20 Ara 2010

THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması No: 24



 THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması      
20 Aralık 2010 / No: 24


BU DEVLET
KATLİAMLARIN DEVLETİDİR!


19 Aralık bir karanlık gündür. Bu gün Kahramanmaraş katliamının başlangıç günüdür (19 - 26 Aralık 1978). Üzerinden 32 yıl geçti, yarası hala sıcak hala kanıyor.
Devlet destekli sivil faşist güçler, düşman bildikleri, bilinçaltlarının karanlıklarında yatan, yüz yıllar boyunca öğretilen iftira ve kin güdüleriyle, Alevi evlerini, iş yerlerini işaretlediler. “Kanı helal” diye de toplu katliama yöneldiler. Devlet, açık-derin güçleriyle katillerin arasındaydı, onların örtüsü ve koruyucusuydu.
Aleviler değişimden yana, zulme karşı, mazlumdan yana tutumlarıyla bu ülkenin ve halklarının uğradığı haksızlıklara karşı çıkıyorlardı. Öğretileri, yol edindikleri geçmişlerinin bilgeleri çizdiği yaşam tarzları buydu; ilerlemeden yana, insanlıktan yana özgürlükten yana bir duruş içindeydiler.
1970’li yıllar Dünyanın en keskin saflaşma yıllarıydı. Bölgenin ve ülkenin de bunun etkisinde ezenlerle ezilenler, sömürenlerle sömürülenler, haklılarla haksızlar arasında derin bir saflaşmaya yönelmişti. Bu süreç etkisini ülkemizde de gösteriyordu.
Toplum saflaşmıştı ve Aleviler haklının yanında, kendi hakları için de mazlumdan yana saf belirlemişti. Bu, Alevilerin kendileriyle barışık olan en doğal durumlarıydı. İşte devletin havsalasının almadığı da buydu. Farklılık, bu devletin asla içine sindiremeyeceği bir tehlikeydi. Bu yanıyla Alevilerin varlığı bile, “imhası gereken bir tehlike” olarak algılanmıştı.
Sığ dünyaların politikaları altında, milliyetçiliğin en rezil cinsi ırkçılıkla bezenmiş yönelimlerle, statülerinin esiri akıllarla bu devlet, Alevilerin katledilmesi için elinden geleni yapmaktan çekinmeyen bir devlettir. Kahramanmaraş katliamı bunun en yalın anlatımıydı. Devlet, sivil faşist güçlerle birlikte Kahramanmaraş’ta suçsuz 111 vatandaşı katletmiştir. Bunlar arasında doğmamış bebeler ana karında şişlenerek öldürülmüş, çocuklar, kadınlar ve yaşlılar ise insanlık dışı yöntemlerle doğranmıştır.
Maraş katliamının failleri ise, aradan 32 yıl geçmesine rağmen, yeni bir katliam için gözü dönmüş sürüleriyle saldırmaya hazır oldukları gözlemlenmektedir. Bu gün (19 Aralık 2010), Kahramanmaraş’ta, 1978 katliamı anısına yapılan protestoları balkonlardan seyreden tetikçiler, sokaklara sürdükleri ikinci nesil modüllerinin yöneticileri olarak duruyordu. Bayrak yarışı gibi, elden ele taşınan katliam güdüsü, genetik bir miras gibi bu gün de  şehvetle işe koyulmaya hazırdı.
Maraş katliamının üzerinden 32 yıl geçti. Bu katliamda gerçek sorumlular, hiç yargılanmadan “kurtuldu” ya da göstermelik yargılanıp beraat edildi; Derin devletin organizatörleri ise gün yüzüne çıkarılamadı. Devlet bu katliamı planlarken, gerçek sorumluları koruma, yakalanan tetikçileri ise zaman içerisinde kurtarmayı kurgulaşmıştır; bunların tümü gerçekleşti. Bu gün 32. Yıldönümünde ele başlar, kin ve nefretle protestoları izliyor yeni katliamlar için sokaktaki güruhlarını, protestocuların üzerine salıyordu.

Bu kanlı günün ve tüm kanlı günlerin anısı, artık bizi yolun sonuna getirmiştir. Bu kirli tarihin aşılması için yapılması gereken çok şeyin olduğu, bunun için de hiçbir özveriden çekinmemek gerektiği açığa çıkmıştır:
İnsanın var olma ve yaşamı sürdürme arzusu, öncelikle doğal olmayan her ölümü engellemek için bir çabayı gerektirir; uygarlık bilinci, bu arzunun en insanca olanı ve sonucudur.
Bunun en kestirme yolu tarihle yüzleşmektir, bu karanlık dönemleri toplumsal bilinçte sona erdirmektir, bunu başarabileceğimizi görmektir. Bu en insanca görev, kelimenin gerçek anlamıyla, boynumuzun borcudur.
Böylesi bir adım önemli engellerle karşı karşıyadır. Bu engeller de öncelikle Alevilerin kendileridir.
Alevilerin tarih algıları, Kerbela’nın direnme çizgisine yükselmeden, hükümranların Aleviler üzerinde oynadığı oyanlar ve katliamların bitmesi çok zor olacaktır. Bu açıdan Alevilerin kendi tarihleriyle yüzleşmeleri, devletin kendi tarihiyle yüzleşmesinden daha önemli ve önceliklidir.
Bunu başaranlar, bu günü yarına, barış içinde bir arada yaşama ortamına taşıyabilirler. Alevilerin daha cesur olmaları, haklarını tutarlılıkla savunmaları, yakaladıkları yükselişe daha çok omuz vermeleri gerekmektedir.
Ancak bu da yetmez,
Bunun ötesinde yapmaları gereken çok önemli görevler bulunmaktadır. Bu ülkede farklılıklara karşı işlenen zulmün bilincinde olmak, çevresini görmek ve onunla ilgili sağlıklı-tutarlı bir duruş sergilemek gerek. Bu konuda daha çok mesafe almaları gerek. Alevilerin, Kürt halkının özgürlük ve demokrasi mücadelesinde sergilediği yetersiz tutum, daha aktif ve etkin hale gelmelidir. Bu ülke ancak, farklılıkların mücadelesiyle daha barışçıl daha güvenilir bir ülke olur, kirli savaşları biter,  barış içinde yaşam ortamı yaratılabilir. Gelecek kuşakların bizden beklediği de tas tamam budur.
Bu devlet, farklı olanlara yaşam hakkı tanımayan bir devlettir. Öyle kurgulanmış öyle yaşatılmıştır. Tüm devletler bir baskı ve zorbalık aracı olarak işlev görür. Ancak bu devlet kendi toprağında barışık ve güven içinde yaşayanları “kılıç hakkı” adı altında egemenlik altına alan bir devlet olmasına karşı vatandaşına karşı kini ve kıyımı ilke edinmiştir. Bunun için tarih boyunca, Osmanlı aklı gereği farklılıklar katledilmiştir; katli vacip sayılmıştır. Bu yaklaşım, Osmanlıdan farklı bir planla kurulduğu iddiası taşıyan Cumhuriyette de değişmedi.
Cumhuriyetteki Osmanlı, Osmanlıdan aldığı bu algılarla farklılıkların peşine düştü. Alevilere karşı Koçgiri, Dersim, Çorum, Maraş, Sivas-madımak gibi toplu kıyım girişimleri değil, Koçgiri - Şeyh Sait – Dersim ve sonuncusu 1984 Eruh-Şemdinli ayaklanmalarına karşıyla katliam serisiyle Kürtler üzerine yürüdü. Yüz binler katledildi. Dereler kan aktı göller kan pıhtısına dönüştü. Bütün bu vakıalarda, tek suçlu ve hala suçlu olan devletti.
Devletin işi vatandaşını katletmek üzerine kurulmaz tersine onu korumak üzerine kurulur. Bu devlet bunun tam tersi olan bir devlettir.
Bu devletin kirli elleri, sadece farklılıklara değil, düşünceye de kıyımı reva gördü. Sonuçta düşüncede farklılıklar arasında sayılarak, kanının akıtılması gerekli sayıldı.
19 Aralık 2000 günü böylesi bir kanlı gündü.
İstanbul Bayrampaşa cezaevi bu kanlı kıyımın alanı ve tanığıdır.
Devlet, düşüncesinden dolayı tutsak ettiği, zindana işkencelerden sonra doldurduğu kendi vatandaşına, mümkün olan en güvenli, en korunmalı yer olan zindanda bile ölümü dayatması, bu devletin nasıl bir delilik sınırında olduğunu göstermeye yeterlidir.
Bu amaçla bu devlet, zindan yalnızlığına yeni yalnızlıklar eklemek isteyen ve mahkumları tek tek, köşeye sıkıştırılmış bir av haline dönüştürmek isteyen F tipi zindan (tecrit amaçlı hücre sistemi) dayatmasıyla ortaya çıktı. Tutsaklar bu “tecrit hücrelerinde ölüm” kararına boyun eğmeyeceklerini ilan ettiler. Bir dizi haklı taleple, ölüm oruçlarına başladılar. Bu girişim halkın etkin desteğini de alarak boyutlandı. Toplumun tüm kesimlerinde yankı uyandıran ölüm oruçları, devleti tedirginliğe haksızlığıyla halkın karşısında çıplak durmaya götürdü.
Bu gelişme bir diyalog ve barış ortamı içinde tutsakların sorunlarını çözmeye götürmesi gerekirken, bildik algılarıyla bu eli kanlı devleti bir kıyım operasyonuna yöneltti.
19 Aralık 2000 günü, böylesi bir karanlık gün olarak, mahkumların hak arayışını kana buladı.
19 Aralık 2000 Bayrampaşa ceza evinde, tutsaklar yakıldı. Şu ana kadar bilinmeyen zehirli ve yakıcı gazlarla pişirildi. Yanık yüzleriyle, o cehennemden çıkıp gelmiş eski mahkum ve tutukluların anıları hala insanı ürperten, insanlığından çıkaran bir tablo olarak ortada durmaktadır. Bu görüntü ve anıları yürüklerin dayanması çok zordur. İnsanlık onurunun ayaklar altında bu ölçüde çiğnendiği çok az olmuştur. Bu devlet, Nazi yöntemleriyle, güvenliklerinden sorumlu olduğu tutsakları katletmiştir.
28 devrimci katledildi,  600 tutsak da yaralı ve sakat. Yeryüzünün yazılı-sözlü hiçbir yasası, savaş yasaları dahil hiçbir semavi yasa bu insanlık dışı ölüm denklemine geçit vermez. Bu devlet tüm yasaları ayaklar altına alın bir devlettir.
Bu devlet zindanlarda tutsaklara zulüm etmekle sabıkalı bir devlettir.
Mamak katliamı ve zulmü, tarihin asla unutmayacağı Diyarbakır cezaevi katliamı ve işkenceleri, bu devletin kimlik kartıdır.
Bu devlet, açlık greviyle baskıları protesto eden ve hak talebinde bulunan mahkumlara karşı “Yaşama Dönüş Operasyonu” diye insan yaşamını alaya alan ölüm operasyonları devletidir. 19 - 22 Aralık 2000 günleri Bayrampaşa zindanında bir ölüm denklemi günleriydi; ağır silahların, buldozerlerin, yakıcı gaz bombalarının ölüm saçtığı günlerdi.
Bu devlet, vatandaş algısı olmayan bir devlettir; dağda kovalar, düzde tutuklar, zindanda katleder, yurtdışı operasyonlarla da akıl zoru silah, istihbarat ve dış destekle ölüm saçar. Ortak ülkemizi karanlıklara gömen bu devletin aşılması, bir toplumsal yaşam gereği haline gelmiştir.
Bu kirli tarihle yüzleşmemizin doğal bir hak talebi haline dönüşmesinin nedeni de tas tamam burada yatmaktadır. Aşmamız gereken bir karanlık tünel haline gelen bu devletin tarihi, sorumluluğu alınmayacak bir tarihtir; bu tarih yadsınması gereken, özeleştiriyle aşılması gereken bir tarihtir.
Bu devlet tarihsel bilinçaltıyla, statüleriyle kıyımı bir yaşamsal yöntem edinmiştir. Geçmişte yaptıklarını bile aratacak yeni kıyımları yapmaktan da çekinmeyecek bir devlettir. Bunu besleyen yapısıyla da toplumsal yaşamın barışını bozmaya devam etmektedir; etnik kışkırtıcılık, inanç kışkırtıcılığı düşünsel kışkırtıcılıkla ülkemizin tüm gerginliklerinin tek nedenidir.
Bu karabasandan kurtulmak bir haklı taleptir. Bunun için tek yolumuz daha çok demokrasi ve özgürlüktür. Haklarımız için daha çok direnmektir.
Halkımıza davetimiz,
Herkes, imkanları ölçüsünde ve yapabildiği oranda bu yadsınmayı ortaya koymalıdır, bu direnmeye omuz vermelidir. Değişimin yolunu açmalı, eşit kurucular olarak farklılıklarımızla demokratik bir cumhuriyete yönelmeliyiz.
 THKP-C (Acilciler)