihe düştü; emekçi sınıfların sistem içi hak kazanımları kadar, bu sistemden çıkış için gerekli olan demokrasi ve özgürlük alanlarının genişletilmesi için bir mücadele günü oldu. Bu gün bir gerçek daha tüm çıplaklığıyla da ortaya çıktı. O da devlet müdahale etmedikçe ne bir provokasyon ne de sorun olurdu. Toplu gösterilerde de toplu kıyımlarda da devletin parmağı olduğu tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı
Gelecek bu algıyla, her mücadelenin içindeki geleceğe ait alan ve etkinliklerin öne çıkmasıyla kurulacaktır.