1 Ağu 2010

175. DOSYA, FİRAR


FİRAR
(Tarihte bu gün 31 Temmuz 2010)

Mihrac Ural
31 Temmuz 2010

Son sürgünüm, Niğde’den Adıyaman’a oldu; Niğde’de 1. koğuş temsilcisiydim. Zamanın Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e yazılan protestoda adım, 1. koğuş temsilcisi ve birinci sırada olarak verilmişti. 27 Aralık 1979 muhtıra mektubunun veriliş nedeni olarak Ankara’da matbaamızın ve silahlarımızın yakalanmasının dayattığı bir ortamda zindan ziyaretçilerimin yoğunluğunun -ailemden çok, yoldaşların sık sık gelip gitmesi- idarenin sürgün listesinde öne çıkmama yol açtığını sanıyorum.
Bu kez 11. sürgünümü almıştım; Adıyaman.
“Adıyaman nire ben nire” diyesi bir durum... Sanki çölde bir vadi içindeydim. Siyasi tutuklusu bile olmayan... Adıyaman’da da yanılmıyorsam iki siyasi tutuklu daha vardı. İzmirli olduğunu, adının Mustafa olduğunu hatırladığım çok olgun bir arkadaş. Gerisi adli mahkum.
Adıyaman sürgünü, sürgün içinde sürgündü. Devrimci bir insanın sürgününü ancak aynı durumda olanlar anlar. Bir de örgütsel bir sorumluluk varsa, özellikle de örgütsel temel tüm yetkiler omuzlarına binmiş, bunun günü birlik görevleri altında bulunuyorsan sürgün bir başka cehenneme döner; bilgi alacak, yönlendirilecek, görevlendirilecek insanların seni sürgün yerinde bulması seninle görüşmesi ayrı bir sorun ve sorumluluk ve yükümlülüktür. Bunları acımasızca yaşadık. Bir itirafçının örgüte yaptığı yıkımın ardından gelen yıkımlarda bu gibi hallerde kendini gösterir.
Adıyaman zindanında ikinci kat ranzada mukimdim (ikame ediyordum).  O zamanlar tek kanal olan TRT’de, yanılmıyorsam “insanlar yaşadıkça” adında bir film oynuyordu. Amerikan ordusunda disiplin olaylarını anlatıyor ve disiplin cezası almış askerlere uygulanan işkenceler anlatılıyordu.
Bu filmin meşhur bir sahnesi var, jopla askerin karnına yapılan bir vuruşu canlandırıyor. Jopun, gardiyanın elinin askerin midesinin içine kadar gömüldüğü izlenimini veren bir sahne. O an ne olduysa oldu. Kendimi yerde buldum.  Bir sinir krizi geçirmiş, bayılarak ikinci kattan yere düşmüştüm. Hastaneye kaldırıldım. Aynı anda mı sonra mı hiç hatırlamıyorum.  Aklımda kalan ring arabasıyla gittiğimizdi. Adıyaman Hastanesi’nde sonuç alınmadığı, beyin tomografisinin alınması gerektiği yönünde bir şeyler söylendiğini duydum. Sanırım bir hafta kadar sonra Adana Numune Hastanesi’nde tedavi için sevkim çıktı.
Numune Hastanesi’nde tedavim başladı. Yanılmıyorsam 10-15 gün orada mahkumlara ayrılan bölümde kaldım. Başımızda iki jandarma vardı; elim ranzaya zincirli olarak tutuldum.
Adıyaman Cezaevi’nin zimmetindeydim. Adana Numune Hastanesi’ne kontroller için gönderilmiştim ve gerisin geriye Adıyaman’a gönderilecektim. Sevk işlerinin kendine özgü bir mantığı vardı. Tek kişi için araba, jandarma, önlem, harcırah gibi sorunları telafi etmek üzere bir dizi insanı birlikte bu işleme tabi tutmak, belki daha ekonomik ve daha güvenli olarak algılanmıştır.
Hastaneden taburcu edilince, Adana Cezaevi’ne emanet olarak verildim.
Adana Cezaevi’ne vardığımda, Güney Bölgesi çalışmalarında yer alan bir dizi yoldaşla birlikte oldum. Her biri ayrı bir yiğit olan, her biri ayrı bir özelliği olan insanlardı. Tümü onurlu direniş örgütü olan Acilcilerin militan ve sorumlu insanlarıydı. Bir kez daha yoldaşlarımla olmuştum.

Adana Cezaevi’ne geldiğimde benden önce başlayan tünel çalışmaları olduğunu örgüt yöneticileri toplantısında açıkladılar ve bu sürece katılmamız önerisi yaptılar. Bu süreçte bizim de etkin yer alacağımızı ve ne gerekiyorsa yapacağımızı ifade ettim.
Benim açımdan zaten mahkemeler süreci çoktan bitmişti.
Bir ahlaksız itirafçı Engin Erkiner’in ve bu gün belgeleriyle açığa çıktığı gibi bu kişiyle birlikte, örgütümüze MİT ajanı olarak sızmış olan İbrahim Yalçın’ın bizleri polise ilk kez ilan etmiş olmalarının sırtımıza yıktığı ilgili ilgisiz ithamlarla karşı karşıya kalmıştık. Firar dönemim boyunca ülke çapında örgütümüzü yeniden toplayıp canlı bir mekanizmaya çevirdim. Örgütün hiç bilmediği alanlarda örgütlenme yaptım. Aranırken, Adana, İstanbul, Ankara, Samsun, Kayseri, Niğde alanlarına yetiştik.  Ankara, Yukarı Ayrancı semtinde benimle birlikte Ege Bölgesi’nden Binbaşı Eşber, adını bilmediğim bir yoldaş, Semra ve Rezan adlı yoldaşlarımla birlikte yakalandım. Bodrum katında olan örgüt evinin açık olan penceresinden kaçmak istedim; polisler her tarafı kuşatmışlardı, üzerime çullanıp yakaladılar.
Ankara Emniyet Müdürlüğünde işkence sürecim başladı, falaka, elektrik ve kaba dayak dahil her tür işkence üzerimde denendi. Elektrik işkencesi, kesintisiz verilen manyeto elektriği değildi. Şoklar halinde, şalter açıp kapatma yöntemiyle veriliyordu. Yere açılan bir battaniye ve haç gibi bir tahta üzerine yatırılmıştım. “Şalter” indirme olayı üzerine yorum yapan Özel Harp Dairesi kuklalarının, polisin bileklerine yapıştığı an itirafçı olmalarının rahatlığıyla bunu bilmemeleri çok normal…
Ankara’dan sonra İstanbul’a, emniyet müdürlüğüne işkenceye teslim ettiler. Oradan Sağmalcılar Cezaevine.
İtirafçı Engin’in adımızı polise vermesi ardından Antakya’da evimizin basılmasıyla Adana’ya geçişimiz, Adana’da evimizin basılması sonucu büyük şehir avantajlarıyla İstanbul’daki çalışmalara ağırlık verişimiz ve buradan ülkenin her alanına ulaşma olanağını değerlendirişimiz Ankara’da noktalandı. İşkencede ser verdim sır vermedim. Bunun sonucu geride kalan örgüt mekanizması zedelenmeden görevini sürdürmesiyle bu darbeyi de atlatmış olduk. Örgütün sorumlusu olarak alnımın akıyla girdiğim işkenceden anlımın akıyla çıkarak direnme çizgimi sürdürdüm. Polis bileğine girince teslim olanların yarattığı örneği alt üst ederek direnme örgütü yöneticisinin alması gereken tutumu ortaya koydum.
Sıra zindan sürgünlerindeki mücadeleye gelmişti.
Sürgünler bitip tükenmez acı bir süreç. Her sürgün, cezaevinde kurulan bir düzeneğin yıkılması demektir; bunun ne anlama geldiğini ise bu sürecin insanları çok daha iyi bilir.
Adana Cezaevi’ne teslim edildiğim kesitte siyasi tartışmalar çok yoğundu, faşizm tahlilleri, emperyalizm, sosyal-emperyalizm tartışmalarının yapıldığı dönemlerdi. Bu tartışmalarda gösterdiğimiz etkinlik, cezaevlerinde örgütsel açıdan çok önemli sonuçlar yaratmıştı.
Adana Cezaevi tüneli, başarıyla devam ediyordu.  Ancak tünelin aydınlatılması için döşenen elektrik kablosunun çıplak olduğu bir yerde, kazı işleriyle uğraşan Dev-yol’dan İsmail Şahin adlı yoldaş elektriğe çarpıldı (26 ya da 27 Haziran 1980 olmalı. Gazetelerde bu tarih 28 Haziran 1980 olarak geçiyor). Yoldaşın durumu çok ağırdı. Hala o sahneyi hatırlarım; her tarafı topraktı, vücudu yarı çıplak, tırnakları toprak doluydu. Yoldaşı hastaneye yetiştirmek gerekti. Ancak üzeri topraktı, tırnakları toprak doluydu. Tünel kazı işinin olduğu anlaşılacaktı. Tünelin yeryüzüne doğru kazılıp açılması (patlatılması) gerektiği kararı aldık. Oysa tünel cezaevi yakınlarında kiraya alınan bir evin bahçesine açılacaktı ve firar oradan kamyonlarla yapılacaktı. Kararımız Adana Cezaevi’nde yaklaşık 800-1000 civarında olduğu sanılan devrimci ve adli tüm mahkumların, bu ara cezaevi kedisinin de esaretten kurtulmasıydı. Tünel 150 metre civarında kazılmıştı.
 Ancak her şey ters gitmeye başlamıştı. Tünelin yeryüzüne açılan ağız kısmı jandarmaya çok yakın bir yerde yol ortasına gelmişti. Mahalle köpeklerinin yerden çıkan insanları görünce dikkat çekecek tarzda havlamaları eklenince, tünel olayı açığa çıkmıştı; önden çıkan kılavuz yoldaşlar jandarma ateşi altında kalmıştı. İdare durumun farkına varıp ani bir baskın düzenlemek istedi. Her şey akıl almaz bir süratle ters yüz oluyordu.
Çatışma çıktı. İki ayrı bölüm olan siyasilerin kaldığı yerlerde yangınlar çıkmaya başladı. Bizim yeterli silah ve bombalarımız vardı; ülkedeki sağlaşma ölçeğinde zindan gardiyanlarından sempatizanlarımızın olduğunu burada belirtmemiz, o dönemi daha iyi algılama adına önemli bir referanstır.
Silahlarımızın saklanmasından sorumlu olan KSD’li yoldaş Talip Can’la yıllar sonra bir araya gelince, WC taşının düzgünce sökülüp malzemelerin hemen altındaki foseptik çukurunda gizlendiğimizi konuştuk; o günleri yad etmiş, ayrıntıları ortaya çıkarmıştık.
İsyanda şehitler verdik. Ortalık çok gergindi. Ziyaret yasakları, aileleri tedirgin ediyor, çocuklarının ölü ya da diri olduğu konusunda kaygılarını artırıyordu. Bu sürecin sonunda, 6. Kolordu Komutanlığının denetiminde olan cezaevlerinde ziyaret kararları da oradan çıkıyordu. Nitekim ziyaret kararı bir gün önceden ilan edilmişti; ailelerin gün geçtikçe cezaevi önünde yığılması ve tepki reflekslerinin artması, izin kararının verilmesine etken olmuştu.
Görüş izni haberiyle birlikte alternatif firar girişimine başladık. Çok kısıtlı zamanımız vardı. Yoldaşlardan görüşe gelmesini istediklerimiz oldu. Her örgüt çok kısıtlı sayıda firar listesi oluşturdu. Benimle birlikte firar edecek iki yoldaşı belirledim. Firar kararı ve firar etmesi gerekenlerin belirlenmesinde tek karar sahibi olarak, o günün koşullarında çıkması gereken iki yoldaşı belirledim. Biri Ahmet Yiğenler diğeri ise Adil Okay’dı.
Kaçış tamamen kendi çabamızla gerçekleşti. Çıkış anındı gardiyanların görmemezlikten gelmeleri ise, içerdeki etkinliğimiz ve dışarıdaki yoldaşların çevre çalışmasıyla ilgiliydi. Bu firarda, önümüzü kesecek bir gardiyan yoktu, bunun hesabını içerde ve dışarıda ağır bedelle öderdi.
Firar gece yarısından hemen önceki hazırlıklarla başladı. Ziyaret yerine geçişi sağlayan koğuşlarla görüş yerini birbirinden ayıran pencerenin demir parmaklığı kesildi. Yanılmıyorsam saat 23… sonrasıydı. Bu işlem başarıldıktan sonra, siyasi yöneticilerin önceden belirlediği firar edecekler bir araya geldik.  Demir parmaklıklarını kestiğimiz pencereden görüş yerine girdik. Diğer siyasetten arkadaşlar da aynı kanaldan görüş yerine girmişti. Yanılmıyorsam sayımız 27 civarındaydı. Tarih 31 Temmuz 1980 (kaçış tarihinin tam günü, bu firarda yer alan diğer kişilerin anlatım ve belirlemeleriyle uyumludur; ancak bir iki gün geri de olabilir.)
Sabah görüş gecikmeli açıldı. İnsanca tedirginlikler geçirdik. Görüş açıldığı an görüşçüler tarafına bir hamlede aradaki kısa duvarı atlayıp karıştık. Beni almaya Gülay Kerimoğlu gelmişti (ona buradan acil şifa dileklerimi, sevgimi ve emekleriyle bu örgüte yaptığı katkılardan dolayı şükranlarımı iletiyorum). Sıradan bir masa arkasında duran gardiyan ve jandarma engelini de aşarak özgürlüğe kavuştuk.
Bir okulun bahçesi ya da küçük bir parkta Ahmet Çolak yoldaşa rastladık. O an tanıştık. Beni görmenin sevinciyle elindeki Longines saati çıkarıp hatıra olarak koluma taktı; hiç saat kullanmazdım, kırmadım aldım. Fotoğrafçıda, kaçış öncesi damat tıraşı olmuş halimle, kimlik için fotoğraf çektirdim.
Cemal Aydın yoldaşın evinde kaldım. Aydın Ailesi’ne, buradan bir kez daha yerine getirdikleri örgütsel görev ve bana karşı gösterdikleri ilgiden dolayı teşekkürlerimi iletiyorum.
Firar sonrası, her bir yoldaş yerine hükmü az olan bir yoldaşı sayımda adımız okununca “buradayım” demek üzere görevlendirdim. Nitekim sayımda adımız okununca “buradayım” diyen yoldaşın, bizlere benzer bile olmaması dikkat çekmiş ve bizi bire bir tanıyan gardiyanların gözlemiyle de firar ettiğimiz anlaşılınca, cezaevinde yeni gerginlikler çıkmaya başlamıştı. Amacımız kaçışımızın gizlenmesiydi. Ne kadar gizlenebilirse o kadar gizlemekti. Zira Adana Cezaevi’nden kaçan tüm devrimciler idam dahil en ağır cezalarla yargılanmaktaydılar. Bundan sonrasını 18 Temmuz 2010’da Zafer yoldaşın oğlu Fırat’ın düğününde telefonla bulduğum Mustafa Söylemez hoca şöyle aktarıyor; “ firarınızdan sonra, çok ağır baskılar altında kaldık” diyor ve duygularını şahsıma özel olarak yazdığı şiirle dile getiriyordu. 
Firar, basına yansımadı, çok sonraları tam istediğimiz gibi sıradan bir haber olarak çıktı. Firar edenlerin adları bile çıkmamıştı, sesiz sedasız geçirilmişti. Yerimize koyduğumuz arkadaşlar görevlerini başarıyla yerine getirmiş, çok önemli olan soluğu vermişti, güvenli bir ortamda yerleşme fırsatı tanımıştı.

Haber, gazetelere 5 Ağustos 1980 günü yansıdı. Milliyette “ ANARŞİ DÜN 16 CAN ALDI” Ana başlığı ve “ADANA CEZAEVİNDEN 22 SOLCUNUN KAÇTIĞI BELİRLENDİ” Alt başlığı altında verildi. Haberde “ Adana cezaevinden çok sayıda tutuklu ve hükümlünün kaçtığı yolundaki ihbarlar üzerine cezaevinde cuma günü başlatılan sayımlar dün tamamlanmış ve sol görüşlü 22 tutuklu ve hükümlünün kaçtığı belirlenmiştir. Sayım işleminin sağlıklı yapılamadığı belirtilen Adana Kapalı Cezaevi’nden çeşitli tarihlerde de 30’u aşkın mahkum kaçmıştı” ( Milliyet Arşivi, 5 Ağustos 1980 sayfa 1 ve devamı sayfa 10 http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/Arsiv/1980/08/05 )
Firarım, 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi öncesine denk geldi. Bu yurtdışına çıkış ve örgüte güvenli bir liman oluşturma, siyasi, askeri eğitim için kamplar kurma ve diğer devrimci örgütlerle açık olarak bir araya gelme fırsatı içinde hayati bir öneme sahipti.
Örgüt bu firardan sonra nefes alır almaz, emin şekilde yoldaşlar yerleştirilir yerleştirilmez merkez yayın organı CEPHE yeniden yayına geçirildi (12 Eylül 1981), Merkez Komitesi Genişletilmiş Toplantısını (1-7 mayıs 1982) yaptık ve geçiş dönemi devrim hedeflerimiz adlı örgüt programını yeniden düzenleyip yayınladık, Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi (FKBDC) kurucu üyesi olduk (1-4 Haziran 1982). 1. Kongre, en geniş katılımla, en demokratik tarzda gizli oy açık sayım ilkesine dayalı olarak, muhaliflere sonsuz konuşma hakkı tanınarak bağlandı (24 Kasım 1 Aralık 1986). Kongrenin karara bağladığı yeni örgüt programını yayınlayıp, mücadelemizin yönünü tüm boyutlarıyla netleştirdik. Ortadoğu Konferansı bağlandı (1 Mayıs 1991). Örgütün ülke gidiş gelişleri için, ayakları yere sağlam basan bir sıçrama platformu kuruldu, tüm devrimci siyasi güçlere hizmetler sunuldu. Kısıtlı olanaklar paylaşıldı, devrimci hareketin en etkin şahsiyetleri ikili ya da bir arada toplantılarına ev sahipliği yapıldı, PKK ile en yakın örgütler olarak, evlerimiz ve sofralarımız ortaklaşa paylaşıldı; ortak eylemler ve yöre gezileri yapıldı (bu konu ayrı bir yazıda kapsamlı olarak işlenecektir). Filistin örgütleriyle omuz omuza 1982 Haziran savaşında İsrail’e karşı, 1983 Trablus savaşlarında İsrail, ABD ve Arap gericiliğine karşı savaşıldı; şehitler verdik. 1981’den itibaren İsrail sınırından Lübnan’ın en kuzey alanlarına kadar, Reşadiye, Nabatıya, Sayda, Sur, Burj el Barjne, Reml el bayda, Atfaiyye, Şatilla, Yanta, halbe vd. Kamplarda Filistin halkıyla ve devrimci örgütleriyle omuz omuza olduk.
Suriye’de Filistin örgütlerinin Hammuriye kamplarında yer aldık. Suriye’de Türkiye’nin baskısı yada özgün işlerimizle ilgili tutumlarımızdan dolayı, defalarca tutuklandık. Hiçbir baskıya, iltimasa boyun eğmedik, tenezzül etmedik, bileklerimiz kelepçeli iken kendi doğrularımızı ülkemizin demokrasi mücadelesinde kararlı yürüyüşümüzden asla taviz vermeyeceğimizi açıkladık. Öcalan’ın bölgeden çıkışı ardından, ortaya çıkan diplomatik baskılar sonucu, 1 yıl hücre cezası çektim (1999 Ekim-2000 Kasım).
Dün gibi bu gün de örgütümün başında her türden cefaya karşı direnerek teslim aldığım emaneti korumak ve geliştirmek için hiçbir özveriden kaçmaksızın, demokrasi mücadelesinde yoldaşlarımla mücadeleme devam ediyorum.  

174. DOSYA, MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN KORKMA, KORKUNUN ECELE FAYDASI YOK...



MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN
KORKMA
KORKUNUN ECELE FAYDASI YOKTUR…

Süleyman Sait
29 Temmuz 2010

Korkakların ağzından korku ithamları hiç düşmez.
İtirafçıların ağzından, herkesin bir şeyler itiraf ettiği suçlaması hiç eksilmez,
Ajanlar ise bin bir yol ve yöntemle ihbarcı olmaktan kurtulamaz.
Bu bir kaderdir. Bunun için tüm itirafçılar ve polis kuklaları birbirine benzer. Alın Kürt özgürlük hareketine çamur atanları, Acilcilere çamur atanlarla karşılaştırın tek cümleleri bile farklı değil. Çünkü kaynağı Özel harp dairesidir.
Adam sayfa sayfa el yazılı belgelerle itirafçı olduğu belgeleniyor, adamın el yazılı belgelerle MİT ajanı olduğunu itiraf ediyor, buna rağmen utanma sıkılma duymadan, okurla alay edercesine, sağa sola “korkaklık” suçlaması yapıyor. MİT ajanıdır, muhatap alınmaz…
Ama okur da bilsin, bu çirkin ve bir o kadar ahlaksız ikili kelimenin tam anlamıyla ve kendi el yazılı itiraflarıyla korkaklıklarının nereye kadar vardığını açıklıyorlar. Bizim bu açıklamalara ekleyecek, araştırma yapmaya tenezzül edecek hiçbir çabamız olmadı olmayacak. Bu konuyla ilgili dünya alem itirafçıyı itirafçı, Mit ajanını da MİT ajanı olarak biliyor. Gerisi boştur.
Polis bileklerinden tutuğu an, bülbül gibi ötmeye başlayan bu korkaklar, örgütü olduğu gibi ellerinde ve hayallerindeki olası tüm bilgi ve ihtimalleri de katarak vermişlerdir. Örgütün sırtına, örgütlü tüm yönetici, kadro ve militanların sırtına bu güne kadar süren ağır ithamların yükünü yığmışlardır.
İşkencelerde ser verip sır vermeyenlere çamur atmak ve bunun üzerinde bir onurlu direnme örgütü olan Acilciler hareketini kirletmek için yalan kurguların senaryolarıyla iştigal etmektedirler. Kendi ayıplarını, kendi kamburlarını örtmek için başkalarını kendileri gibi gösterim benzer aramaları içine düştükleri sendromu da yeterince açık anlatıyor.
Bu açık bir korkudur, yürek titremesidir, Çünkü ne kadar geç kalınsa da Acilcilerin er yada geç bu korkak sürüsüne kesilmiş olan cezayı yerine getireceği kesindir. Bu nedenle korkunun ecele faydası yoktur.
30 yıllık TKEP mültecileri, korkunun mülteci ettiği döküntüler, TKEP’i tasfiye ettikten sonra Acil hareketine havlayarak korkularını gizlemeye çalışmalarının ecele hiç faydası olmayacaktır.
Bir yanda gecelerini gündüzlerine katarak demokrasi mücadelesine katkı sunmak isteyen Acilciler, diğer yandan onlara çamur atmak isteyen Özel harp dairesi kuklaları bulunuyor.
İtirafçı Engin ve MİT ajanı İbrahim’in beslendikleri kaynağı net görmek için Kürt Özgürlük hareketine yönelen Özel harp dairesi suçlamalarını okumak ve bu ikilinin sözleriyle karşılaştırmak yeterli olacaktır. Bunlar, muhbir ve ajandırlar birbirlerine çok benzerler :
Bu linkte yer alan karalamaları, iğrenç iddiaları, tümüyle yalan kurgu senaryoları okuduktan sonra, bu ikiliyi ve karalamalarını neden muhatap almadığımız daha iyi anlaşılacaktı. İbrahim yalçın bir Av. Hüseyin Yıldırım’dır; tek bir cümleleri farklı değildir, aynı kaynaktan ve aynı amaçla kirlilik saçma çırpınışlarındadır. Ancak hiçbir işe yaramamaktadır, geviş getirir gibi sadece boynundaki ipi daha da daraltmakta ve sona yaklaşmaktadır; geride baki olan, zamanın hakemliğidir, düşene rahmet edilmesin
 Bu korkakları tanımak için kedi cümlelerini tekrardan okumak yeter de artar.
Engin Erkiner kendini tanıtıyor:
Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)

İbrahim Yalçın kendini tanıtıyor:
Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " (İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Tüm bilgiler ve kapsamlı açıklamaların tümünü alttaki linklerde bulmak mümkün

Gerisini konuşmaya gerek var mı ?




173. DOSYA, ENGİN ERKİNER HER POLİS AJANI GİBİ YUMURTACIDIR.

ENGİN ERKİNER
HER POLİS AJANI GİBİ YUMURTACIDIR.


Süleyman Sait
10 Temmuz 2010

Akıl almaz ruhi bunalım içinde, çırpınan bir zavallı.

Rüyalarında bile yakalandığı sendromun esiri olarak yaşayan bir bunak kişi.

İtirafçı olduğunu kendi el yazısıyla itiraf etmiş, polise yardım maksadıyla örgütü tümden teslim etmiş ahlaksız bir soytarı: Engin Erkiner.

 Ankara, İstanbul örgüt birimlerini ortağı MİT Ajanı İbrahim Yalçınla tasfiye ediyor ve bununla kalmayıp TKEP’i de tasfiye işine giriyorlar. Bunu da yerine getirince boşta kalıyorlar. Kuluçka dönemine giriyorlar.

Ortak ülkemizin demokrasi mücadelesi yükseldikçe kimlik haklarının bu sürece katılımı gündeme gelmiştir. Bu alanda Acilciler üzerlerine düşen tüm etkinlikleriyle atağa geçmiştir. Ne olduysa bu andan itibaren oldu. Kuluçka dönemindeki ikili, sahiplerince köpek gibi ortalığa salındı. İhbar servisleri başladı, Doğu Perinçek’ten sonra devrimcileri bu ölçüde ihbar eden bir başka örnek oluşmadı. Şahıs yıpratmasına yönelik siteler kuruldu. Genelkurmayın desteklediği sitelerden biride bu ikilini sitesi olduğu açığa çıktı. Başlangıçta olayı şahsi kin sananların yanıldığı açığa çıktı, bir görev ifa edilmekteydi, üç yıldır günü birlik sürmesinin gösterdiği gerçek de bundan başkası değildi. Dünya tarihinde şahsı olarak bu ölçekte çirkin bir karalama kampanyası yalnızca görev amacıyla, MİT kuklalarınca sürdürülebilirdi. PKK’ye yönelik yapılanların aynı türden ve aynı kaynaktan olmasının nedeni de budur.

Engin Erkiner polisin adamıydı. Mahir çayan döneminin son kesitinde nasıl bir rol oynadığı meçhul ancak buda araştırmalarla ortaya çıkma durumundadır. O dönem, Kurtuluş dergisinde adı geçmesine rağmen tutuklanmayın biri olması çok ilginçtir.

12 Mart faşist darbesi herkesi tutuklamasına karşın bu adamın tutuklanmaması çok ilginçti. Bu dönemin ardından şekillenmeye başlayan ilk oluşumlardan biri olan ve henüz adı net belirmiş olmayan, bir illegal çevrede yer alması ve sonra bu çevrenin HDÖ olarak örgütlenmeye başlamasıyla birlikte 26 Ocak 1976 beyler deresinde İlker Akman, Hasan Basri Temizalp ve Yusuf Ziya Güneşin katledilmesinde parmağı olduğu şüphesi, bu noktada önem taşıyor. Beylerderesinde İlkerlerin postaneye gitmeleri ve kiminle konuştuklarının hala bilinmemesi, onların postanede oldukları ihbarını Engin Erkiner’in yaptığı bu günkü araştırmalarla kesinlik kazanmış durumdadır. İlkerlerin katledilmesinde birinci derecede bu muhbirin rol oldu. Bu sürecin mantık zincirini ilerlettiğimizde,  1977 ocağından itibaren, örgütün Ankara biriminin yakalanarak çökmesi ve Ömür karamollaoğlu’nun elinde bombanın patlaması olayında birinci derece sorumlu olan kişinin Polis ajanı olarak çalışan Engin Erkiner’in rolü olduğu artık bu gün açısından kesinlik kazanmış durumdadır.

Örgütün her şeyini bilen biri olduğu iddiasında olan bu kişinin İstanbul’a geçmesi ve örgütün aynı akıbete İstanbul’da da uğraması birbirine bağlandığında tablo her yönüyle açık hale gelmiş olur.
İstanbul’da ilk gün örgütlediğini iddia ettiği, gerçekti ise polis organizesi içinde olan İbrahim yalçın’ı eylemlere sokması ve örgüte ait tüm bilgileri bu ikilinin vermiş olması, polis itirafnamesinden de anlaşılacağı gibi bir son halkadır.

Polis, örgütü bu adımla tamamen çökertmiş oldu. Acilcilere mensup bile istisna herkesin adı polise afişe edilmiş oldu.  Üst komiteler, evler, adresler, kadro ve militanlar sempatizan ve dostlar tek tek verildi. Bir tek tokat yemeden yapılan bu iş açıkça bir görevdi. Bu belgeleriyle ispat edildi.

Acilcilerin yükselişi ise bunların ulaşamayacakları bir alandan gelen isimleri bu muhbirler tarafından polise ilk kez afişe edilmiş olan Güney bölgesi sorumluları ve kadrolarının yükseltmesi gündeme böylece gelmiş oldu.  Örgüt böylece polisin elinden kurtarılmış oldu. Aranmalarına rağmen, kendi bölgelerinde kaçıp Adana’ya yerleşen ekip, merkez yayın organı CEPHE dahil örgüt birimlerin tek tek yeniden yükseltmeye koyuldular.  Adana baskını ardında başarıyla kaçan bu ekip İstanbul gibi bir metropolde, aranmalarına rağmen daha kolay illegal çalışma fırsatı yaratabildiler. Birçok eylem ve örgütleme çalışmasıyla, örgütü ayağa kaldırdılar. B- bu güne kadar açığa çıkmayan ve bilinen eylemler (banka kamulaştırma eylemi, Faşistlerin merkezi olan Küllük kıraathanesinin kurşunlanması, İnterkontinentalin otelinin 2. Kez kurşunlanması bu dönemde gerçekleşti. Bunun gibi birçok eylem. Bu sağlam iç tutarlılığı olan ve sızıntısız olan ekip tarafından başarıyla yapılmasına karşın hiç açık verilmemiştir.  Bu eylemlerin kamulaştırmalarıyla örgüt güç buldu ve ülkede daha geniş bir alana yayılabildi. Bu ara Güney bölgesi en üst seviyede örgütsel çabalarını yükseltiyordu.

Bütün bu çabalara karşın İtirafçı Enginin polise ifşa ettiği isimler ağır kovuşturma altında kalmışlardı. Bu ekip yakalandığında bile birbirini asla ele vermedi. Eylemlerini gizledi. Böylesine başarılı olan bu ekip örgütün 12 Eylül döneminde yeniden yükselişinin de temel i oldu. Bu ekip yurt dışını sonuna kadar en iyi şekilde değerlendirmesini bildi, Filistin kampları ve güvenli limanda toplanarak kongreye kadar uzanan süreci inşa etti.

12 Eylül döneminde, Acilcilere bir kez daha musallat olamayacağını anlayın bu kuklalar TKEP’e sığındılar. Orada işlerini kolay yürüttüler, TKEP tasfiye oldu, tarihe karşıtı. Bu dönemde Engin ve İbrahim nerede bir araya geldiyse, bir tasfiye olayı gündeme geldi. Bu gün de bu ikili Acilcilere karalama yaparken aynı işlevi görüyor olması artık hiçbir şeyin tesadüf olmadığını gösteriyor.

Şimdi Avrupa’da yaptıkları karalamalar ve şaibelerle aynı işi sürdürdüklerini göstermektedirler. Israrla örgütsüz kalacaklarını ve kimseye bir örgütsel önerme yapmamaları ise amaçlarının ne olduğuna çok iyi bir göstergedir. Örgütsüz olmak sorumsuz olmaktır, buna sığınarak yerine getirdikleri görevi denetimsizce yapabileceklerine inanmaktadırlar.

Ancak bunu başarma şansları kalmadı. Yüzlerce kişiden gelen mektupların gösterdiği gerçek, bu polis ajanlarının deşifre olduğudur; özellikle TKEP çevrelerinden gelen bilgiler çok net durumdadır; “biz Engin Erkiner’i saflarımızda yeterince teşhir ettik ve bitirdik, bizim ortamda bu adama ekmek kalmadı. Şu an yaptığı ilgisi olduğu Acilcilere saldırarak yeni tasfiye girişimlerinde bulunmaktır. Bunu da yakından izliyor ve biliyoruz “ (İsviçre’den TKEP’li  E.)

30 Yıldır TKEP’li olan birinin, hiç ilgisi olmadığı, tarih bir bağı olmadığı Acilciler örgütüne saldırmasının alt yapısı da bu verilerdir. Geçmişte başaramadıkları görevi tamamlama çabasıdır. MİT bunları bu amaçla organize etti.

 MİT’in kaygısı iyi anlamak gerek. Bu anlaşılınca Polis Engin Erkiner’in amaçları da açık olarak ortaya serilir.

MİT’in kaygısı Kürtlerle birlikte diğer halkların da kimlik mücadelesine kalkışmasıdır. Böyle bir durumda bu gerici devletin ayakta durma şansı yok olur; Bu ihtimali başından yok etmek için çırpınan MİT ve derin devlet, özellikle Kürt–Arap çatışmasını ve iki halk arasında ülke içinde ve komşu ülkelerde düşmanlık yaratmak için, her türden yola başvurmaktadır. Anadolu Ajansının (AA) ortaya attığı, 11 Kürt öldürüldü, 400 PKK yakalandı yalan haberi bu amaçla servis edilmiştir: Polis Engin Erkiner’in bu habere dört elle sarılması bu ortak görevde yapılan işbölümü gereğidir. Amaç Kürt-Arap çatışmasını -olası her alana yaymak ve Kürt halkının özgürlük mücadelesine katkı yapabilecek tüm dinamikleri uzak tutmaktır. Engin ve İbrahim adlı polis köpeklerinin işi de tam burada ortaya çıkmaktadır. Acilci düşmanlığı, Arap düşmanlığı, alevi düşmanlıkları burada mayalanmıştır.

MİT, ülkemizde farklı inanç ve etnik toplulukların kimlik hakları mücadelesini doğmadan engellemek istiyor. Özellikle üçüncü büyük etnik toplumsal güç olan, 4 milyon nüfusuyla Arap mücadelesinden ürküyor. Kürt özgürlük hareketini olduğu kadar ülkemiz demokrasi mücadelesine büyük bir manivela olabilecek bu gücün, demokrasi mücadelesine katılımını engellemek istiyorlar. Her türden milliyetçiliğe ve bölücülüğe karşı olan, kimlik haklarını tek bir başlık altında toplayıp “ANADİLLE RESMİ OKULLARDA EĞİTİM HAKKI” olarak formüle eden Türkiyeli Arapların örgütlü siyasal mücadelelerinin önü kesilmek isteniyor.

Ortak ülkemizin tüm farklılıklarının demokratik hakları ve özgürlükleri için, bir Türkiyeli siyasal mücadele örgütü olarak tavır koyan THKP-C (Acilciler)’e karşı MİT kuklalarının saldırıya geçmesi, dönemin özellikleriyle uyumlu görünmektedir. Engin ve İbrahim adlı MİT kuklalarının görevi de burada anlam buluyor.

Özel harp dairesi kuklaları itirafçı ve muhbirler, nasıl ki, Başkan Öcalan için akıl almaz suçlamaları üretip pazara sürüyorlarsa, Acil hareketine yönelik olarak da aynı şey yapılmaktadır. Bu ölçüde bir benzerliğin olması, kuşkuya yer bırakmayacak kadar açık bir göreve işaret ediyor; kulalar Özel harp dairesinin yönlendirmesiyle devrimci örgütlere ve liderlerine saldırıyor.

Kürtleri dizginlemenin mümkünü kalmadı, onlar hepimiz adına yürüyorlar. Ancak yeterli değil. Kürdistan karayla çevrili bir Coğrafya. Bu da Kürt ulusunun özgürlük mücadelesine zorluklar ekliyor. Denizlere açık değil, dört bir yanı işgalci ülkelerle kuşatılmış, bir yandan emperyalistler ve Siyonistler diğer yandan işgalci bölge devletleri ölüm üzerine ölüm kusuyorlar. Kürtler, özgürlük mücadelelerine nefes alımı pencerelerin açılması gerekli. Bu pencere, bir dış olanak olarak ele alınmayacaksa en uygunu Türkiyeli Arapların mücadelesiyle oluşturulur. Böylesi bir pencereden, Kürt halkı tarihinin en yoğun oksijenini alır. Bu gün ülkemizin demokrasi mücadelesi olduğu kadar Kürt halkının özgürlük mücadelesinin böylesi bir nefes penceresine ihtiyacı bulunuyor. MİT’in kuklalarıyla üzerimize saldırma çılgınlığının altında bu yatmaktadır. Engin ve İbrahim gibi köpekler bu amaçla salınmaktadır.

Bu nedenle Kürtler kadar, ülkemizin diğer farklılıklarının da mücadeleye omuz vermesi gerek. Bu topraklarda yaşayan, kimlik haklarından yoksun olan tüm etnik dokular, özgün örgütlenme ve özgür mücadeleyle bu sürece katılmalıdır. Bu çabalar hızla olgunlaştırılırken, MİT ve kuklaları boş durmuyor. Bu türden gelişmeler, Kürt özgürlük hareketi gerçeği kadar tehlikeli olarak görülüyor. Köpek sürüsü bunun için havlıyor.

Dikkat edilsin, Arap düşmanlığı, Alevi düşmanlığı bunların temel söylemi olarak bu yüzden gündeme geliyor; iddia ettikleri gibi “olmayan örgüt ve lideri” için, “sanal örgüt ve sanal lideri” için bu çılgın reflekslerin oturacağı tek bir yer vardır, o da görevli olmaktır.

Bizler Fırat’ın ötesi ve berisi, Torosların güneyi ve kuzeyi dedikçe, bu yüzden çıldırdılar. Irkçı, milliyetçi çehrelerini tüm çirkinliğiyle gündeme getirdiler. Bu amaçla da Kütlerle, Arapları düşman yapmak isteyen yalan haberlerin servisçiliğini yaptılar.

18 yıl aynı sofrada yemek yiyen, aynı evlerde aynı yastığa boş koyan PKK lideri ve üst düzey sorumluları ile Acilcilerin dayanışmasını şaibeli yapmaya çalıştılar. Kardeşi kardeşe kuşku yaratacak söylemlerle kırdırma taktiğini sürdürüyorlar. Sallama yalanların nedeni de tas tamam budur.  Ama atmasyonları geç gelen hazsım iddiası olduğunun farkında bile değiller, bunak adamlar…

Bu yumurta makinelerine göre, ‘Mihrac Ural’ın, Irak savaşının da, Lübnan başbakanı Refik El Hariri suikastında rolü kesindir,  Johan F. Kennedy Suikastında da parmağı olduğu ihtimali olabilir (22 Kasım 1963). Babası Zeki Ural’ın ise Atatürk’ün ölümünden sorumlu olduğu ise çok yüksek bir ihtimaldir. Çocuklarının ise olmamış bir suikast hazırlığında yer alacakları bilimsel bir kehanet olarak söylenebilir‘


Bu itirafçının traji-komik aklı, 19 Ağustos 1977’de örgütü polise teslim ederken de aynıyla geçerliydi, polise örgütün olası eylemlerini anlatırken hayali benzetmelerle böylesi bir eylemde kimlerin yer alabileceğini söylüyordu. Orada da Mihrac Ural’ı tarif etmesi bu günkü sallamalarına önemli bir göndermedir. Tahminlerini bile polise teslim etmiş bir ahlaksız, bakın ne demiş;


  … HAKKI Selimiye AK Bank soygununun örgüt tarafından gerçekleştirilen bir eylem olduğunu söyledi. Bu soygundan şimdi hatırladığım kadarıyla…örgüt tarafından yapıldığı kesindir. Daha sonraları bu soygundan MUHARREM’de bana bahsetti. Bankaya üç kişi girdiklerini söyledi… MUHARREM tarafından anlatılan olayı şu şekilde değerlendirebilirim. MUHPARREM tarafından, orta boylu, esmer, düz saçlı ve hafif dolgun ve hafif bıyıklı şahsın örgüt Güney Bölge sorumlusu MİHRAÇ olacağını tahmin ediyorum…” (Engin Erkiner polis İfadesi, s:19)


Kuklaların mantığı öyledir. Okurla alay etmek bunlar için önemli bile değil. Çünkü, “yalanı büyük söyleyeceksin sık sık tekrar edeceksin, kimse inanmasa da akıllar karışsın yeter, amaç da budur.” İlkesiyle yürüyorlar.  Komiklikleri de burada başlayıp burada bitiyor…

Bu yalan makinelerinin yumurtalarından istenen sonuç, Kürtlerin yalnızlaştırılması, ezilmesidir. Bunun için de PKK’yi “ devrimci katili” ilan ediyorlar. Özel harp dairesi yalanlarını Arap halkının mücadelesine karşı yol kesen bir veri olarak servis etmeye çalışıyorlar. Okurlarından bile utanmadan yalan haberler ileri sürüyorlar. Yalanları Kürt haber ajanslarınca da yalanlanınca, kıytırık haberlerle ayıplarını örtmek için çırpınıyorlar.

Dikkat edilsin, bu kuklalar, şahıslar adına ortaya sürdükleri hiçbir alıntının yerini belirtmezler. Kaynağı olmayan alıntılar bu yumurta uzmanlarının işidir. Nereden alınmış, kim söylemiş, hangi makalede, yazılı belgede ve linkte yer alıyor,  asla belirtmezler. Çünkü kendileri konuşuyor kendileri yazıya döküyor, kendileri havlıyorlar.

Konu çok açık, kuklalar iş başı yapıyor. Demokrasi mücadelesine katkı yapabilecek yeni dinamikleri doğmadan katletmek, engellemek, kimlik hakkı arayışını boğmak için çırpınıyorlar; kuklalara “ ilk hedefiniz Akdenizdir ileri” dediler ve yürüttüler.

 Acilciler, demokrasi mücadelesinde halkların kimlik hakları savunusu yaptıkları andan itibaren bu ikili de sahneye çıkarıldı.

Yumurta makinesi böylece işe koyuldu.

Yalanlar birbiriyle akıl almaz çeliklilerle dolu olsa da önemli değil. Nazi Gobels’in yöntemi işleyecekti “büyük yalan söyle ve sık sık tekrar et, kimse inanmasa bile akıllar karışır, amaç da budur”

Bu amaçla, şaşkınca, ilgili ilgisiz herkese, “araya adınızı sokar kirletiriz, sırtınıza neler yıkarız neler” diyerek ürkütüp karaladılar. Ama, bu çirkinliği kimse ciddiye almadı. Mehmet Yavuz gibi demokrasiye gönül vermiş, nakliye sahasında devrimci etkinlik yaratmış, hükümetlerin, bakanların yakasına yapışabilmiş, Acilciler örgütünün kadim ve temel taşlarından biri olan bu onurlu insana, akıl almaz cahil cüreti suçlamalar yaptılar.

Mehmet Yavuz’un yoldaşları, dostları ve meslektaşları buna sessiz kalmadı. En iyi cevabı vererek ahlaksız kuklaları susturdu.

Yumurtacıların görevleri belli. Bir de dertleri var.

Dertleri, sırtlarına binen itirafçı ve MİT ajanı kamburudur. Bunu hafifletmek için, sonradan akıllarına gelen uyduruk suçlamalarla komik duruma düşmeleri bulunuyor.

Herkes için geçerli olmak üzere, yalan kurguların sonsuz olabileceğini göz önüne alırsak, bunların ömürlerinin sonuna kadar yalanlarının esiri olmaları hiç de garip olmayacaktır. Mihrac Ural sendromunu toprağa birlikte götüreceklerdir. Hayırlı olsun demekten başka bir şeyimiz olmayacak.  

Allah kimsenin sırtına böylesine kirli bir kamburu dayamasın; bu açıdan benzer aramaları boşunadır diyoruz. İtirafçı Engin, bunu 19 Ağustos 1977 ‘de polis bileğini tutuğu an düşünecekti. Ama gerçek bunun da ötesindeymiş; belgelerle ispat edildiği gibi Engin yakalanmadan önce polis organizasyonunun bir parçası olarak çalışmış, Ankara, İstanbul ve son olarak TKEP tasfiyesi içinde  ortağı İbrahim’le birlikte yer almış.

İbrahim Yalçın için söylenecek şey yok, o bir MİT ajanı olarak Acilcilere girdi, resmi olarak görevine devam ediyor.

Yumurtalar, yumurtalar…

Engin aptalı, günü birlik yaşadığı sendromun kabusları altında akıl almaz zorlamalarla ürettiği yumurtalar,  polis imalatı Özel Harp Dairesi ajanı olduğu gerçeğini örtemiyor. Esiri olduğu kaderi iliklerine kadar acıyla yaşamaktan kurtulamıyor. Bir ömür boyu yalan üreterek bu yolda toprak olacak zavallı.

Belgesiz kanıtsız, hasım iddiasıyla kim kimi suçlayıp kimi ikna edebilir ki.

Bizler iddia ettik ve el yazılı belgeleri koyduk. Önce bunları temizlesin temizleyebilirse. Sonrası kolay gelir.

Sonradan aklına gelmekle hasım karalamaları yapmanın ecele faydası yoktur.  Hele hele siyasi düzeyi sıfır olan birilerinin yazabileceği tek şeyin karalama olduğu bir koşulda, kamburunu örtmesinin imkanı yoktur.

El yazılı belgeleri ve kanıtları, el yazılı gizli yazışma mektuplarını orijinal haliyle izlemek isteyen okur için iki link vermekle yetineceğiz. Laf kalabalığı yerine orijinal belgelere bakmak yeter de artar.

172. DOSYA, İBRAHİM YALÇIN MİT AJANIDIR, MUHATABIM OLAMAZ


İBRAHİM YALÇIN
BİR MİT AJANIDIR
MUHATABIM OLAMAZ 


Şerif YILMAZ
26 Temmuz 2010 

İbrahim Yalçın’ın MİT ajanı olduğunu kendi el yazılı itirafnamesiyle, devrimci kamuoyuna belgeli olarak aktardık. Bu bitti. 

Sırtındaki bu kamburu örtmek için çırpınıyor. Hem de sözüm ona siyasi maskeyle "mücadele" veriyor, 20 yıl kanatları altına sığındığı TKEP'in işi bittikten sonra, arlanmadan Acilciliğe soyunuyor. Yeni, devam eden görevlerle ihbar üzerine ihbar yapıyor. Şerif Yılmaz’ın gerçek adı şudur diye sallayıp duruyor. Görevi gereği gerçek isim verme telaşı yaşıyor. 31 yıl önceki bir örgütsel eylemde şehit olan yoldaş üzerinden bunu yaparak, onurlu direniş tarihiyle devrimci hareketin önemli bir mevzii olan örgütümüze kara çalmaya çalışıyor.

Güneş balçıkla sıvanmaz. 3 yıldır durmadan kendileri yazıyor kendileri okuyorlar. Mücadele sürecine, şehitlere takmışlar, çamur atarak bu örgütte bu güne dek hiçbir karşılık beklemeden özveriyle çalışan insanları karalamaya çalışıyorlar. Gerçi bunu anlamak zor değil. Onlar görevlerini yerine getirmekle yükümlüler, Özel Harp Dairesi sorumluluğu!

Biz de kendi işimizi iyi biliyoruz; örgütlü insan sorumluluğuyla, demokrasi mücadelesinde bir duruş sahibi olma adına tüm imkanlarımızı değerlendiriyoruz. Önüne geleni karalamakla içine düştükleri kaos, bu devletle olan savaşımızı daha da anlamlı kılacaktır. 

Ülkemiz devrimci hareketinde görevi başında şehit olan binlerce yiğit var; Mahir Çayanlardan Deniz Gezmişlere, İbrahim Kaypakkayalara, İlker Akmanlardan Yüksel Eriş’e, Ömür Karamollaoğluna, Süham Överden İbrahim Bakırcı yoldaşa, Hanna Maptunoğluna, Filistin halkının haklı davası uğruna mücadelede şehit düşmüş kahraman yoldaşlarımıza kadar... Her biri farklı farklı kademlelerde üstlendikleri sorumluluklar çerçevesinde mücadele alanlarında şehit oldular. Bu süreci yöneten insanları, eylem sonuçlarından dolayı katil ilan etmek, yalnızca devletin ve işbirlikçilerinin işi olabilir; devlet bunu her zaman yaptı da. 74-80 dönemi burjuva basınına bir göz atmak bunu anlamak için yeterlidir. Bu gün bile, Kürt halkının genç evlatları taş atarak sokaklardaki tepkiyi örgütlerken; Başkan Öcalan’ı ve Kürt özgürlük hareketini bebek katili ilan edenler de aynı çevreler değilmidir?

Örgütsel  mücadeleyi, kuşkulu, müphem, şaibeli kılma gibi çabalarla varılmak istenen şey, devletin psikolojik savaş yöntemleriyle, halkın devrimci değer yargılarına yönelik olumlu yaklaşımlarının önünü kesmektir. Bu süreçte görev alanlar, maskeleri ne olursa olsun tek bir amaca hizmet ederler, o da on yıllardır demokrasi ve özgürlük uğruna mücadelede inşa edilen olumlu her şeye karşı devletle saf belirleyip, kirlilik üretirler. Kurgu üretirler. Yalan üretirler. Bu da savaşın bir yanıdır, bu cephede maskeleri düşmüştür. O'nu (onları) iyi tanıyoruz. Bu çerçevede de hesaplaşacağız!

MİT ajanlığı belgeyle, el yazılı itirafıyla kanıtlanmış bir ahlaksız olan İbrahim Yalçın’ın işi gücü bu. Malum şahıs, görevli ! İstanbul’da şüpheli ortaya çıkışından, Ortadoğu’ya gelişine ve Avrupa’ya geçişine kadar, her dönemi soru işaretleriyle dolu operasyonlar, ihbarlar. Hayatında komplocu, ihbarcı raporlar dışında tek bir satır yazı yazmamış bu şahsın çabasını tüm Acil camiası net şekilde biliyor ve yakından takip ediyoruz. Ayrıntılar için http://tarihselhainler.blogspot.com adresine bakabilirsiniz.

Bu ahlaksız cezasını beklesin, Acilci sabrıyla söylüyorum beklesin…  

Muhatabım değildir. Hiçbir zaman da muhatabım olmayacaktır… 

Şerif Yılmaz’ı, en iyi bilen yoldaşlarıdır. İşkencede, cezaevlerinde, askeri ceza evlerinde, sürgünde ve örgütsel görevlerde bu gerçeği bilenler, bu örgütün iradesi ve emektarlarıdır; devlet görevlisi bir kuklanın ne söylediğini muhatap almak bana düşmeyecektir. 

Örgüt arşivi örgütsel eylemin her aşaması için bilgilerle doludur. Yoldaşlarımıza eylemlerle, şahıslarla ilgili en doğru bilgiyi yine örgüt verir. Bilgiyi başka yerde aramak yanlışı peşinen kabul etmektir. Örgütlü davranış disiplini içinde bundan daha açık ve net bir şey olamaz.  

Şehit İbrahim Bakırcı yoldaş. 1978 yılında, örgütsel çalışma alanlarımız bünyesinde yer almış çalışkanlığı ve fedakarlığıyla örnek alınacak bir yiğit, bir emekçi, bir Acilci. Devrimci mücadelede örgütsel faaliyete katıldığı andan itibaren sürekli olarak kendini geliştirme ve yenileştirme yönünde çaba gösteren yanıyla İbrahim yoldaş kısa sürede büyük adımlar atan biri hale gelmişti. Sürece ilişkin yeni önerileriyle dikkatleri çeken ve bir o ölçekte de illegal konumunu ciddi anlamda koruyabilen, hala açığa çıkmamış birçok eylemde görev üstlenmiş, örgüt tarihimizin isimsiz kahramanlarından biriydi O.

İbrahim yoldaş, örgütsel faaliyetlilik çerçevesinde Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edilmelerini protesto eylemlerinin bir uzantısı olarak 7 Mayıs 1979’da (6 Mayıs 1978 gibi uydurma bir tarihte değil) Antakya’da şehit olmuştur. Daha önce yaşadığı başarılı eylemler dışında, bu eylemin gerçekleştirildiği anda maruz kaldığı teknik hata ilk ve son hatası olmuştu. Tıpkı geçmişte Yüksel Eriş Hoca’nın, Ömür Karamollaoğlu’nun ve daha nice devrimci insanın karşı karşıya kalmış olduğu benzer ölümler misali bir sonuçla karşılaşmıştır. Görevi başında şehit olmuştur.

İbrahim Bakırcı, örgüt kongremizin “Şehitler Onurumuz ve Gururumuzdur” başlığıyla ele alınan belirlemeleri çerçevesinde, Mahirlerden günümüze merkez komitesi onursal üyeleriyle birlikte devrim şehitlerimiz arasında ifade edilerek, tarihe mal olmuştur. Bu anlamda örgütümüz binlerce isimsiz kahramanı arasında adı kayda geçirilmiş, unutulmamış ve uğruna ölümlere gittiği davada mücadelemizde bayrak olanlar arasında yerini almıştır.

İbrahim Yalçın adlı bir kiralık polis ajanının (ki, ihbar karşılığı aldığı paranın itirafı ve ayrıntıları, polise teslim ettiği isim ve adresler, tel. numaraları.. kendi el yazılı ifadesinde daha önce yazılmıştı) devrimci kisveyle, bu kadar pişkin, onursuz ve ahlaksızca, utanmadan, sıkılmadan, hiçbir şey yapmamış gibi hala görev ifa etmesi karşısında, devrimci kamuoyunun daha duyarlı hareket etmesi gerekmektedir. Siyasal faaliyet adına ihbar, küfür, ölü konuşturma, iftira ve provokasyonlarla, yalan dışında hiçbir şey üretmeyen devletin çanak yalayıcılarına karşı sessiz kalmamalıyız.

 Şehitlerimize karşı verdiğimiz sözlerin arkasında duracağız. Bu bir mücadele sürecidir, haklıların haksızlara karşı kavgasıdır. Onlar haksızlar olarak devletin safında şu ya da bu şekilde zulmedip saldıracaklar, bizler de halklarımızın özgürlük ve demokrasi uğruna mücadelesinde devrimci direniş bayrağımızı yükselterek kavgamızı taçlandıracağız. Bu sürecin şahidi tarih olacaktır, uzun soluklu, inatçı ve sabırlıyız. Hiçbir şey bitmiş değil, inanıyoruz, kazanacağız. Halk düşmanlarından hesap soracağız…
 

171. DOSYA. ÇEYREK ADAMLAR

Engin Erkiner polis elamanıdır, ortağı da MİT ajanı İbrahim Yalçın’dır.
ÇEYREK ADAMLAR
1988’de Acilciler’den 40-50 kişi kopup TKEP’e katıldık diyor. Öyle olsun.
Sorumuz çok basit. Bırakın Acilcileri, 3 yıldır sürdürdüğünüz karalamalara rağmen, TKEP’e iltica edenlerden kaç kişiyi ikna edebildiniz, bunlardan kaçını bir araya getirebildiniz?
Sayılar ortada %1’ni bile bir araya getiremediniz. Eski kader birliği arkadaşlarınızdan üç kişiyi bile ikna edemediniz.
Çünkü siz kocaman bir yalansınız. Boş teneke sesi görevlilersiniz.
Siz, TKEP’i de tasfiye eden, Özel Harp Dairesi imalatı
 Bir polis organizasyonusunuz.

Süleyman Sait
6 Temmuz 2010

Kime çeyrek adam denir?
Adam olmayana.
Davranışları, iddiaları, böbürlenmeleri yalan kurgular üzerine aldatma üzerine kurulu olanlara bizim yörelerde çeyrek adam denir. Ölçü basittir, sayılarla da ifade edilir. Çeyrek adam, zor karşısında teslim olar, sorumsuz olur kaçar. Kaçarken arkasına bakmaz, fırsat ele geçince kaçmamış gibi davranır. Ancak bir kez onu herkes tanımıştır, çırpınışları boşuna bir araya getirmek istediği kendi türünden insanları bile bir araya getiremez.
Çeyrek adamların tarihi kirlidir bu yüzden topluluk içinde olamaz topluluk sorumluluğu alamazlar.
Bu vasıflar bize İtirafçı Engin Erkiner’i  tanıtır. 29 yıllık TKEP’lidir. 1982  Haziranından itibaren TKEP saflarındadır. Ama uğruna mücadele ettiği örgütün sorumluluğunu almaz, onu yok sayar. Çünkü TKEP tasfiye edilmiştir. Üstelik kendi marifetiyle polisle işbirliğiyle bu tasfiye gerçekleşmiştir. Tıpkı 19 Ağustos 1977’de Acilcileri de tasfiye etmek üzere itirafçı olduğu gibi; daha da öncesi Ankara’da örgütün polise verilmesi, Ömür Karamollaoğlu’nun ölümüne yol açtığı gibi.
Bu süreç tüm yönleriyle aydınlandığında bu adamın polis olduğu da açıkça ortaya çıktı. İstanbul’a taşınması ve İbrahim Yalçın diye biriyle buluşması, esasında bir polisiye buluşmaydı. Sonrası ise belge ve kanıtlarıyla kendi el yazılarıyla bu gerçek ortaya konmuştur.
Engin Erkiner ve İbrahim Yalçın MİT hesabına, özel harp dairesi yöntemleriyle devrimcilere saldırı ve karalama için organize edilmiş bir ikilidir. Kuklaların çeyrek adam olması da bununla ilintilidir.
Çeyrek adamın hayatı hiçbir baltaya sap olmamasıyla tanınır. Bizler bunu normal bir olay saydık; dengesiz, düzeysiz bir solcunun savruluşu olarak sandık; Öyle değilmiş, gittiği her örgütün çökmesinde rol oynama görevi olduğu açığa çıkmıştır.  Girdiği her örgütün başına bir şeyler geliyordu. Devrimci bağışları Küba sahil gazinolarında yemek de bunun üzerine eklenmiş bir ahlaksızlık olarak ele almak, artık bilmem neyin hesabını sormak olacaktı. Çirkin insan çeyrek insandır yaptığı her şeyde bir ahlaksızlık vardı; TKEP sempatizanı, Antepli İbrahim Yıldırım adına şirket kurdurup ortalığı tokatlamaları ise yaşam çizgilerinde emekten ne anladıklarını göstermeye yeterlidir.
1982 ve 1988’de Acil hareketinin mücadeleyi yükselttiği bir kesitte. Kongresini, konferansını, sol içi ittifaklar kombinezondaki yerini,  Filistin halkıyla dayanışmasını, ülkede faaliyetlerini tüm gücüyle yerine getirirken bu adam uzaklardan yeni tasfiyeler için örgütümüze el uzatıyordu. Bölgenin savaş ortamından kaçmak isteyenleri Avrupa’nın rahat ortamına davet ediyordu. 80’nli yıllar bölgemizin ağır savaşa yıllarıdır. Her alan ve har an savaş ortamı içindeydi.  Filistin askeri kamplarında eğitim amacıyla bulunan örgütümüz her şeyiyle bölge savunması için, Filistin halkıyla dayanışma için kararlı bir tutum içindeydi. Ancak itirafçı Engin’in kirli elleri el yazılı mektupları oyun içinde oyun örüyordu. Kimi korkaklar, sinsi yılanlar daha sonra “Filistin Günlüğü” adı altında kitap yayınlama utanmazlığı içinde olanlar, savaş arifesinde, bu itirafçının ve TKEP’in çirkin oyunlarıyla ilk kaçanlar olmuştu.
Örgütümüz savaşa Filistinlilerin yanında ve bölgeyi savunma çabası içinde bulunma kararı aldığı bir sırada, bunlardan ihanet geliyordu. İtirafçı, milliyetçidir, Arap düşmanıdır, Alevi düşmanıdır, bu gün Kürt özgürlük hareketine “devrimci katili” yaftası yapıştıran bir ırkçıdır da. Önceden ilkel karanlık oda devrimcileri olarak kitle içine çıkmayan kişilerden olduğunu sanırdık Öyle değilmiş, kitleler içinde çalışmak onun için görev sahasında deşifre olmak demektir polisliğinin açığa çıkması demektir. Bu yüzden Güney bölgesi etkin kitle çalışmalarına şiddetle kin beslemiştir. Rahat at oynatacağı karanlık oda kulislerini ona verilen görev için en uygun alan olarak görmüştür. Orta-doğudan kaçarken de aynı nedenler geçerliydi. Avrupa’nın rehaveti görev ifası için bir fırsattı. Avrupa üzerinden kirli emellerini orta-doğuya uzandıracaktı. Bunu da alçakça yaptı.
El yazılı mektupları yakalanıp açığa çıkınca da bu faaliyetin altında, o kesitte MİT’in Lübnan’da cirit atan Eymür vb. adamlarının işleriyle bir kesişme içinde olduğunu anladık. MİT örgütümüze olduğu kadar tüm devrimci harekete karşı organize işler içindeydi.
 Bu noktada birebir bir ilişki olup olmadığı ise sorgulanabilir.  MİT ajanı İbrahim Yalçını 1 kongremize gönderenler bölge çalışmasını koordine edenlerin olması ve bu satılmışın Engin Erkiner’le TKEP tasfiyesinde birlikte olması bu şebekenin geçmişten itibaren özel olarak organize edildiğini göstermektedir. 
Araştırmalar, İbrahim Yalçın’ın örgüte girmeden MİT hesabına İstanbul devrimci çevrelerine sokulan bir elaman olduğunu, belge, tarih ve kesin kanıtlarla gösterildi. Engin, Ankara Acilciler örgüt birimini polise teslim edip, Ömür’ün ölümüne yol açarak İstanbul’a taşınması ve İstanbul’u İbrahim Yalçın’la beraber polise teslim etmeleri,  bu sürecin nasıl da zincir halkaları gibi birbirine bağlandığını göstermeye yeterlidir.
Bu sürecin son halkasında bu ikili, kendi el yazılarıyla kendilerini tanımlarken MİT elamanı ve itirafçı olduklarını belirtmeleri iddialarımızın açık kanıtı ve belgesi olarak örgüt tarihi içinde yerini almıştır.
Engin Erkiner kendini tanıtıyor:
Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İbrahim Yalçın kendini tanıtıyor:
Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " (İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)
Tüm bilgiler ve kapsamlı açıklamaların tümünü alttaki linklerde bulmak mümkün
Bu cümleler, ikilinin devrimci hareket içinde nasıl bir rol aldığını göstermek açısından, Türkiye devrimci hareketi tarihi içinde ortaya konan en önemli kanıttır.
İddialarımızı belgesiz ve kanıtsız öne sürmeyeceğimize söz vermiştik. Bu kişilere yönelik kaygı ve suçlamalarımızın tümünü, kendi el yazılı, imzalı belge ve kanıtlarla ortaya koyduk. Bu konuyla ilgili 150’ye yakın dosya oluşturduk. Bu dosyalar da söylentiye, dedikoduya, ölü konuşturmasına prim vermedik. Kendi el yazılarını, mektuplarını ve itiraflarını, belge ve kanıt olarak koyduk. Bu nedenle şahsi hiçbir şeyleri bizi ilgilendirmedi; ebeveynleri, karıları, kız kardeşleri, ilişkileri bu tartışmaların konusu değildi, yeri de yoktu.
Gelelim çeyrek adama.
Uzatmayalım polis oldukları kesin olan bu ikilinin ayrıca çeyrek adam olmaları önemli değildir. Polis oldukları mutlak maddi delilerle ispat edildikten sonra ayrıca çeyrek adam olmalarını belirlemenin hiçbir anlamı olmaz. Çeyrek adam olmaları oluyu, TEKP’e sığınmada kader birliği yaptığı insanların bile bu gerçeği bildiklerini gösterme açısından önemlidir. Bırakın Acilcileri TKEP sığınmacıları bile bunların MİT ajanı olduğunu biliyorlar. Bunun ispatı için çok uğraşmaya gerek bile yoktur. Kendi verileri, kendi açıklamaları, TKEP’e ilticada kader birliği yaptıkları insanların %1’ini çevrelerinde toplayamamış olmaları bu gerçeği bir başka açıdan yeterince vermiş olmaktadır.
1982-1988 sürecinde Acilcilerden kaçarak TKEP’e sığındılar. Bu ayrılıkta çok kişi olduklarını iddia ettiler.  Kabul.
Örgütümüz, bu kaçkınları o günde sıfatlandırmıştı; bunlar örgüt disiplinine, bölgede savaş ortamına dayanamayan, 12 Eylül ortamında görev almaktan korkan ödleklerdi. Kim ve kaç kişi olmalarının hiç önemi yoktu, dün de bu gün de bunların vasfı budur
 Şimdi bakıyoruz ki, bu ikilinin üzerinde oynadığı, çirkefleriyle ikna etmeye çalıştığı çevre tas tamam bu kaçkın çevredir. TKEP sığınmacılarıdır. Yani TKEP’li sığıntıların Acile saldırılarını yeniden örgütleme çırpınışlarındalar..
Sığınmacılar on yıllardır TKEP’li. Acille ilişkileri de yok. Birçoğu yaşamlarının yarısını TKEP’te geçirmiş, dağılıp gitmiş.  Bunların Acile saldırılarda araç olarak kullanılmaları kime ne yararı olur. Ancak çirkin kokular geliyor, devrimci düşmanlığı ve polisiye kurgular belirginleşiyor; bunun en önemli verisi kesilmeden devam eden ihbarlar. Süreci takip ettiğimizde bunun hangi sonuçlara ulaşabileceğini kestirmek zor olmaz. Bu ise başka bir yazının konusu. Bu yazıda sadece kaçkınların toplamından kaçta kaçını bu ikili etrafına toplayabildi ona bakacağız.
MİT ajanı Ayı Cemal (İbrahim Yalçın, MİT’teki kod adı Şahin), Acilden 40-50 kişi kopup TKEP’e katıldık diyor. Öyle olsun.
Sorumuz çok basit. Bırakın Acilcileri, 3 yıldır sürdürdüğünüz karalamalara rağmen, TKEP’e iltica edenlerden kaç kişiyi ikna edebildiniz, bunlardan kaçını bir araya getirebildiniz?
Sayılar ortada %1’ni bile bir araya getiremediniz. Eski kader birliği arkadaşlarınızdan üç kişiyi bile ikna edemediniz.
Siz kocaman bir yalansınız. Boş teneke sesi, görevlilersiniz.
Bu ikili, Acilden TKEP’e sığıntı olarak giden kader arkadaşlarından bir elin parmak sayısı kadarını bir araya toplamaktan acizdirler. Bunlar, TKEP’i de tasfiye eden, Özel Harp Dairesi imalatı, bir polis organizasyonundan ibarettir.
Ortak bir amaçları yoktu, sığıntıydılar, ilk fırsatta da dağılıp gittiler. Şimdi bu adamlara neyin Acilciliğini oynatabilirsiniz? Acil kelimesi, dün olduğu gibi bu gün de kanlarını dondurur. İtirafçının Acil örgütüne “Polis Akademisi” suçlaması, merkez yayın organı CEPHE’ye  saldırısı boşuna değildi, adam TKEP’li  öyle davranması da normal. Nedense bu taktiği terk ettiler, TKEP tasfiye olmuş şimdi akıllarına Acilci görünmek gelmiştir yeni görevleri de budur. Ancak bilmiyorlar, Acilciler bu virüslere karşı şerbetlidir. Önceki deneyleri trajediyle sonuçlandı, tekrarı ise komedi olarak sürüyor.
İkili, yalvar yakar “sizde yazın, siz de gelin” deyip duruyor. Ancak kimse bu kirli insanlarla adlarını bir arada tutmak istemiyor. Bir elin parmak sayısına bile ulaşamadılar. Örgütümüzün 1 Mayısta meydana inen kitlesi ya da her hangi bir etkinlikte yer alan çevresi, bunları tükürükle boğar.
Esasında TKEP’e sığınanların kader birliği de bir anlıktı. O an geçip gidince, her kes başının çaresine baktı. Abarttıkları sayının %1’ni bile bir araya getirememeleri o kesitte bile bir arada olmamalarındandır. Kader birliği yaptıkları insanların ne düşündüğünü bilmeyecek kadar aptal olanların çırpınışlarını bir başka yerde aramak gerek. Yaptıkları iş bir polisiye görevdir. Böylesi görevlerde, ne kadar çok yalan üretilirse o kadar kafalar karışır, ortalık bulanıklaşır ilkesi geçerlidir. Bu bir Özel Harp Dairesi taktiğidir. Bu taktik Nazi kökenlidir. Nazilerin propaganda bakanı Gobels bu taktiği “ yalanı büyük söyleyeceksin, sık sık tekrar edeceksin, kimse inanmasa da kafaların karışması yeterlidir” sözleriyle özetler. Bu ikili aynı kaynaktan besleniyorlar.
%1’i bulamayan çırpınışlarıyla itirafçı Engin Erkiner ve MİT ajanı İbrahim Yalçın’a söylenebilecek tek şey, Ferhat, aşkı için dağları deldi, siz de Mihrac Ural sendromunuz için biraz daha gayret edin, ha gayret çoğu gitti azı kaldı…
Bu tartışmanın en komik kişisi Engincik sayılır, kamburu çok ağır yoktan var etmek için keleme oyanlarıyla evirip çevirdiği cümleler, kahkahalara yol açıyor. Bunlar arasında tartışmaları meydan savaşlarına benzetmesi, “göğüs göğse kıran kırana savaş yürüyor” demesi ki, duyan da uzay savaşları başladı sanacak. Zavallı, hayatı boyunca çevresinde sorumluluğunu üstlendiği bir çevresi olmayınca, üç beş kişiyle meydan savaşı verileceği sanısına kapılıyor (fildişi kulelerin karanlık odalarında polis ajanı olmanın doğal sonucu, mazur görülmeli ).
İkili TKEP’e iltica ettirdikleri sayının %1’ni bile bir araya getiremediler. Bunlara çeyrek adam derken hiçte haksız değiliz. Esas ölçüleri %1’dir; bu ölçünün Doğu Perinçek partisinin (İP) seçimlerde aldığı oy oranını göstermesi ise ilahi bir adalet gibidir.  Aynı ihbar medresesinin insanları aynı kaderi paylaşıyor. İhbar şebekeleri hiçbir zaman tolumun ve toplulukların %1 bile olamazlar. Bu onların kaderidir; muhbirler her zaman azınlıktadır.
TKEP’li bu ikili, bu nedenle hiçbir zaman Acilci olamadı. Acilci iradeyle mücadelesine devam edenleri etkileyemedi.
Şimdi gitsinler TKEP sığıntıları arasında  %1’lik oranı yükseltsinler, çeyrek adam olacak kadar çevre edinsinler. Ondan sonra yalan kurgularla, süre giden boş teneke gürültüsü çırpınışlarını sürdürsünler.
Kader arkadaşlarını bir araya getirmeyi bile becerememeleri bir yana, sitelerinde çeşitli nedenlerle bir yazı yazıp ortalıktan yok olanları saysak bile, bir elin beş parmağını oluşmuyor. Birer tepki yazısı yayınlayanların çoğuyla yapılan görüşmelerde, bu ikiliyle asla birlikte olmadıklarını ve olmayacaklarını İbrahim Yalçın’ın kesinlikle MİT ajanı olduğuna inandıklarını dile getirdiler; bu satılmış adam, kendisi hakkında kimsenin kuşkusu olmadığını iddia ediyor. Doğrudur, İbrahim yalçın MİT ajanı olduğu hakkında tek bir acilcinin kuşkusu yoktur. En ehveni şer olanı Acilden TKEP’e sığıntı geçen İ.D.  O da satılmış adamın MİT karşısında “zaaf gösterdiğini” sitelerinde açıkça yazmıştır; önce gitsin, kader arkadaşına cevap versin, onu ikna etsin. Bizim de buradan ekleyeceğimiz şey şudur, bir kez yapanın bin kez yapmayacağının garantisini verebilecek bir tek kişi varsa beri gelsin.
Bu satılmışın adamın Nazi propaganda yöntemiyle salladığı komik yalanlardan biri de Mihrac Ural’ın “SAMSUN’da İBRAHİM EVREN diye bir kişiyle birlikte yakalandığı” iddiasıdır. Bu yalan türü Gobels’in dudaklarını uçuklatacak cinstendir. Kendini aşmış bir türevdir, daha doğrusu bir tür havlamadır…
Mihrac Ural değişik yazılarında yakalanma olayın tartışmaya yer bırakmayacak açıklıkta izah etmiştir. “Ankara Yukarı Ayrancı’da, 10 Mart 1978 de lakabı Binbaşı Eşber ve onun denetiminde olan adını bilmediğim bir yoldaş, Semra ve Rezan adlı bayan yoldaşlarla birlikte, bir binanın bodrum katında yakalandım; Ankara’da elektrik işkencesi dahil her türden işkenceden geçerek sorgulandım. Ankara’nın ardından direk İstanbul emniyetine teslim edildim. İtirafçı Engin Erkiner, 19 Ağustos 1977 yakalanmasında, diğer yoldaşlarımla birlikte, polise ilk kez afişe edildiğimiz yerde İstanbul’da açılmış olan “Bombacı Leyla” davası nedeniyle de tutuklandım; Ankara’da elektrik işkencesi bilinen manyetolu telefon işkencesi değil, ani, kesik kesik, şok elektrik vererek, şalter indirip kaldırma şeklinde uygulandı.”  Bundan daha fazlasını aktarmaya gerek bile yok.
İbrahim yalçın MİT ajanıdır ve bu görevle Avrupa sahasında işine devam ediyor. Yalanın, en ahlaksızını, akıl zoru şekillerinin üretmektedir.
Daha önce de başka arkadaşların yazılarında dile geldi. Bu tartışma bitmiştir, son sözleri de söylenmiştir. 
3 yıldır aklın almayacağı hayal ve yalan ürünü karalamalara rağmen özel harp dairesinin kuklaları bu ikili sonuç alamamıştır. Özel harp dairesi devrimci hareketlere, yükselen ve gerçekçi davasıyla devleti rahatsız eden devrimci çıkışlara karşı kullandığı bu karalama yöntemi bu ikili elindi, 3 yıllık çırpınışlara rağmen iflasla sonuçlanmıştır.
Halk davası karşısında, polisin inandığı bir dava yoktur. Polisin kuklası olarak dava güdenler iflası da bir kader gibi beklemeye mahkumdurlar. Bu kaderi paylaşmak isteyecek bir kimse olamaz. Çevrelerinde kimsenin olmaması da bundandır. Mihrac Ural’ın siyasal yorum yazılarının arkasından nal toplayan, hayatında siyasi yazı yazmasını bile beceremeyen çeyrek adamların, bu yüzden yaşadıkları bunalımı, çıkışsızlığı da çok iyi anlıyoruz.
Çeyrek adamlar, kirli adamlardır.
Devrimci hareket tarihinin en çirkin insanları muhbirlerdir ajanlardır, itirafçılardır. Bunlar bu vasıftadır ve bunu tüm devrimci kamuoyu teferruatıyla bilmektedir. Aralarına dışarıdan gazel okuyup katılanlar bile bunu özel yazışmalarda açıkça itiraf etmiş bulunmaktadırlar.
Çeyrek adam, hep satar; çünkü o teslim olmuştur, hezimetini örtmek için de benzer aramaya mahkumdur. Zül çeyrek adamın şanıdır. Histeriye varan çırpınışları da bundandır.
Çeyrek adam hesap üzerine çok konuşur, çünkü hesapsızdır.
 Acelesi yok beklesin, faturanın kime kesileceğini iliklerine kadar hissederek görecektir. Dünyanın öbür ucunda saklansalar da sigara izmariti gibi ezilecekler, kurtuluş için ölümü bin kez arzulayacak ama bulamayacaklar…