21 Nis 2010

167. Dosya: GÖZALTI...

Mehmet YAVUZ
14 Nisan 2010


Mihrac Ural'ın notu:


26 Mart 2010 Cuma sabahı, 2 yıldır süren ihbarların son hamlesini yaptılar. Devletten bekledikleri baskın gerçekleşti. 

Beklentileri vardı, ancak hiç bir şey bulamadılar.

Yılların dersleri,  önlemleri ve birikimleri itirafçıların önünü kesti;  biri itirafçı, biri MİT ajanı, bir diğeri ölü konuşturucusu ihbar çetesi kurmuş ha bire ihbar servisiyle meşgul…
Çabaları boşa çıktı. Sözün bittiği yer de burası…

Kendi kamburlarını örtmek için, benzer bulmak için, çırpınıp durdular Ahlaksızca karalama ve şaibe ürettiler. Ama nafile...

Acilcilere kimse kara çalamaz, bir onurlu direniş örgütünün militanları, kadro ve yöneticilerini yeryüzünde hiç bir güç lekeleyemez. Bunu bilmiyorlar.

 Bilmemeleri normal, 28 yıldır TKEP'li olan, hayatında kararlı bir duruş içinde olmayan, en yakınının sorumluluğunu bile üstlenmeyen, örgütten örgüte, tasfiye ve kirli işlerle uğraşanların düşecekleri yer burasıdır, burası bir bataklıktır…
 
Bu şebekeyi iki cümleyle tanımladık. Her bir cümle de kendilerine ait.

 Biri 150.000 TL karşılığı kendini MİT’e satmış, bunu 12 sayfalık itirafnamesinde, el yazısıyla dile getirmiş; "örgüt bitince de devlet arkasında olacak rahat edecek" diye de övünmüş.
 Diğeri, polis bileğini tutar tutmaz itirafçı olacağını belirtmiş, vermişler eline kağıdı, kalemi dökülmüşte dökülmüş...

33 yıl sonra, aynı görevle sahnedeler. "Sizi deşifre etmeye devam edeceğiz " diyorlar. Doğu Perinçek'in sadık izcileri görev başındalar.

 Ülkemiz, halklarımız için, demokrasi ve özgürlük için çabamız var.  Davamız, sistemle ve devletle, kuklalara ayıracak vaktimiz yok…

 2 yıldır bitmeyen yalan kurgu üzerine kurulmuş nakarat,  başlı başına iflaslarının ifadesidir. Onların anlına bir kader yazdım ebede kadar beni yazacaksınız diye, nakarat öyles sürür gider..

Aptallar anlayamıyor, bir iki yamakla sonuç alabileceklerini sanıyor. Kendilerine benzer bulmak için çırpınıyorlar. Muhatap değiliz, okura karşı sorumluluğumuz var onu yerine getirmekle yetiniyoruz
Bileğimizi bükemedikler, 2 yıl değil 200 yıl sürse de başaramazlar; güneş balçıkla sıvanmaz bilmiyorlar. Kaderlerinde boynu bükmek var, hesap vermeye mahkum olduklarını görmüyorlar.

2 yıldır çırpınıyorlar, kamburları örtülmüyor, benzer bulamıyorlar. Yazılarına bakın siyasi yazı diye bir tek satırları yok. Hayatlarında siyasi yazı yazmamış satılmışlara zaten sözüm yok. İnsanın kanı donuyor bu yüzsüzlük karşısında; Nebil’in ölümüne yol açan 2 kg altını nerede nasıl harcamış olması bir yana, örgütten habersiz böylesi bir ahlaksızlığı yapmış olması da bir yana, Nebil’in ölümüne neden olması ve MİT’ten para almış olması yeter de artar.

 Ama adam bir şey yapmamış gibi yüzsüzce hala yazıyor. Tek bir Acilci bu adamı aklamıyor ama farkında değil. İtirafçının, hayatında Acil’ci olmamış yamakların geçici yol arkadaşlıklarına güveniyor. Tek kişi olduğunun farkında bile değil. İtirafçı Engin’in “bu adam MİT’ten para almış ne diyorsun” sorusuna verdiği “onun sorunudur” cevabını bile duymuyor.  Düşmek buna derler, alçaklık budur. Beklesin o…
Bir de komiğime olan bir yamağın serzenişi ” zamanı hakem koydum” sözüme takılmış; adam aptal ya, bilmiyor.  35 yıldır dik duran Acilcilerin 40 yıl geçse de hesabın peşinde sonuç alacaklarını anlamıyor. Hayatında Acilci olmamış bir aptalın muhatap alınmayacağını kavramıyor, elimizin tersiyle iki tokat dışında bir değeri olmadığını anlamıyor,  çırpınıp duruyor; "gizli tarih, kutsal kitap" diyor, ama lağım çukurunda olduğunun farkına bile varmıyor.

Evet muhbir şebekesi isim isim belli. Komploları, provokasyonları, ihbarları da başlarına çalındı. Gerisi teferruat...
 
Onurlu insan Mehmet Yavuz, bu gerçeği şöyle özetliyor; 

"Bir yola çıkarken alçaklara yağacak karı, tepelerden esecek rüzgârı hesaba katıp sonucuna katlanırım. Doğal olanı budur.
Ne yazık ki hesaba katmadığım; tartıştığım kişilerin ne kadar alçak olduklarıymış. Alçaklara yağan kar gün gelir erir, yerinde çiçekler açar. Fakat alçaklık hep baki kalır."
Yazının tümünü birlikte okuyalım...

Gözaltı...
Mehmet Yavuz
14 Nisan 2010
Sabahın kuşluğunda köpeklerin yoğun havlamasıyla karışık kapı zilini duydum. Bu vakitte sütçü dahi gelmezdi. Merakla camdan dışarı baktım. Gözlüğümü takmadığım için dışarıda bir kalabalık görüyor ama kim olduklarını seçemiyordum. Etejerin üstündeki gözlüğümü alıp aşağı indim.

Kapıyı açıp dışarı bakınca kalabalıktan birisi;

-''POLİS'' diye seslendi.

Köpeklerim kapıya gelen kalabalığa kıyasıya havlıyor, kapıya elini uzatana saldırıyordu... Köpekleri sakinleştirip ön balkona kapadım. Bahçe kapısını açınca ekibin başında olan komiser, arama emrini göstererek evimde arama yapılacağını, benim de gözaltına alınacağımı söyledi.

Arama emrine baktım; '' yasa dışı terör örgütüne üye olmak '' gerekçesiyle ev ve arabamda arama yapılarak yakalanmam isteniyordu. Bir ekip de olası bir çatışma ya da firara karşı çevrede tertibat almıştı.

Elleri otomatik silahlı siviller içeri doldular. Evde yatanları uyandırdım. Herkes şaşkındı. Koridorlarda, odalarda elleri silahlı bir sürü sivil dolaşıyordu. Evim, didik didik arandı. Bütün laptoplar, hard diskler, flaş bellekler, cep telefonları, arşivdeki yazılı ve görsel belgeler tutanakla alındı.

Bir bayan polisin düzenlediği tutanağa göz attığımda garibime giden bir ifade oldu. Şöyle bir cümle vardı: '' Şüpheliden bilgisayar kayıtlarından kopya isteyip istemediği soruldu, ........ dedi ''

Bana böyle bir şey sorulmadığını komisere hatırlattım. Komiser, kopyalama cihazları olmadığı için arama anında kopyalama yapamadıklarını; bilgisayarları, flaş bellekleri, telefonları ADANA'daki laboratuvara göndereceklerini söyledi.

Evden alınan eşyalarla birlikte içi görünmeyen bir minibüse konuldum. Evvele Mersin Devlet Hastanesi'ne götürülüp oradan Emniyet Müdürlüğü nezaretine bırakıldım. Buraya alınırken çeşitli açılardan resimlerim çekildi.

Yaklaşık bir saat sonra üç kişilik bir ekip eşliğinde Antakya Emniyet'ine sevk edildim. Burada Terörle Mücadele Şubesinin nezaretine alınırken kayıt yapılan defterde Mehmet Güzel'in adını gördüm. Polislerin konuşmasından İstanbul ve Ankara'dan da getirilecekler olduğunu öğrendim.

Üstümdeki eşyalar emanete alınıp nezarete götürülürken Mehmet Güzel ile Hüsamettin Çalış'ın da yan hücrede olduklarını gördüm. Selamlaştık.

Evimin basıldığı andan başlayarak tahmin etmeye çalıştığım manzara belli olmuştu. Nebil'i arama, onurunu iade etme çabamızın tadına varamamıştık ama anlaşılan cefasını bu şekilde görecektik.

Ertesi gün İstanbul'dan Hasan Balcı ile Emrullah Gemci'nin, Ankara'dan Ömer Gazel ile Öner Ödemiş'in getirildiklerini öğrendim. Ondört kişi aynı şekilde gözaltına alınmıştık.

Emniyet sürecinde yaşadıklarımız, 12 Eylül dönemine göre oldukça farklıydı. Darbe öncesi ve sonrasında emniyet tezgahından geçenler, gördükleri işkencelerin travmasını uzun yıllar taşımıştı. Ağır işkencelerde sakat kalma, hayatını kaybetme gibi durumlar da herkesin karşılaşabileceği bir gerçekti. Sorgulama denen şey; dayak, baskı, tehdit ve işkence ile suç yüklenmesiydi.

Oysa şimdi; hakaret içeren bir kelime dahi sarfedilmeden teknik takip ve dinleme sonucu elde edilen delillerden yola çıkılarak sorgulama yapılıyor, bir fiske dahi vurulmuyordu. Bu, önemli bir değişimdi.

Sorgumda; Nebil Rahuma'nın önemi soruldu.. Neden otuz yıl sonra bu ismin öne çıkarıldığı öğrenilmek istendi... Özenle Nebil'i anlattım. Yasadışı terör örgütü oluşumu soruldu; teröre nasıl baktığımı anlattım. Teknik takibe takılan hususları, atılan iftiraları, iftira atanların nedenlerini anlattım.

Savcılık sorgusu da aynı şekilde geçti. Kişisel anlamda bir sorun söz konusu değil. Atılan iftiraların doğru olmadığı ortada. Lakin, salıverilme sonrası yaşadığım durum cezaların en büyüğü oldu.

Bütün bilgisayarlarıma, belgelerime, Nebil'e ilişkin yazılarıma, telefonlarıma incelenmek üzere el konuldu. Herhangi bir kopyalama işlemi yapılıp tarafıma bir suret de verilmedi. Söylendiğine göre üç aya kadar verilmesi de mümkün değilmiş.

İşte bana verilen asıl ceza bu. Bütün işlerim durdu. Bütün bağlantılarım kesildi. Yürürlükteki hukuk kurallarına göre bunların olmaması gerekiyor. Ama yaşadıklarımız, bu mealde hukuk kurallarına uygun düşmüyor.
Bir yola çıkarken alçaklara yağacak karı, tepelerden esecek rüzgârı hesaba katıp sonucuna katlanırım. Doğal olanı budur.

Ne yazık ki hesaba katmadığım; tartıştığım kişilerin ne kadar alçak olduklarıymış. Alçaklara yağan kar gün gelir erir, yerinde çiçekler açar. Fakat alçaklık hep baki kalır.