2 Mar 2011

STALİN ANLATIYOR




Çalışma masası etrafında 27 Şubat 2011

STALİN ANLATIYOR
Mihrac Ural
1 Mart 2011

Stalin yoldaş, marufu tarife gerek bırakmayan bir yoldaş. Bir bilge, bir sessiz sitemsiz gönül dolusu insanlık kültür ve yoldaşlıktan da öte her hal ve koşulda insanlık paylaşılabilecek bir can. İlk gelişi 2009 Kasım ayı başıydı. Yanımda 22 gün misafir kaldı. Kurban bayramı gelip çatınca, ülkedeki dost ve akrabalara merhaba demek için gitmesi gerekti. 22 gün değil 22 yıl da kalsa sohbetine doyulmaz bir bilgeyle birlikte olmak önemliydi. Zaten o kendi evine gelmişti.
İyi bir tarım emektarı olmuş. Her şeyde olduğu gibi bu işinde de başarılı bir mükemmeliyetçiydi; “hoca gübre vakti geldi, ağaç insan gibi onun da üzerimizde hakkı var” diye hatırlatır. Bizim kuşak hep öyle ayrıntıların ayrıntısı, sorumluluğun sorumluluğu, hiçbir şey eksik olmamalı diye düşünür.
Hayatımızın en genç günleri Stalin yoldaşla birlikte geçti. Günübirlik devrimci mücadele sürecine adanmış bir yaşam ortaklığı. Dernekler, duvar yazılamaları, seminerler mahalle ve meydanlarda kitle örgütlenmesi, miting ve gösterilere, F.Ç yoldaşla “TEKYOL DEVRİM” dergisinin basım ve yayımı, CEPHE’nin çıkarılması, Güney bölgesinden Kuzey bölgesine (Karadeniz Bölgesi), görevli olarak Ankara, İstanbul ve diğer illere, durup dinlenmeden, mücadelenin en önde olmak için, anı anına kitle örgütlenmesinden en illegal görevlere koşmak. İşkencelerde başı dik durmak. Teslim olmamak.
Stalin yoldaş anlatıyor ;
“ 9 Mart 1978 tarihinde Samsunda yoldaşım Nazifi Dinçer’le yakalandım. Takipten korunmak için aniden dolmuşlardan atlayıp sokak değiştirmek kar etmedi. İlk kez hamsiyi Samsunda yedim; Gümüş balığı ile Hamsinin farklı olduğunu orda öğrendim. 1 kilo hamsi aldık pişirmeden evimiz basıldı. Samsundan aynı gece Ankara emniyetine teslim edildik. 10 Mart 1978’de Mihrac Ural yoldaş’ta aynı evde Rezan, Binbaşı Eşber kod adlı Hüseyin Soytürk ve İbrahim ve yanılmıyorsam ayrı bir örgüt evinde Semra Esingedik yoldaş yakalanarak Ankara emniyetine getirilmişlerdi, hepimizi birlikteydik. M. Burgaz ve kardeşi Fuat’ta yakalanmıştı. Nebil Rahuma yoldaşta aynı günlerde İstanbul’da yakalanmış.
Hücrelerden Arapça türküler okuyan Mihrac yoldaş hepimize moral veriyordu. Bir o, bir ben işkenceye girip çıkıyorduk. Falakalar ve elektrik işkenceleri sürüp durdu. Yere yatırdılar tahta gibi bir şeyin üzerine, kesik, kesik, şok halinde elektrik verip kesiyorlardı. Ölüme gidip gelmek gibi…
Çok sonraları, Ankara Ulucanlar cezaevinde 12 Eylül sonrası adli mahkumlar arasına verdiklerinde, bir yaralama olayından dolayı yanıma düşen Alice Tongut adlı polis, beni de Mihrac ve diğer yoldaşları da işkence eden biri olduğunu öğrendim. Özür diledi. Bize emir verdiler öyle işkence ettik dedi. Bu polis ve işkenceci ekip bana “hadi bakalım karga gibi ya da bülbül gibi nasıl istersen öt de görelim” diyorlardı. Onlara ‘nasıl, nasıl öteceğim bir daha söyler misin?’ dedim, tekrar ettiler. Bende onlara ‘siz ötün’ dedim. Orada her şey bitmişti. Ben konuşmama kararı aldım. Bir Acilci kadro olarak direnmem gerektiğini, örnek olmam gerektiğini, bizden önce örgütü satmış itirafçılara inat dik durma kararı aldım. Böylece ardı arkası bitmez işkenceler gelip dayandı.

Unutmayacağım en önemli şey beraber yakalandığım Eskişehirli yoldaşım Nazife Dinçer’in tamamen çıplak soyularak işkence görmesiydi. Bu bana güç verdi direnmem gerektiğini, bununla ısrarlı olmamı sağladı.
9-10 gün sonra beni, Nazife yoldaşı, Semra Esingedik, Hüseyin Soytürk, İbrahim yoldaşları Antakya’ya, Mihrac ve Rezan yoldaşları da İstanbul’a gönderdiler. Samandağ Ziraat bankası soygunu dolaysıyla Antakya’da dava dosyam açılmış; sorgu sırası Antakya’da.
Diğer arkadaşlar tutuklanarak doğrudan Antakya cezaevine gönderilmişlerdi (daha sonra da oradan tahliye oldular).
Antakya emniyetinde ise çok daha feci işkence süreci başladı. Hayatımın dayağını orada yedim. Acımasız bir süreçti, tümüne direndim, Nezife’de öyle, dik durdu. 14 yıl zindan yattım, anlım açık o gün hangi onur ve bilinçle girdimse bu gün de aynı onur ve bilinçle yoldaşlığımın tüm heyecanıyla buradayım”
Bu gelişte anılar anıları takip etti. Çok şey aktardı tümünü yazıya dökeceğim; nedense aramızda en çok okuyan o, en az yazan da o. İnsanlık duygusuyla böylesine yoğrulmuş bir başka yoldaş yok gibidir. Her şeyinde insan sevgisi ve erdemi önde duruyor. Herkesin ders alacağı bir yiğit.
Adana cezaevinde başına gelen bir olay ise dizilere konu, filmlere senaryo cinsinden. Karar mahkemesine çıkarken bir gardiyan hanıma söylediği bir söz üzerine, müebbet hüküm giymiş olarak döndüğü mahkemeden eli sopalı gardiyanlar tarafından “ ’Stalin’ ölüme hazırlan” çığlıklarıyla yüz yüze kalmasını anlattı. Hasan Yüzbaşının “ne oluyor orada, kim kimi öldürecekmiş, ben buradayken benden başka kimse öldüremez” diye haykırışını anlatıyor. Stalin yoldaş, 12 Eylül rejiminin akıl almaz ruhiyatlarını bu olayla özetledi.
Hücre cezası verilmiş, Cezaevi savcısı, Cezaevi müdür kel Orhan, jandarma subayı Hasan yüzbaşı huzurunda bir divana çağrılıyor. “bu gününü tüm ayrıntılarıyla anlat” diyorlar, anlatıyor. “Gardiyana ne dedin” diyorlar, anlatıyor. “Sence gardiyan senden şikayetçi oldu mu?” diyorlar, “asla olmaz” diyor. “Hüküm almaya gidiyorsun, ruh halin bunu söylemeye nasıl müsait oldu söyler misin?” diyorlar ve “bak gardiyanlar seni öldürmek için hazırlanmışlar bile, biz de sana hücre cezası verdik” diyorlar, “olsun, yanlışım yok pişman değilim“ diye cevap veriyor. Bunun üzerine savcı bayan gardiyanın ifadesini okuyor “ Hayatımın hiçbir döneminde ve 4 yıldır gardiyanlık yaptığım bu sürede hiç kimse bana böyle güzel bir söz söylemedi. Kesinlikle şikayetçi değilim”. Savcı ağlayarak “bunlara mı müebbet cezası veriliyor, bu insanlar sevgi dolu insanlık dolu bunlar özgür olmalı, biz ne yapıyoruz, kim kimi mahkum ediyor…” diye söylenmeye başlıyor. Stalin yoldaş, cezaevi kapı altında, karar mahkemesine giderken, zorluk çıkarmadan yol açan bayan gardiyana “size bir şey söyleyebilir miyim?” demiş, o da,” buyur”, Stalin de ”çok güzelsiniz” demiş.
İşte insanlık tas tamam budur. Ölüm yolculuğunda bile insan olmak, insanca şeyler söylemek.
Stalin anlatıyor;
“2009 yılları ortalarında Haydar Kılıç diye biri telefonla arar. ‘Mihrac’la görüşüyor musun?’ diye sorar. ‘hayır, henüz görüşemedim’ der. Bir şeyler geveleyecek oldu, müsaade etmedim, “sen Mihrac’ı bilmesin, tanışıklığın yok bir arada olmuşluğun yok. Bak haydar, Mihrac’ı ben iyi tanırım” dedim. Ardından da ‘sana soruyorum Haydar, ölüme beni göndermek yerine kendisi giden bir insan kim olur, sana soruyorum kim olur? Mihrac elinde kurulu saatli bombayla, benim gitmem gereken eyleme kendisi gitti, beni göndermedi. İşte Mihrac Ural böylesi bir yoldaş. Onunla ölüme, bir değil bin kez giderim’ dedim. Cevabını almıştı.
O beni dost olarak arıyor olsaydı bunları suratına söyledikten sonra da araması gerekirdi, görüşçüme bildiğim gerçeklerime saygı gösterirdi. Ama aramadı demek ki o, beni ben olduğum için değil, ‘bir Mihrac Ural düşmanı’ bulmak için aramıştı. İşte bu sürünün en ayırt edici özeliği budur.”
Konular konuları anılar anıları takip edip durdu. Bunu örgütsel tarihimizin onurlu ve erdemli sayfalarında hep birlikte okuyacağız.
Yapıcı olmak, insan olmayı gerektirir, kirli olanlar kirliliği arar ve onun içinde boğulur