7 Oca 2010

165.dosya : YORUMSUZ

Zeki Bayterin 14 Nisan 2010

“Tek bir soru...

Bu yazılanlar yalan mı? Uydurma mı? Yoktan var edilerek üretilen hayal ürünleri mi?

Yalandır, uydurmadır, böyle birşey olmamıştır diyebilen bir kişi varsa çıksın SÖYLESİN...

Ben kendi adıma söylüyorum. Ben bu sitede yazılan yazılar adına da konuşuyorum.

Yalan söyleyen, yok yere kirlilik yaratan, şaibe üreten, belgesiz, tanıksız konuşan her kim olursa olsun NAMUSSUZDUR..."

Yukarıdaki satırların sahibi malum… MİT ajanı İbrahim Yalçın.

Kendisine tek bir soru sormuşlar onu taklit ediyor. Cevap verememişti. Ne sormuşlardı önce bir hatırlayalım;

“İbrahim yalçın, THKP-C(Acilciler) örgütü 1. kongresini takip ve ihbar etmek için ön ödeme olarak, MİT’ten direk ve elden keş para 150 000 TL aldın mı? Almadın mı “ (Bkz. 57. Dosya http://tarihselhainler.blogspot.com/)

Bir MİT ajanı muhatap alınmaz, bizde bu kural, cezası verilir o kadar. Onu muhatap almadan, okurun bilgisine sunmak için yazıyorum. Cevabım evet, sizler birer yalancısınız. Her yazdığınız da şaibe ve kirliliktir, diyorum... Dayım ALİ ÇAKMAKLI’nın ailesine küfrettiğimi uydurmandan tut, bir dolu çirkin suçlamaları unuttuğumu varsay. Ama şunu İyi hatırla, Bir yazında benimle görüşüp nasihat edensin… Yalancı olduğunu söylemek zorundayım, söylemesem yüreğim söylesem dudaklarım kanar. Söylemeliyim ki kendi küllerinde çırpınmasın Anka… Söylemeliyim ki yakmasın kanatlarını, kendi ateşinde. Öyle ya, yalancının mumu yatsıya da kalmıyor.

Hep yalan söylediniz hep uydurma ve kurgularla konuştunuz ve hele tek bir belge ve kanıt ortaya koymadınız. Ama sizin için söylenenler kanıtlarıyla belgeleriyle ortaya kondu. Belge ve kanıtlar, başkasının değil, duyum ya da ölü konuşturarak değil, kendi el yazılarınız ve polis ifadelerinizdi. Gerisi teferruattır denip ciddiye bile alınmadınız.

Ama siz, 2 yıldır çırpınıyor kendinizden başka kimseyi kandıramıyorsunuz. Oysa sağlam iddialar iki satır, üç cümle olur, kanıtlar ve belgeler konur, biter. Yukarıda sana sordukları sorunun seni bitirmesi gibi…

Haliniz perişan beyler pür perişan…

Kamburunuz ömür boyu çirkinlik kusmaya mahkum etmiş sizi.

Bundan sonrası dağları delmektir, öyleyse vur kazmayı Ferhat, çoğu gitti azı kaldı.

164.dosya :GARİP DİYALOGLAR

12 Nisan 2010 Pazartesi

Mihrac Ural'ın notu:


Zeki Bayterin, Ali Çakmaklı'nın yeğeni olarak yazmaya başladı. Ama bu gün o, Zeki Bayterin olarak yazmaya devam ediyor. Kendisi olmaya kendi adına hiç bir gölge altına girmeden yazımaya devam ediyor.

"Zeki Bayterin, Acilcilerin Dedekorkutu"dur diyenler var. Ben de öyle tanımlıyorum. Tipik bir Adanalı, sözü anlamlı anlamlı gediğine koyan. Ama hiç kimsenin, şahsına, anasına, avradına, babasına, bacısına ilişmeyen bir erdemli insan. Erdemsizlere klavuz olacak kalibrede...

Yoksuldur, ama onurludur. Bu sutünlarda yazılarına asla müdahale edilmez.

Ona "şahıslarla ilgilenme, siyaset toplum için yapılır şahsi dalaşlar, sadece sahibini kirletir; kirlilerin az olmadığı bir ortamda daha dikkatli olmak gerek." uyarısı yapmakla yetinirim.


Çabamız demokrasi mücadelesine daha çok insan katmaktır, örgütsüz milyonlar arasında bir alan bulup örgütlemektir. Biliyoruz ki, örgütlü insan çevresi olan insandır, "ipi kopuk" değil. Kimliklidir yanlışını uyaran olur. Bu açıdan benim çevrem sürekli uyarılarımı dikkate alır, ben de onların uyarılarını. Bunun için son sözlerimizi söyledik ortak kararımız gereği.

Zeki bu yazısında da gerçeklere ışık tutmuş.

Birlikte okuyalım...


Zeki BAYTERİN
13 Nisan 2010

Yıllardır yaşamın bizzat içerisinden tanıdıklarımızı saymazsak, devrimci maske ardında kim ne kadar marifetliymiş, kim nere de ne türden teşhirci, burjuva kültür batıklığına takılı, bir bohem, bir lümpen ve daha geri konumda olduğunu yazdıkları yazıları belge olarak görüp değerlendirmekte haksız olmayız.

Yaşamın içerisinden birebir tanıdıklarımızı bir kenara bırakalım uzaktan, yıllardır seyrettiğimiz bir dolu eski insan neler yapmış hele bunun içerisinden çıkmanın mümkün olduğunu söylemek için hayal gücünün çok geniş olması, daha doğrusu uzaydan daha dün gelinmiş olması gerekir. Keşke mümkün olsa, dar bir salonda değil geniş bir alanda stadyumda toplanılsa da kim ahlaklıdır ilk ve son konuşulsa ve bir çok tartışmalı sorun da konuşmalar bitse. Yani hayal ediyorum sizde buna katılın. O zaman ortaya çıkan tablo yıllar süren birlikteliklerin ardından ununu eleyip oturmayı beceremeyenlerin, sınır ötesinden anti-bilimsel esas oğlan olma kaygısıyla yüz yüze kaldığınızı göreceksiniz.

Artık bir kendileri vardır. Birde ifadelerinden anlaşılan, daha dün, eski yoldaşlarıyla bir şekilde zorunlu görüşen bu insanlar, bu günkü söylemler temelinde mi görüşüyorlardı? Suçlu aramak için mi? Doğrusu merak ediyorum.

O gün. Bu gün söylenilenler hiç mi akla gelmiyordu. Yıl 2010 Mihrac Ural suç makinesine mi döndü kaç göz arasında. İnsan gözünde insan ne çabuk değişiyor. Bu keskin dönüşler her zaman kirli niyetlerin ürüdür. Kabe’nize taş atmanızın vebalin bir kenara, 2 yıldır bitiremediğiniz bu saldırılardan sonuç alamadığınızı görmüyor musunuz. 2 yıldır karalamalarla adını başlık yaptığınız insanın ne kadar büyüttüğünüzü ve onun dev gövdesi altında ezildiğinizi hissetmiyor musunuz. Düyada bu ölçekte korkulan, bu ölçekte ilgi sahibi edilen bir başka Süpermen devrimci var mı? Yazılarınızın titrek yüreği hep buna işaret ediyor. Hele hele onu hiç tanımayan, hayatında birkaç saatini bile geçirmemiş olanların da sürüye yamanma, hayatında Acilci olmayanın kraldan çok kralcı olma cinsten saldırıları ne kadar inandırıcıdır kendinize soruyor musunuz? Örgüt 88 de bitti derken iki yıl önce 1. Kongrede coşkun alkışlarla, oy birliğiyle Genel sekreter seçtiğinizi ne çabuk unuttunuz. Bu örgütün merkez yayın organı CEPHE’yi yayınlayan, zindanda da bunu takip eden, yurt dışında 12 Eylül karanlığında da yayınına ülke içinde dağıtımıyla sürdüren kararların sahibini ne tez unutmuşsunuz; o zaman onun talimatlarıyla hareket ederken aklınız neredeydi. Bunu yüzlerce örnek daha ekleyebilirim. 10 000’e yakın belgeden söz ediliyor, siz de örgüt adına kaç satırlık belge var söyler misiniz; hangi örgüt bu kadar önemli bir arşivi, duyarlı yöneticileri olmasa göz bebeği gibi bu güne kadar koruyabilirdi. Söyler misiniz? Allah aşkınıza bir de şu sizin 28 yıllık TKEP’li olmanızı yadsıyıp, üzerinizden attığınız kabuğun içine bir daha girme çabanıza ne demeli. Bakın bay yılan sürüsü bunca yıl sonra, adama hadi oradan derler…


Mihrac Ural’ı 33 yıl önce karşı kaldırımdan gördüğümü saymazsam hiç görmedim. Sekiz ayı aştı sadece yazılarından tanırım. Bu sürece dahil olurken onu aklamak gibi bir misyon yüklenmeyi hiç düşünmedim. Tersine ona suçlu gözüyle yaklaşarak yazıştım. Onun 30. yıl önce dayımın ölüm emrini verdiğini öğrendiğim insanların inandırıcılığını yitirmesinden, nokta kadar menfaatler için virgül gibi eğildiklerini görmem bu günle birleştirildiğinde doğal olarak bu suçlamanın abes olduğu sonucuna vardım. Kolaya kaçılmış öne çıkan emek veren her yerde örgüt için çırpınan birinin suçlanması en kolay olanıydı, o yapılmış. Bu gün aynı şeyin tersten tekrarına tanıklık yapıyoruz, akıl almaz yalanlarla, aynı mantıkla aynı şeyler yapılmaya çalışılıyor. Birincisi trajediydi, ikincisi açık komedi; kişinin kendi kendiyle alay eden türünden.

Bu gün açık ve net olarak görüyorum bir tarafta sahtekarlar, diğer tarafta baskınlara, göz-altılara meydan okuyan direngen insanlar karşı karşıyadır. Muhbirler bir yanda devrimciler diğer yanda, geçmişten bu güne devam eden mücadele halindedir.

Bu ortamda Mihrac Ural’ın Ali Çakmaklı’nın katlinde payı olmadığını açıkça söylemem bir insani duruştur; gerçiği vicdanı rahat söylemektir. Bunu teyit eden çok şey ve o günün sorumlusu insanların bu konuda beyanları var. Ali Çakmaklı ile Mihrac Ural arasındaki samimi ilişkinin ceza evi boyunca nasıl sürdüğünü bilen canlı tanıklar var. Ama amaç o değil, amaç şaibedir kindir ve sonuçta bunun adı bir yerde görevli olmaktır. Bu sözlerim aklama anlamına gelirse aynen öyledir, kabulümdür.

Sadece şahsi çekişmelerinden dolayı hiç tanımayanların 30 yıl sonra yeniden yaşayanları hiçe sayarak ezberci despot anlayışla aynı bakışta ısrarcı olmalarını anlamakta güç. Yıllar sonra sizde nerden çıktınız demekte demokratik bir haktır. Artı, bahsedilen insan ( Ali Çakmaklı) birinci derece yakınımsa en az konuşanlar kadar, benim konuşma hakkım vardır. Tanımayanların neden konuştuklarını iyi tanıyıp, konuşmayanları anlamak güç değil, alışıldık bir düzendir bozulmaz; kirli amaçlara Ali Çakmaklı’yı alet etmek bu ucuz insanların, hayatlarında bir şey başardıkları görülmemiş insanların işidir. Ama yıllardır, Mihrac Ural için dayımın “ölüm emrini verdi”ğini söyleyip bu gün sesi çıkmayanları bulabilsem, tek bir sorum olacak, bilmeyenlerin aşağı yukarı her gün seslendirdiklerini bir kere seslendirsinler. Ali hoca, nın ölüm emrini Mihrac Ural vermişti desinler. İhaleye vermesinler, burjuva politikasına malzeme servisi yapmasınlar. En azından suçladığınız insan kadar büyük olun, diyalog yolunu seçsin.

“Namusum ve şerefim üzerine yemin ederim” diyecek olanlar tarafımdan dikkate alınıp yeniden değerlendirilecektir, buna Ali hocanın ajan olduğunu söyleyenler de dahildir. Olur insan yanılabilir. “O gün yanıldık öyle değilmiş” desinler, yeterli. Ben de yanıldığımı söyleyecek düzeydeyim, hiç kimseye de göbek bağım yok, insani ilişki dostluktan gayri. Yalnız aşağıda hiç tanımadığımız dünyadan bihaber, içki arkasına sığınan serserileri. eski söylemlerle masallarına inanmayanların karşısına dikip diş gıcırdatma, ters bakmalarını sağlamak acizliğinde, maskaralığında ta kendisidir. İnsan gibi sorusu olana insan gibi cevap hazırdır.

Adana’da meselelerin nasıl halledildiğinin acısını en iyi biz biliriz. Yıllarca dizinin üstünde fındık kıran kalitesizler değil ilgili olana duyurulur. Eskimiş çirkin taktiktir. Tanınmayan yeni düşmanlıklar yaratmanın zararlarından bahsedip, yeni olumsuzluklar yaratmak provakatif tavrın önünü açmaktır. Boş verin devrimciliği, her şeyden önce insan olunmalı sonra, dostluk da düşmanlık da seviyeli olmalı. Her alanda dostluğun sonsuza dek süreceğini söylemek ne kadar hayal olsa da. Dostluklarında yerini bitmez tükenmez kinle sürmesi, anlaşılması garip, düşündürücü bir duygudur. Herhangi bir sebepten dostluk bitebilir, insanlar içlerine bastırdıkları duygularını fırsatını bulduğunda dışa vurabilir. Bilemesiniz ki, küsersin ilişkini de kesersin. Bazı şahsi düşmanlıkları da başkalarına yansıtma yaygınlaştırmak gibi çabalarda niyet onursuzdur. Küçük bir örnek vereyim. Ahmet. Nebil Rahuma’nın yeğenidir. Bir yerde selamlaşıp ya da el sıkışırken dayımdan dolayı, dayısının öldürüldüğünü düşünmesinden daha doğal ne olabilir. Kaldı ki öyle de değil, Peki bu yanlış duyguyu biz ölen yakınlarına dayatmanın ahlaki yanı nedir söyler misiniz? Siz kimsiniz be kardeşim siz kimsiniz bunca yıldır susmuşsunuz bu gün sizi duygularımızla oynamaya sürek kim söyler misiniz. Ayıpla iç içesiniz, devrimciliğin her türüne kara çalıyorsunuz ama dönüp kendi el yazılarınız ve ifadeleriniz için bir özür bile dilemiyorsunuz, “işimize devam edeceğiz” deme arsızlığı yapıyorsunuz. Sizi değil varsa sizi okuyanları anlamak güç; kurgularla suçlu bulmayı bırakın açıkça itirafçı olduğunu ifadesinde söyleyen ve yine açıkça MİT’ten 150.000 TL alarak kongreyi ihbara geldiğini söyleyen dururken başkalarıyla ilgili olmak suçluya ortak olmak değil midir. Soruyorum size…



Beyler ne bizim gibilerle nede duygularımızla oynamaya kimsenin hakkı yoktur. Biriniz “bileğinden tutulduğu an, itirafçı olmuş eline kağıt kalem verilmiş dökülmüşte dökülmüş…” diğeriniz ise fiyatını 150.000 tl olarak belirlemiş ve kendini satmış. Hiç ilgili olmayacağız, hesabı gününde sorulmalıydı bu ikilinin, örgüt düşünülmüş, bölünme olmasın denilmiş, kuşatılmışlar da ama bu günler yaşandı ya işte o gün karar alınmalıydı bu gün bu çirkinliklerin olmasının önü kesilmiş olurdu. Şaibeli olanal kendi dilleriyle, yazılı belgeleriyle bunu söylüyor daha ne aranacak, okurları varsa okurları bu cümleleri okusun önce. 14 kişi gözaltına alındı bunlardan biri bu çevrenin adamıydı ne odluda gözaltına anıldı anlamamıştık, sonra öğrendik onlara “ahlaksız şerefsiz” demiş, bir bacının adını yalan iftiralarla dillerine doladıkları için. Onu da yakacaklardı. Ama ilginç olan, bu tartışmalar da zorlandıktan sonra adını ortaya koyarak yazan ölü konuşturucusu gözaltına alınmamış; ne ilgin ne ilginç, taraftar korunuyor sürüden kopan MİT’e yem oluyor …

Anladık beyler sizi, 26 Mart 2010 Cuma günü arkadaşlarımız göz altına alındığında her şey açık oldu. Kar maskelilerin sabahın köründe İstanbul, Ankara, Mersin, Antakya baskınlarının arkasında hangi çete olduğu anlaşıldı arife maruftur çok söze gerek yok…



Yaşadıklarımdan yola çıkarak ahlaksız olana ahlaksız demek prensibim olur.

Gönül isterdi politik yazsaydım Ali hocanın yeğeni gibi başlayıp kaportacının dahi, bir kaç kitap yazdığı yerde incecik bir kitapta ben yazsaydım. Saldırmak yerine kelime düşüklüklerinde yardımcı olunsaydı hani devrimcilikten çok söz ediyorsunuz, yaşamımda ilk defa katkı görmüş olurdum . İnsani diyalog kocaman bir sıfırdır sizde altında kalıyorsunuz. Dedikodu yazar olmaya geçit vermez bunu bilmiyorsunuz. Bu süreçte anladık geçmişte de bu günde ciddi bir yazı yazmamışsınız TDAS’ı üstlenme abesiniz size ait bir kolektif emeğe el koymaktır. El koymaların iz süreni komiser Kolombo’yu hatırlatıyorsunuz.



Doğrusu yadırgıyorum, İçki kültürü yokmuş, diğerini önden tanımamışta arkadan zorlanmış insanları tanımak için yıllarca arkadaşlık yapmaya gerek var mı? Bazı şeyleri beynimde canlandırınca yüz yüze de kimlerin zorlanacağını, patinaj yapıp, traktör lastiği kadar çukur kazacaklarını tahmin edebiliyorum yıkılası sınırlar.

Yoksulluk alay konusu kemerini semiriyor. Zenginlikte suç, uyduruk servetler paparazileri kıskandıran atlatmalar oluyor. İnsan kendi halinde nasıl olunmalı acaba diye düşünürken, dikkatini çeken başka bir uçla da karşılaşabiliyoruz. Bir insanın saflığının, yani temiz olmasının alay konusu edilme olayıyla. Doğrusu burada iki kelime etmem gerektiğine inanıyorum. Konumuz MEHMET GÜZEL . Geçmişinin arkasında dik durmayı becerebilen, cezaevlerinde 14 yılı deviren, dönüp yılmadan görev alıp demokrasi mücadelesinde halkı için tüm zorlukları yenmeye çalışan bir kahraman. Bu yiğit insan nesli tükenmiş türden bir insandır. Ortaya koyduğunuz halinizle eline su dökemeyeceğiniz bir militan. Bu cümleleri kurmak için Mehmet Güzel'in dostu olmaya bile gerek yok, adam gibi düşmanı iseniz de bunu söylersiniz. Doğrusu ben, kendimi sokak ağzı konuşan apolitik bir adam zannediyordum. Bu süreçte hayal kırıklığı yaşıyorum, olunacak bir şey bırakılmadığını görüyorum; aklımın almadığı bir kirli küfür ağzıyla her türden etik değerlerin çiğnendiğine tanıklık yapıyorum. Mafya, lümpen aleminin en çirkin zevzeklerinin bile aciz kalacağı bir dili, iki de birkaç diploma aldığını açıklayan (polisteki ifadesinden aldığı diplomayı nedense hiç söz konusu etmeyen), kelimelerle oynayıp herkesi istediği gibi suçlamayı marifet sayıp Nebil’den aldığı 2 kg altını ve MİT’ten aldığı 150.000 TL yi ne yaptığını açıklamak için kırk kez balans ayarı yapan bir satılmıştan duymak, sanırım taşların yerine oturmasından ibaret bir durumdur. Yaşadıkça öğreniyoruz…



İddia kanıt ve belgeyi dayanmalı. Bunu yapamayanın karalaması iddiası şaibedir. Şaibeli insanların başkalarını şaibeli yapma çabaları ise insan psikolojisinde bilinen bir refleks türüdür. Biz sizi biliyoruz beyler hem de çok iyi, 26 Mart 2010 Cuma gününü gücünüzü de gördük koruduklarınızı da öğrendik. Siz taklitsiniz Doğu Perinçek’in ihbar makinesi olanak da bir taklitsiniz, orijinaliniz şu an kimlerle nerede onu bilince çıkartın yeter…

Sizde bizi tanıyorsunuz…



Gözaltına alının, polisle, devletinizle sorunu olan, direnen, karınca kadarınca ama kararlı bir irade ve ısrarla buradayım diyen birer demokrasi mücadeleperestleriyiz. Taklidimiz olmaz…

163. dosya : SÖZÜN BİTTİĞİ YER...

Mihrac Ural 2 Nisan 2010

Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil. El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor. İşte belge ve kanıtın; kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

“Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim” (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)

Yukarıdaki cüme 33 yıl önce söylendi, polisteki yazılı ifedesinde de yerini aldı; o gün polis, bileğini tutuğu an itirafçı olacağını bellirtti.

Eline kağıt kalem verdiler; hayalleri dahil her şeyi anlattı, örgüte ait her türden gizli bilgiyi "kornolojik olarak" polise teslim ederek deşifre etti, döküldükçe döküldü. Unuttukları aklına geldikçe, mazgal kapısını tıkladı, polisi çağırdı "şimdi hatırladım" diyerek, unutulanları bile polise teslim etti, teslim oldukça da döküldü...

Utanmaz İtirafçı, ahlaksız bir kişi olarak, 33 yıl sonra bu gün, muhbirliğe devam edeceğini ilan ediyor.

Doğu Perinçek medresesinin sadık bir öğrencisi olarak, ihbarlarını sürdüreceğini dile getiriyor; "deşifre etmeye devam edeceğiz" diyor.

Bu ihbarlar sonucu, İstanbul. Ankara, Mersin ve Antakya'da 14 devrimci "terör örgütü mensubu olarak" gözaltına alındı.

Evet, tam 33 yıl sonra itirafçı bir kez daha ihbarlarıya sahnedeki yerine, Özel Harp Dairesinin bir kuklası olarak alıyor; "Mihrac Ural 'bizi ihbar ediyorlar' diye bağırıp çağırıyor. İhbar etmek, deşifre etmekse, buna bundan sonra da devam edeceğiz" (Engin Erkiner, "Mihrac Ural ile Muhabarat; Uzak Durun!" 28 Mart 2010)

"Mihrac Ural gibi... bir kişiyle yoğun ilişki içinde olmanın bedeli vardır. Bu tür insanları bıkmadan usanmadan teşhir edeceğiz…" (Engin Erkiner, 'Alçaklara Kar yağıyor Üşümedin mi?' 1 Nisan 2010)

" Çizgimizi bundan sonra da sürdüreceğiz" (Engin Erkiner, 'Alçaklara Kar yağıyor Üşümedin mi?' 1 Nisan 2010)

Bu cümlelerle birlikte artık her şey açık hale geldi. Devrimcilere karşı, polis ajanı muhbirler bir şebeke oluşturup servislerini yapıyorlar.

Davamız adeletsiz, gerici sistemle ve onu koruyan devlete karşıdır. Kuklalar için hiç vakit tüketmedik. Kuklalar, kendi sözleriyle kendilerini yeterince açık tanımlıyorlar. Okura, bunu sunmakla yetiniyoruz.

Bizi, 33 yıl önce ihbar eden bu ahlaksız itirafçı, bu günde ihbar etmeye devam ettiğini açıklıyor; tek fark, dün yakalandığında, bu gün ise bir görevli olarak açıkça yapmaktadır.
İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;



“Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)



Bu satılmış kişi muhabımız değildir. Cezasını beklesin.



İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.



Acilciler tarihi bir onurlu direnme tarihidir. İçimize sızdıkları an açığa çıkarttığımız bu iki kişi dışında, saflarımıza kirli hiçbir insan yaklaşamamıştır. Bu da Acilciler tarihinin şanlı ve gururlu yanıdır.



10 000'i aşkın belgenin içinde yer aldığı dev örgüt arşivinin ve yoğun olarak biriken örgütsel çalışma belgelerinin tanıklığıyla örgütsel tarihimiz, direnenlerin kaleminden ve devrimci akademisyenlerin katkısıyla yazıldığında okurda çok şey öğrenecektir.



Bunun ilk adımı olan dosyalar, belgeler, kanıtlar, fotoğraflar, örgüt arşivinin yayınlanabilir tüm vesikaları bu bloglarda yeri geldikçe de okura sunulacaktır.



http://tarihselhainler.blogspot.com/ --- http://acilciler-thkpc.blogspot.com/ --- http://mirural.blogspot.com/

162.dosya : "DEŞİFRE ETMEK"

Mihrac Ural 29 Mart 2010

33 önce itirafçı olarak örgütle ilgili her şeyi deşifre etti. Bu gün, 33 yıl sonra yeniden, ortağı MİT ajanıyla yine "deşifre" edeceği tehdidi yapıyor.

Aydınlık dergisinin ifşaatlarını, deşifre girişimlerini hatırlayın. Sol güçlere verdiği zararı aklınıza getirin, aynı görevler yerine getiriliyor.

Doğu Perinçek'in ikici nesil modülleri iş başında.


Devrimcilerin dikkatine;

İtirafçı Engin Erkiner ve MİT ajanı İbrahim Yalçın, ihbarlarına devam ediyor...


19 Ağustos 1977. Örgütümüz İstanbul'da ağır bir darbe aldı. Basına "Bombacı Leyla" operasyonu olarak geçti. Baskınlarda biri yakalandı.


Polis bileğini tutuğu an, itirafçı olmak istediğini söyledi.


Eline kalem kağıt verdiler, "kornolojik olarak" örgütle ilgili herşeyi akıl almaz bir ayrıntıyla verdi. Bildiği, tahmin ettiği, olasalıkları dahil tüm eylemleri, kadroları, önceki ve sonraki üst komiteleri, ölüyü diriyi, melzemeleri ev adreslerini, şoförleri, sempatizanları, merhaba dediği, yoldan geçen ilgisiz insanları verdi de verdi...

Aklına geldikçe mazgal deliğinden polisi çağırdı "şimdi hatırladım" dedi ve yeniden verdi. Nebil yoldaşı, Ali çakmaklı'yı, Mihrac Ural'ı, Ali Sönmezi ilk kez polise "deşifre" ediyordu. İlgisiz eylemleri ilgisiz olan bizlerin de sırtına yıkarak, polise yapılabilecek eylem ihtimallerinin neler olabiliceğini kurgulayarak anlattı, döküldükçe döküldü.

Bizleri, bundan tam 33 yıl önce deşifre etmişti. Polis bu gün yine peşimizde. Biz mücadelede onlar takipte. Aynı kişi, İtirafçı Enigin Erkiner bizi yine deşifre etmeye devam ediyor.

Bu gün de deşifre ediyor. O gün polis bileğini tuttuğu an, şimdi ise ortağı MİT ajanı İbrahim Yalçın ve ölü konuşturucusuyla birlikte işine devam ediyor. Yine ilgili ilgisiz herkesin ismini "deşifre" ederek görevini yapıyor.

33 yıl önce (19 Ağustos 1977) şunları söyledi:

“Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim” (Engin Erkiner Polis İfadesi,19 Ağustos 1977, s:16)

33 yıl sonra (28 Mart 2010) aynı sözleri şöyle tekrar etti:


"Mihrac Ural 'bizi ihbar ediyorlar' diye bağırıp çağırıyor. İhbar etmek, deşifre etmekse, buna bundan sonra da devam edeceğiz"

(Engin Erkiner, Mihrac Ural ile Muhabarat; Uzak Durun!)


İşte Engin Erkiner budur. 33 yıl önce itirafçıydı, şimdi ise pervasız bir muhbir. Bu ne bir hasım iddiası ne de bir suçlama, adam kendi görevini kendi yazısıyla açıkça ifade ediyor. Biz hiç bir iddiada bulunmadan kişi kendini nasıl tanımlıyorsu öyle aktarıyoruz; belge ve kanıtla kendi el yazısını ortaya koyuyoruz.


"Deşifre etmek" sözü kime ait, bunun kaynağı kimdi diye sorarsanız, devrimci süreci iyi bilenler irkilerek Doğu Perinçek diyecektir.


Evet ihbarı sol arasına sokan onu bir medrese haline getiren ve sonunda Genelkurmayın basit bir kuklası olarak yakalanın bu kişi Doğu Perinçek'tir.


Engin Erkiner, ortağı MİT ajanıyla, bu zincirin son halkalarından biridir. Muhbir Engin'in ortağı, MİT ajanı İbrahim yalçın'ı, kendi itirafnamesinde, kendi el yazısıyla, kendini nasıl tanımladığını okuduğumuzda tüm taşlar yerli yerine oturacaktır:


“Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " (İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi, s: 9-10)

İşte bu muhbir taife, demokrasi mücadelesine omuz veren, yasal zemin dışında hiç bir çabası olmayan, yasal dergi ve derneklerde çalışan devrimcileri tek tek "illegal örgüt üyesi" olarak lanse edip ihbar etti. Gözaltına alınmalarını yol açtılar.

Muhbir şebekesi, İtirafçı Engin ve MİT ajanı İbrahim yalçın

Size sesleniyorum;

26 Mart 2010 Cuma günü. Şafak sökerken evlerimize baskın yaptınız, yüzlerinizde kirli sutarınızı örten kara maskeler vardı. Çoluk çocuk, ailece hepimizi yerlere yatırdınız. Karalama ve şaibe uydurması yalan kurgulardan ibaret yazılarla, Doğu Perinçek öğrencileri olarak başaramadığınızı, devletinizle birlikte ölüm kusmak üzere kurulu silahlarınızla başarmaya çalıştınız.

Engin Erkiner, İbrahim Yalçın, Erkan Ulaşan siz dünden bu güne uzanan görevlilersiniz; Özel Harp Dairsenin kuklaları olarak bir ekipsiniz.

Demokrasi mücadelesi nin neferlerini ihbarlarınızla yakmağa çalıştınız. 14 yiğit insanı gözaltına aldırdınız. Bununla da bir şeyleri başardığınızı sandınız; haliniz Kıpti misali, şecaatinizi arz ederken sirkatinizi itiraf ettiniz.

Siz resmi birer polis ajanı, ahlaksız birer ihbarcısınız.

Davamız gerici sisteminizle ve onu koruyan devletinizledir. Onurlu direnme tarihiyle bizler sizleri koruyan güçlere karşı halklarımızınh haklarını savunmaya devam edeceğiz.

On yıllardır katlanmadığımız zulüm kalmadı. Çekmediğimiz acı kalmadı. İşkenceler, zindanlar, firar ve mültecilik koşullarının tüm kesvetini omuzladık.

Başımız dik, halkımız için, demokrasi mücadelesini sürdürdük. Bu gün de aynı yolda, dünden gelen doğrularımızın arkasında durarak mücadele ediyoruz. İhbarlarınız bizi yıldıramaz, mücadele devam edecektir.









DOSTLARA TEŞEKKÜR EDERİZ...

İhbarlar, yalanlar, saldırılar ve provakasyonlar sonuç verdi... Hep uyardık, yapmayın dedik, bunlar ihbar dedik, tartışmalarımızı siyasal yapalım dedik... Dinletemedik. Ve 29 Mart 2010 günü yapılan baskınlarla göz altına alınarak sorgulandık. Bu süreçte gerçek dostlarımız hep yanımızda oldu. Bu süreci bizimle birlikte yaşadılar. Onlara gönül dolusu teşekkür ediyorum.


Dostlarımız dışında kalanlar ise ellerini oğuşturarak, bir biçimde içeri atılmamızı beklemeye başladılar. Bu densiz insanlar, bu susmayan insanlar, bu her koşulda Acil hareketinin tarihini savunan insanlar, bir an önce susturulmalı diye çabaladılar.


Ama yine başaramadılar. Yine ayaktayız, yine dikiz ve yine alanlardayız. Polis ve savcılık sorgusunda bile Acil hareketinin tarihini adım adım savunarak dışarı çıkmayı bildik. Hemen her yazımızda, üstüne basa basa, biz Acil hareketinin onurlu tarihini savunuyoruz dedik. Bu bizim tarihimiz ve kirletilmesine asla izin vermeyiz dedik ve bunu yaptık.


İhbarcılar, yalancılar, hainler, provakatörler.... Bir kez daha size sesleniyorum... Ben ve benim gibi düşünenler, Acil hareketinin tarihine saldırmanıza, yalanlarınıza, ihanetlerinize asla izin izin vermeyeceğiz. Bu tarih bizim tarihimiz ve sonuna kadar savunmaya devam edeceğiz.


Yeni süreçte demokrasi mücadelemizi Acil Demokrasi platformu içerisinde vereceğiz. Acil Demokrasi Platformu demokrasi mücadelemizdeki yeni adresimiz olacaktır.Yaşama dönük kaygılarımızı hep canlı ve dinamik tutacağız... Biz geleceği bu günden kendi doğrularımızla, hesapsız savunmaya, sahip çıkmaya devam edeceğiz...


Gözaltı sürecimizde yanımızda olan, bizi yanlız bırakmayan, yanımızda olduğunu bir biçimde bizimle paylaşan tüm dostlara teşekkür ediyorum.. Birlikte daha uzun yollar kat edeceğiz ve hep başımız ve yüregimiz dik olacak...


Ö.Ödemiş

KIZILDERE KATLİAMININ ÖĞRETİSİ

Şerif YILMAZ 30 Mart 2010

30 MART 1972, Türkiye devrimci demokratik hareketinin gelişim seyrinde

yaşanan önemli bir tarihsel kesite işaret eder. Bu tarihte uğruna

ölümlere gidilebilecek devrimci, militan dayanışmanın günümüzde ne

kadar ihtiyaç duyulan bir gerçek olduğu tüm yakıcı sıcaklığıyla

önümüzde durmaktadır.


Öyle ki, içinde bulunduğumuz süreçte toplumun aydın, devrimci,

demokrat kişi ve kurumlarına reva görülen her türden baskı ve terörün

milliyetçi tarzda dışa vurumu ayyuka çıkmakta. Bu saldırılar devlet

bünyesinde Kızıldere'den günümüze, farklı adlar altında olsa da Genel

Kurmay Özel Harp Dairesi ve ihbarcı çömezlerinin, MİT ajanlarının

çabalarıyla hayata geçirilmektedir.



Son günlerde devlet terörü Tunceli-Sivas kırsalı ve Cudi dağlarında

maddi yıpratmayla, diğer yanda da psikolojik savaş yöntemleriyle

demokratik açılım adına hayata geçiriliyor. Yakın süreçte yaşanan

yıldırma, korku salma, güvensizlik yaratma türünden gerçekleştirilen

operasyonlar; gerek Barış ve Demokrasi Partisine yönelik saldırılar,

gerekse birkaç gün öncesinden İstanbul-Ankara-Mersin ve Antakya'da

demokratik kurum ve kuruluşlarla temsilcilerine karşı sürdürülen

devlet terörü dikkat çekmektedir.



Mahirlerden günümüze kadar THKP-C'nin devrimci-demokrasi mücadelesinde

şekillenen oluşumu, farklılığı itibariyle, siyasal mücadelede içinden

çıkıp geldiği toplumsal sürecin daha ilerisinde yer alışıyla döneme

damgasını vurmuştur. Devrimci direniş çizgisinde geçmişten

alınabilecek ciddi anlamda hiçbir miras yok iken, ilk kez, siyasal

anlamda geleceğe miras oluşturacak hattın temelleri bu konjonktürde

atılarak, Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya ve arkadaşları

bu sürecin baş mimarları olmuşlardır.



Örgütümüz böylesi bir siyasal mirasın temelleri üzerinde, her türden

ihanete ve yılgınlığa karşı mücadele bayrağını teslim alan İlker Akman

ve yoldaşlarının sürece omuz vermesiyle kendini geliştirerek bu

günlere gelmiştir. Şehitler verme pahasına yükseltilen devrimci

dayanışma ruhu, mücadele azmimizi bileyen onur duyduğumuz geçmişimizin

en önemli mirasıdır.



Kızıldere'den günümüze taşınan en anlamlı miras, Devrimci-demokratik,

siyasal mücadelede oluşturulan direniş hattının bilince çıkartılarak,

bir duruş, bir kültür haline getirilmesidir. Bu inançla yolumuzu

aydınlatıyor, yılmadan, usanmadan, bedeller ödeyerek demokrasi uğruna

mücadelede mevzilerimizi daha da etkin hale getirmenin çabasını

veriyoruz.





Bu ana temalar üzerinde Kızıldere şehitlerini anmak, mücadelemizde

yaşatmak, Onlar'a en yakışır olanı yapmaktır. O dönemin

şekillendirdiği farklılıkları, günümüzün konjontürel değişimleriyle

kucaklaştırarak geleceğe taşımak, bilişim çağının devrimci

açılımlarıyla kesişir. Bu anlamda da bir kez daha geçmişimize sahip

çıkıyor, onur duyuyoruz.



Geçmişini inkar edenlerin, geleceği yakalama şansı olmayacaktır.

DEMOKRATİK AÇILIM'CI BASKIN VE OPERASYONLAR

Bir yanda devletin silahlı güçlerine karşı,
diğer yanda muhbir şebekelerin takip ve ihbarlarına karşı

onurluca direnmenin sorumluluğunu taşımak...

Bu kavga bir tarihin dünden bu güne gelen geleneğidir,

boyun eğmeyeceğiz...


Bedreddin Mahir
28 Mart 2010


Antakya'da, İstanbul, Ankara ve Mersin'de, Demokratik Kültür ve Sanat derneği yöneticileri, ATAK dergisi yöneticilerinden oluşan, dernek başkanı, Barış Meclisi delegesi 14 aydın demokrat, Cuma günü (26 Mart 2010) sabaha karşı saat 06.00 dan itibaren maskeli ve silahlı ekiplerce evleri basılarak, aileler ve çocuklar yere yatırılarak göz altına alındılar.

Yasal çalışma haklarını kullanan bu insanların, özgürlüklerini gaspedenler, bu pervasızlıklarını nereden almaktadırlar? Hukuk bu ülkede orman kanunu mu?

kimlik hakları yok sayılan halkım adına soruyurum...

Burası Türkiye mi, Orman mı? Hangi Türkiye'deyiz bunu bilmek istiyoruz...

Burası demokratik açılım ve demokratik anayasa hazırlığı içinde olan bir ülkemi, karanlık arka sokakların serseri kanunlarıyla yönetildiği batakhane mı?

Demokrat kamuoyunu bilgilendirmek ve duyarlılığı için, bu operasyonların farklılıklarımaza karşı birer operasyon olarak da gündeme geldiğini dile getirmekle yetineceğim...

Haberleri geniş haliyle şu linklerden okuyabilirsiniz.

http://www.antakyagazetesi.com/News2.asp?NewsID=27742

http://www.antakyagazetesi.com/News2.asp?NewsID=27728

http://mirural.blogspot.com/

Ortak ülkemizde ne zaman eşit olacağız? Ne zaman eşit olmanın özgür nefeslerini alacak, evlerimizde rahat uyuyacağız ? Bu coğrafyanın ezilen halkları bu soruların cevabını arıyor...
Antakya ayrıcalıklı bir baskı altına mı alınmak isteniyor, Diyarbakırın çektikleri yetmedi mi bundan ders alınmadı mı?

BU YUMRUK MİLLİYETÇİ BİR BÖLÜCÜLÜKTÜR

Mihrac Ural 12 Nisan 2010



“Bu ülkede farklı olmak zor zanaattır” diyorduk. Öyle değilmiş.

Farklı olmak, ölüm çeşitleri arasında seçim yapmaktır, pusuya düşmektir. Avcının istediği biçimde merhamet darbesine boyun eğmektir.


Farklı olmak, sınır dışı operasyonların bombaları altında ölmektir, köylerin jandarma zoruyla göçe zorlanması ve yaşam kimyalarının bozulması demektir.

Ahmet Türk’e vurulan yumruk ise bunların hepsidir.

Bu yumruk, anavatanında yabancı olmaya mahkum edilişimizin sivil dille anlatılışıdır; sivil diktatörlüğün de belirtisidir.


Bu yumruk zorbalığın özgürlüğümüze uzanan elidir. İster önceden hazırlanan bir komplonun olsun ister kendiliğinden gelsin bu akıl, iflas eden akılsızlığın dilidir. Cehaletin cüretidir.

Bu ülkede, yeri toplumların bakir toprakları anavatan haline getirmelerinden bu yana, birçok yabancı toplum gelip yerleşmeye çalışmıştır. Tümü zoru araç kullanmıştır, yerli halkı kendi evinde esir etmiştir. Emek ürünü, kuşaklar boyu süren kararlılığın sonuçları gasp edilerek tecavüz edilmiştir. Zorla dayatılan bu konuşlanış, hırsız kaygısıyla ürkekçe ve herkesi düşman görerek bu güne kadar korunmaya çalışılmıştır. Bu gün bile, bilim adamı sıfatıyla konuşanların “kılıç hakkı”nı meşru gören yaklaşımlarına tanıklık etmekteyiz.

Orta-Asya’dan Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket en aydın şairlerimizin dilinde bile, tek boyutlu bir algı içinde sunulmuştur.

Solun milliyetçi düzlemde mevta olması, kara delik gibi bu ülkeyi cehennemi bir ırkçılığın eline esir etmiştir. Ahmet Türk’e atılan bu yumruğun bilinçaltı, böylesi bir vebanın ürünüdür.

Bu bilinç kirlenmesi, tarihe meydan okuyan tek boyutlu bir bakışın rahminden doğmuştur. “Bir çıkıl taşı” karşılığı, her türden savaş cinneti yapacak akılların ifadesi budur.

Bu aynı zamanda toplumu aldatan “Demokratik Açılım”ın iflasıyla birlikte, kapıların ne türden çatışmalara yöneleceğinin de işaretidir.

Bu ülke gergin bir ülkedir. Bu ülke kimlik bunalımı içindedir. Bu ülke kaoslarını aşamayan, tarihiyle cesurca yüzleşmeyen bir ülkedir.

Bu ülkede farklı olmak zordur, yaşamak için boyun eğmek, sesiz kalmak, yasaklı ve kovuşturma altında yaşamak, tehcir edilmek mültecilikte hakkın rahmetine mazhar olmak bir kader gibi dayatılmıştır.

Bu gidiş, gidiş değil çöküştür. Karanlık ortaçağlarda bile başarılamamış imha palanlarının bilgi çağında ikamesinin mümkünü artık yoktur. Yeryüzünün tüm askeri ve güvenlik kuvvetleri gelse de böyle bir yaptırımı ikame edemeyecektir.

Bu ülkede, birlikte barış içinde ve eşit kurucular olarak demokrasiyi ikame etmeden farklılıklarımızın özgürlük ihtiyaçlarını derinlemesine ve genişlemesine yerleştirmeden, bu gerginliğin aşılması mümkün değildir. Bu gün bireysel gibi duran bu yumruk, ortak bir kimliğin, ortak bir dilin ve aklın yumruğu olarak sadece Ahmet Türk’e değil hepimize vurulmuştur.

Kendi coğrafyasında milyonlarca insanıyla, özgürlük talebini dağlarında, ovalarında ve şehirlerinde yeri göğü inleterek dile getirmesine rağmen, ülkeyi iç savaştan koruyan siyasal iradesiyle tarihin ender ulusal kurtuluş hareketleri arasında yer alan Kürtler, bu yumruğun muhasebesini ciddi biçimde değerlendirecekleri açıktır.

Ancak beklenen bu değil, tersidir. Hükümranlığı altında yaşanan devletin ve egemen toplumun aklıselim insanlarının, aydınlarının, solcularının, yönetimlerinin bu değerlendirmeyi daha erken ve daha atik yapmalarıdır. Bu değerlendirme ayrıca çok anlamlıdır. Bir fay hattı gibidir. Bunu becerme yükümlülüğünün olduğu da açıktır.

Bu ülke birimizin değil hepimizin olduğunu bir kez daha, bin kez daha birbirimize kanıtlamak zorundayız.

Kimse kimseyi aldatmasın, Kimsenin eli kolu bağlı değil.


Dizginlerin koptuğu yerde kuşaklar boyu kanlı bir süreç açılır. Bu sürecin vebali, bu günden önlem almayanların boynunda olacaktır.


Bu toprakları, bu coğrafyayı farklılıkların mezarı yapmak isteyenler, bunun hesabını bin kez yapmaya mecburdur. Geride kalandan da mahrum olmaları, yakın geçmişin tarih derslerinde bolca mevcuttur…













SURİYE'DE KÜRTLER

Dicle Haber Ajansı (DİHA) Muhabiri
Murat Altunöz'un "Suriye'de Newroz kutlamaları" üzerine sorduğu soruya verilen cevap.


Bedreddin Mahir
23 mart 2010

Rakka kentinde (Suriye) Newroz kutlamaları nedeniyle ölüme yol açan çatışmanın Kürt-Arap kardeşliğine vuruduğu darbe, Kürt halkının karşılıksız kalan barış ve birlikte yaşama iradesine de bir darbedir.


Rakka olayları bir dizi gerginliğin ürünüdür. Her gerginlik küçük bir kıvılcımla ciddi bir yangına dönebilir. Bunun çözümü güvenlik önlemleri değil, sertlik hiç değildir. Güvenlik ve sertlik, devletlerin ucuz yöntemidir ve en erken iflas edenidir. Halkı karşısında kendini sorumlu görmeyen devlet kördür. Devlet kimseyi suçlama hakkına sahip değildir. Halkın güvenliği için gerekli her şey, devletin emri altında oldukça, tek sorumlu devletin kendisidir.

Kürtler, Newrozlarını hiç bir yerde özgürce kutlayamıyorlar. Eski kabuklarını üstlerinden atamayan, bin bir gerekçeyle ilkel statülere tutunan devletler, çağdaş bir algıyla bu kutlamaları özgürlük sevincine yükseltemiyorlar. Bununla da kalmayıp, baskıcı tutumlarla, basitçe aşabilecekleri sorunların tutsağı oluyorlar. Suriye gibi bölgemizin en hassas ülkesinde, Arap milliyetçiliğinin kör ettiği gözler, basit sorunları, aşılması güç sorun haline çevirmektedir. Bu sorunlar da toplumu esir almaktadır.

Hangi nedenle olursa olsun milliyetçilik her toplumun, her ülkenin ve her devletin en büyük handikabıdır. Bölücülüğün de temel kaynağıdır. Devletin pompaladığı milliyetçi gerginlikleri, nereden gelirse gelsin provakasyonların da kışkırtıcısıdır. Gerginlikler çatışmaya dönüştüğü zaman, kimse kimseyi suçlamasın tek suçlu ve sorumlu devlettir. Bu Ülkemizde de öyledir, Suriye'de de öyledir.

Suriye kendi Kürdüyle güçlüdür, ona karşı sertlikte ise zayıftır. Emparyalistler bunu istiyor. Zayıf bir Suriye bölge halklarının çıkarına değildir. Kürt halkı bulunduğu her ülkede kendi topraklarındadır, kimsenin topraklarını gasp etmiş bir halk değildir. Yaşadığı ülkenin değerlerine de saygılı ve barışçıl bir halktır. Kürtleri kazanan, hakları ve özgürlükleriyle Kürtleri güçlü kılan, kendini güçlü kılar, kendisi kazanır. Suriye'den de beklenen budur.

Kürt sorununda tutum, Filistin davasındaki tutum gibi bölgenin barometresidir. Bu bölge birimizin değil hepimizindir, saflarımızı sıklaştırdıkça, farklılıklarımızı birer kurucu eşit olarak ele aldıkça hepimiz kazanabiliriz.

Bölgenin tüm devletleri bunu öğrenecektir.

***

Kürtler, sadece Türkiye'de değil, bölgenin her köşesinde makus bir talihin toplumudur. En kadim ve en yerli olan, toprakları anavatan haline getiren, yaşama açan, ama hak ve hukukta en geride bırakılanhalk, Kürt halkıdır; dünyanın en büyük haksızlığına uğrayan iki ulusu da bu bölgededir. Biri Filistin diğeri Kürdistandır.

Kürt Halkının mahrumiyetleri, sevinç günleri Newrozda da bir hüzündür.

Uzun yıllar Türkiye'de yasaklı olan ve uğruna ağır bedeller ödenerek resmileşen Newroz, Suriye'de uzun yıllar özgürce kulanmasına karşın bir kaygı ve korku günü haline gelmektedir. Bu yıl Kürt halkı Suriye'de her yıl olduğu gibi, barışçıl bir Newroz kutlamak için meydanlara toplandığında, rahatsız edici baskı ve provakasyonlara muhatap olmuştur; Halep, Şam, Rakka ve diğer şahirlerde Newroz kutlamaları Kürt halkının sevincini gölgeleyen riskli bir gün haline gelmiştir. Bu olumsuzlukta, bölgenin her devletinde olduğu gibi Suriye'de de devletin ağır bir sorumluluğu vardır.

Suriye'de Kürtler her şehirde bir varlıktır. Bayram kutlamalarını on yallardır kutlarlar. Ancak olumluluklara karşın, Suriye devletinde de olumsuz algı ve milliyetçi hasasiyetler nedeniyle Newroz kutlamaları, provakasyonlar karşısında yetersizliklerin hanhdikabına düşmaktedir. Bu hassasiyetler, basit bir kutlamayı gerigin bir çatışma arifesine getirmektedir. Halkı korumakla görevli olan devlet, bu gerginliğin temel sorumlusu olduğunu ve halkı korumakta ciddi yetersizlikleri olduğu açığa çıkmaktadır.

Kürtler, Newrozlarını hiç bir yerde özgürce kutlayamıyorlar. Eski kabuklarını üstlerinden atamayan, bin bir gerekçeyle ilkel statülere tutunan devletler, çağdaş bir algıyla bu kutlamaları özgürlük sevincine yükseltemiyorlar. Bununla da kalmayıp, baskıcı tutumlarla, basitçe aşabilecekleri sorunların tutsağı oluyorlar. Suriye gibi bölgemizin en hassas ülkesinde, Arap milliyetçiliğinin kör ettiği gözler, basit sorunları, aşılması güç sorun haline çevirmektedir. Bu sorunlar da toplumu esir almaktadır.

Hangi nedenle olursa olsun milliyetçilik her toplumun, her ülkenin ve her devletin en büyük handikabıdır. Bölücülüğün de temel kaynağıdır. Devletin pompaladığı milliyetçi gerginlikleri, nereden gelirse gelsin provakasyonların da kışkırtıcısıdır. Gerginlikler çatışmaya dönüştüğü zaman, kimse kimseyi suçlamasın tek suçlu ve sorumlu devlettir. Bu Ülkemizde de öyledir, Suriye'de de öyledir.

Suriye bölgemizde emperyalizme karşı, Siyonizme karşı bir direnme hattıdır. Farklılıklar konusunda özgün yanlarıyla da önemli genişlikleri vardır. Kürt halkı Suriye'de, ülkesine en çok destek veren bir halktır. Suriye'nin bölgedeki tüm savaşlarında, Müslüman Kardeşler'in gerici terörüne karşı da Kürt halkı ülkesinin yanında durmuş, desteğini vermiştir. Bu halk Suriye'de, kimliksizlerden oluşan büyük kitlesine, demokratik hak ve hukuktan nasibini almamasına karşın, yönetimin ilerici tutumlarının temel destek gücü olmuştur. Bütün bunlara karşın bayramında gerginlik yaşamaktan kurtulamamaktadır. Sorunların çözümüne köklü yaklaşımlar yapılamamaktadır.

Rakka kentinde (Suriye) Newroz kutlamaları nedeniyle ölüme yol açan çatışmanın Kürt-Arap kardeşliğine vuruduğu darbe, Kürt halkının karşılıksız kalan barış ve birlikte yaşama iradesine de bir darbedir.

Yarım asırdır Kürtlerin ve Kürt özgürlük hareketinin en yakın dostu olan Suriye'yi, Talabani'ni "Ebiya" diye tanımlar. "Ebiya, her zorluğun üstesinden gelendır. Suriye, bizi ebeveyn gibi, Saddam diktatörlüğünden koruyup, kucaklayan, destekleyendir" diye tarif eder. Başkan Öcalan'la 18 yılımı bu ülkenin topraklarında paylaştım. O da, bu ülkede bulduğu özgürlük ortamında Kürt halkının tarihsel yükselişini başardığını yüzlerce kez ifade etti "bu güvenilir limana hepimizin vefa borcu var" dedi. Bunu söyleyen Kürt liderler, Suriye'ye bu değeri biçerken, Suriye Kürt halkının Newroz kutlamalarında hala başarısız sınavlar verdiği görülmektedir.

Suriye bu gelişmeleri öncelikle ülkesinin stratejik çıkarları açısından önemli ele alma yükümlülüğü altındadır. Bunun bilincinde olmak ve gerginlikleri gerileten, içdokusunun bütünselliğini demokasiyle, özgürlükle güçlendiren bir ülke olmalıdır.

Suriye, dünyanın tüm emperyalistlerince sıkıştırılmakta olduğu hepimizce malum; İsrail siyonizminin savaş tehdidi altında kaynakları tüketildiği de açıktır. Bu durumun yarattığı milliyetçi Arap ilkelliği, içte olumsuz yansımalar bulmaktadır. Bölge halklarının direnme saflarında bulunan Suriye'nin içteki mozaik dokusuna çok daha önemle eğilip, bütünleştirici demokratik ve özgürlük yaklaşımları yapmak yerine, gerginliklere prim veren durumlara düşmesi bu milliyetçi ilkel algıların kaosudur. Bu kaos, güçsüz bir Suriye, iç sorunlarını aşamamış, demokrasi ve özgürlük yönünde adımlarını atamamış gergin bir ülke yaratmaktadır.

Oysa bilinen o ki, ülkesinin farklılıklarını kazanmayı başaran bir devlet, dünyaya meydan okur. Suriye için bu durum kürt halkının haklarını kazanmasıyla daha anlamlıdır. Kürt halkı haklarını kazandıkça Suriye güçlü olur. Suriye bu konuda önemli adımlar atmalıdır.

Rakka olayları bir dizi gerginliğin ürünüdür. Her gerginlik küçük bir kıvılcımla ciddi bir yangına dönebilir. Bunun çözümü güvenlik önmelleri değil, sertlik hiç değildir. Güvenlik ve sertlik, devletlerin ucuz yöntemidir ve her zaman en erken iflas edenidir. Halkı karşısında kendini sorumlu görmeyen devlet kördür. Devlet kimseyi suçlama hakkına sahip değildir. Halkın güvenliği için gerekli her şey, devletin emri altında oldukça tek sorumlu devletin kendisidir.

Bu satırların yazarı Arap kökenlidir, dünürü de Suriye'li Kürttür. Şeyholardandır. Olayları yakından takip eden ve önemli bilgi kaynağı olarak, Rakka'da Kürt nufusunun az olmasına karşın kutlamalara çok iyi başlandığı ve katılmıcıların mutlu ve özgürce kutlamaları sürürken, devletin koruma güçleriyle çıkan bir tartışmanın böylesine bir boyut kazanmasına mana vermediğini dile getirmiştir. Olayı "Provakasyonu yapan şaşkın kişiler" diye de tanımladı.

Ancak, her şeye rağmen sorumlu devlettir. Bunu görmek gerek. Sayısı ne olursa olsun, bir tek kişinin burnunun kanaması bile, devletin sorumsuzluğunu göstermeye yeterlidir. Halkıyla bütünleşmek isteyen hiç bir devlet bu açıklara düşmez, bunun önlemini alır. Bunun yolu halkın özgürlüğünü yaşamasıyla mümkündür. Halk bunu kendi devletinden duyumsamıyorsa, gergin ve korkularla bayramına gidiyorsa, bir sorun oluncada baskılara uğruyorsa her türden hata için ortamda hazır demektir. Devlet bunu görmeli, bu korkuları, bu gerginlikleri yok etmelidir. Bunun için, öncelikle milliyetçilikten arınmış yöneticilere, özelikle de alt yöneticelere ihtiyaç var. Ancak bu hiç bir şeye çözüm değlidir. Dehne çok demokrasi ve daha çok özgürlük gerek. Suriye bu açıdan Kürt politikasını yeniden gözden geçirmekle yükümlüdür.

Kürt halkı mazlum bir halktır. Özgürlüğünu er ya da geç kazanacaktır. Her devlet bunun hesaplarını yaparak demokratik açılımlara, özgürlüklere daha çok yönelmelidiri. Bu bölgenin tüm devletleri, için olduğu kadar Suriye için de geçerli olan tek doğru yol budur.

Bu açıdan bakınca, bölgemizin hiç bir devleti masum değildir. Suriye gibi, direnen bir ülke olmak, Kürt halkının doğal demokratik hakları karşısında sorumsuz olmayı getirmez.

Suriye, bölgede oynamakta olduğu olumlu rollerini güçlendirmek istiyorsa, farklılıklarının taleplerine daha çok eğilmesini bilmelidir. Büyük kuşatmaların sürdüğü bir ortadoğuda, global oyunlar içinde her provakasyon yapılabilir. Bunu engelemenin tek yolu var, o da farklılıklara güvendir. Güven ise yalnızca demokrasi kanalıyla, özgürlükler ortamında gerçek olur.

Kürt halkı, Filistin halkı gibi bu bölgenin kaderidir. Bu iki halk, özgür oldukça bölgemiz de halklarımız da özgür olacaktır, emperyalist müdahalelere daha çok direnebilecek ve halklarımızın çırakları yönünde başarı kazanılabilecektir.

Suriye'nin güçlü olması, direniş hattında kalması ve bunu yükseltmesi çok önemlidir. Kürt halkının siyasal önderleri her alandan gelerek Suriye gibi güvceli bir limanda nefes aldı, toparlandı. Bunu hiç bir Kürt lideri unutmadığı gibi, dile getirmektende çekinmez. Bunun karşısında Suriye'de bilmeli ki, ülkedeki Kürt gerçeği, tüm gerçekliğiyle yaşıyor. Hakları var ve bunların tatmin edilmesi gerekiyor.

Suriye kendi Kürdüyle güçlüdür, ona karşı sertlikte ise zayıftır. Emparyalistler bunu istiyor. Zayıf bir Suriye bölge halklarının çıkarına değildir. Kürt halkı bulunduğu her ülkede kendi topraklarındadır, kimsenin topraklarını gasp etmiş bir halk değildir. Yaşadığı ülkenin değerlerine de saygılı ve barışçıl bir halktır. Kürtleri kazanan, hakları ve özgürlükleriyle Kürtleri güçlü kılan, kendini güçlü kılar, kendisi kazanır. Suriye'den de beklenen budur.

Kürt sorununda tutum, Filistin davasındaki tutum gibi bölgenin barometresidir. Bu bölge birimizin değil hepimizindir, saflarımızı sıklaştırdıkça, farklılıklarımızı birer kurucu eşit olarak ele aldıkça hepimiz kazanabiliriz.

Bölgenin tüm devletleri bunu öğrenecektir.



161. Dosya: İHBARLARINIZ BİZİ YILDIRAMAZ...

Demokrasi güçlerine ülkenin her alanında, baskı ve operasyonlar düzenleniyor. Devletin demokratik açılımı bundan ibarettir. Yapılan gözaltılarla karşı demokratik kamuoyunu duyarlı olmaya çalışıyoruz


Mihrac Ural
27 Mart 2010



On yıllardır katlanmadığımız zulüm kalmadı. Çekmediğimiz acı kalmadı. İşkenceler, zindanlar, firar ve mültecilik koşullarının tüm kesvetini omuzladık.

Başımız dik, halkımız için, demokrasi mücadelesini sürdürdük. Bu gün de aynı yolda, dünden gelen doğrularımızın arkasında durarak mücadele ediyoruz.

İtirafçılar, Satılmış MİT ajanları,

Özel Harp Dairesinin kuklaları olarak 2 yıldır demokrasi mücadelesi uğruna çabalarımızın yükselişine karşı karalama yapıyor, çamur atıyorlar. Amaçları açık; İHBAR...

Bu karalama ve ihbarlar öylesine bir hal aldı ki, isim isim, adres ve yer gösterilerek yapılmaya başlandı. Bunun sonucu, Cuma günü (26 Mart 2010) demokrasi mücadelesi yüreten devrimcilere ülke çapında polis operasyonları başladı; İstanbul'da, Ankara'da, Mersin'de Antakya'da baskınlar yapıldı, 14 kişi gözaltına alındı. Bunlar arasında Basın mensupları, ATAK dergisi çalışanları, Antakya Demokratik kültür ve Sanat Derneği yöneticileri de yer alıyor. Evler basılıyor, didik didik aranıp tarumar ediliyor, maskeli komandolar ev halkına korku dolu saatler yaşatıyor. Sonuçta yasal olmayan hiç bir şey bulunmuyor. Buna rağmen Emniyete götürülen insanlar, işkenceye maruz kalıyor.

Antakya infial halinde, evlatlarının neden böylesi bir baskıya maruz kaldığını sorguluyor. İtirafçı Engin Eriknerin', MİT ajanı İbrahim Yalçın'ın, devlet adına yaptıkları ihbarlar, genelkurmay mahreçli sitelerinde liste halinde yayınlanıyor. Doğu Perinçek yöntemiyle devrimciler karalanıyor.

Bu muhbirlere sahip çıkanlar ise milliyetçilerden başkası değildir. Okur alttaki "ULU TÜRKÇÜLÜK" sitesinin adrese göz atsın, her şeyi anlamaya yeter.

http://uluturkculuk.com/forum/index.php?topic=1369.msg8893;topicseen

Milliyetçilik bir vebadır. İtirafçıların, ajanların da tek sığınağıdır. Bu aklıla ortak ülkemizin farklılıkları sindiremeyeceksiniz. Devlet adına ne yaparsanız yapın devrimcileri kirletemeyeceksiniz. Aklınızla, kukla hallerinizle iflas etmeye mahkumsunuz.

Unutmayın, demokrasi mücadelesine girenler, zalim iktidarların her baskısına ğöğüs gerecek kadar kendinden emin, doğruları arkasında duran insanlardır. Yaptıklarınız utanç vericidir, yalanlarınızla, sırtınızdaki kamburla ebede kadar yaşımanın onursuzluğuyla ezileceksiniz. İhbarlarınız ve ifşaatlarınız sadece kirli sicilinizi kabartacaktır.

İtirafçılığınız, MİT ajanlığınız kendi el yazılarınızla belgeli ve kanıtlı, buna ihbarcılığınızı da ekleyin...

Uzun sözün kısası, Devlet görevlisi olarak ihbarlarınızı sürdürüyorsunuz. Bize düşen ise direnmeye, doğrularımızın arkasında durmaya, halkımızın çıkarlarını savunmaya devam etmektir. Bunu böyle biliniz.

Bu ülke siz ilkel milliyetçilerin değil, hepimizindir. Bu ortak vatanda barış içinde birlikte yaşamak uğruna yükselen demokrasi mücadelesini engelleyemeyeceksiniz. Yaptığınız ihbarlar, yalnızca sizi boğacaktır.





160.dosya : B...YEMENİN DİLİ

Mehmet Yavuz 24 Mart 2010

B.... yemenin Arapçasını duymuştum. Ne yazık ki, Nebil’in istismarı ile bunun Türkçesine de tanık oldum.

Her şeyi Nebil’e mal ederek geçmişe sövüp saymak, insanları aşağılamak için yırtınmak; bok yemenin Türkçesi oldu.

Harbiye’de oturduk. Güzel bir gece geçirdik. Sonrasında Mustafa, Erkan ve ben Antakya parkında gezerken Fuat’ı cebinden arayıp selamladık. Üçümüz de kendisiyle ayrı ayrı konuşup hal hatır sorduk, saygılar sunduk.

O günden bu yana hiç kimsenin aklına Fuat gelmemişti. Ne zaman ki Fuat oturup bir birkaç çift laf söyledi, uğramadığı hakaret kalmadı. Hatta bu hakaretlerden mezardaki babasına kadar tüm ailesi payını aldı..

Olamaz böyle bir şey.

İnsan olan bir yerde durur diyorum, ama olmuyor.. Her seferinde daha da acımasız bir bombardıman başlıyor..

Ne diyeyim…

B... yemelerin her lisanını biliyorlar.

Yazıklar olsun


Malatya Akçadağ, 30 Ocak 1955 -- 24 Mart 1977 Ankara






Mihrac Ural
24 Mart 2010

Ömür Karamollaoğlu yazmakla bitmeyecek bir insani değer. 24 Mart 1977'de, görevi başında şehit düştü.

Onu Yüksel Eriş Hocanın ardından tanıdım. Güney Bölgesi çalışmalarına gelmişti. Ögütüsel çalışmamazın belli bir olgunluk düzeyinde aramıza katıldı. Aramıza gelişi, kitlesiyle, dernekleriyle, dergisiyle, bildirileriyle etkin çalışma ve eylemliliğiyle süren devrimci çalışmalarımıza bir dinamik olmuştu.

Ömür, Antakya devrimci mücadelesine ne örgütsel ne de teorik bir katkıydı. Geride de bıraktığı herhangi bir yazımı da bulunmuyor. Ancak o bunların tek başına bir şey yapamayacağı çok farklı bir katkı sunarak kendini ortaya koymuştu. Örnek bir devrimci kadın örnek bir insanı bağdı. Devrimci kişiliğiyle, farklı örgütsel alanları birbirine bağlaması, Ömür'ün en önemli özelliğiydi. O, aramıza gelip insanlığını ortaya koymasaydı ve sosyal ilişki kapasitesini sunmasaydı, yüzünden düşmeyen o tebessümüyle ruhlarımızı fethedip, ufak tefek haliyle bir dev olarak aramızda ağırılığını hisetirmeseydi, şu kadim Roma kenti Antakya'nın yüzlerce militan ve onlarca kadrosunun omuzlarında yükselen "Acilci merkez Antakya" algısı olmayacaktı.

Antakya'da devrimci mücadele tarihi örgüt tarihiyle birlikte en ince ayrıntısına kadar yazılacak. Bu tarihte bu kahraman kadının duruşu da haklı yerini bulacaktır.

Buna karşı, kadim kentimizi birbirine düşürmek isteyen, ölü konuşturuculuğuyla bulanıklık yaratmak isteyenlerin, Ömür Karamollaoğluyla tesadüfen bir araya gelişleri üzerine kurgu yazılar yazması ve bunu çevreye kirlilik saçmak için kullanması lanetle anılacaktır. Acilcileriyle müsemma Antakya'nın, örgüt adına istisnasız her atılım ve eyleminin tek mercii olarak bu satırların yazarı, bu tarihin içindeki her kadro ve militanı emekleriyle, ihmal etmeden dile getirecektir. Ömür Karmollaoğlunun sahiplenişi de bu kapsamda olacaktır.

Bu yıl onun anısına, üç ayrı alanda olaylar karşısındaki duruşunu aktaracağım. Örnek olduğu, derin izlerle içimizde bu güne kadar yaşadığını ifade etmeye çalışacağım.

Birincisi; Antakya çalışmasına katılış.

Ömür, Ayşe kod adıyla, Yüksel hocanın ardından şehrimizin çalışmasına gelip katılmıştı. Yüksle hoca, bu örgütün öğretmeni, akıl ve genişliğinin, olgunluğunun simgesiydi. Örgütsel çalışma alanı olarak karadeniz bölgesine giderken yerine Ömür Karmollaoğlu yoldaşa bırakmıştı. Ankara'da Kızılay meydanında buluşup, Gimada bir kafeteryada hüzünlü bir şekilde ayrılırken bu bilgiyi iletmişti.

Ömür geldi. Bir ufak tefek kadın. Yüzünde tebessümü eksilmeyen. Baba evinde misafir ettim. Evimiz tek odalıydı; gece yatakları açılan, gündüz toplanıp elbise sandığının üzerine konan. Annam terziydi, babamın elektirik dairesindeki memuriyetinden gelen yetersiz gelirine katkı yapardı.

Ömürün aramızdaki ilk günüydü. Kahvalatımız hazırlanıyordu ki Ömür, annemin diktiği elbiseleri düzenlemekle, dikiş sonrası sarkık ipleri kesmekle meşguldü. Yardım ediyordu. İlk anda evin kızı gibi davranma çabası vardı. Mihriban ufaktı, Ömür'ün dibinde oturmuş ona hayretler içinde bakıyordu.

Kahvaltı soframız yerde açılırdı. Ömür elindeki elbiseleri bırakıp sofra kuruluşuna koştu yardım etti. Bir yabancı misafirin ev işinde böylesi koşuşturması gelenkte müsaade edilmeyen bir durumdu. Ama o, öyle bir çaba sarfediyordu ki, "ben de bu evin bir kızıyım, sizden biriyim, beni öyle kabul edin" der gibiydi. Onu öyle kabul ettik. Bu ilk günün tablosu, sonuna kadar devam etti. Ömür ailemizin bir kızı olmuştu...

Ablamın ilk çocuğu kız oluncu, benden isim istendi, Ömür'ü önerdim, onlarda bunu istedi. Ömür ODTÜ'yü bitirdi. Duke üniversitesinde genetik doktarasını yapıyor. Bilim adamı oldu. Bilimsel araştırma makaleleri dünyanın ünlü bilim dergilerinde yayınlanır oldu, konferansları, araştırmaları da devam ediyor. Bu, Ömür Karamollaoğlu'nun ailemizdeki derin insani ve devrimci izlerinin devamıydı. O ailemizin algılarında fiilen yaşamaya devam ediyor.

Ömür'ün Antakya çalışmalarında etkin izleri aynıyla devam etti. Ömür bizim için örgütsel bağlamın önemli bir parametresiydi. Aramızdaki varlığıyla, hepimizi devrimci bir rekabet içinde, en iyisini başarmaya yönlendirdi. Devrimciliği bir aile havasında, kerdeşler sofrasında, bir yapıyı, taş üzerine taş koyarak, heyecan ve sevgiyle yükseltmenin harcı olmuştu.

İkinci gelişinde Rıza Salman'da vardı. Rıza çok farklı bir tarzdı. Çalışmalarımızın genişliğiyle Ömür'ün varlığıyla oda çalışmalarımızdaki yerini almıştı. Rıza, eylemdeki tutumu, işkencede ser verip sır vermeyen duruşuyla bizim için anlamlıydı. Niğde'de cezaevinde kısa bir süre komünlerimiz aynıydı. Kişi ve üslup olarak hiç uyumlu değildik, aramızda siyasi ayrılık da gelip çatmıştı. Ama aramızda hiç bir zaman olumsuz tek bir satır, tek bir cümle söz geçmemişti. Ömür, karşıtların olumsuz süreçlere yönelmesini önleyen etkisi bu ilişkide de devam ediyordu; annem Niğde zindanına getirdiği yemekten Rızay'a pay ayırırken algılar Ömür'le kesişirdi. Bu gün örgütümüze, şahsıma, Anneme, babama kız kardeşime, yeğenlerime ve de dedeme bile, akıllara ziyan karalama yapanların, Annemin elinden yemek yemiş olan hayasızlar olmasının kahredici paradoksu, bu satırlarda mutlaka hatırlanması gereken, tarihe bir nottur diye düşünüyorum.

Ömür, Antakya'da yetişen tüm kadro ve militanların ablasıydı. Ömür hepimize önemli bir dinamik kattı. O, her Acilcinin bilincinde saygın bir yer edinmişti. Bunu bilmeyen, bu ortamın kıyısında duran ahlaksız bir ölü konuşturucusu, bu algıyı kirletmek için sinsi yılan gibi kıvranarak yaptığı uydurmalar, bu anıyı kirletemez. Kimi yoldaşları, "kapı aralığından gözledi" diye Ömür'e ahlaki olmayan bir gözle bakanların olduğunu ima etmesi böylesi bir çirkinliktir. Kimsenin en gizli ikili konuşmalarda bile böyle bir konuyu dile getirmemişolmasına karşın, bu ahlaksının beyninde 33 yıldır taşıdığı irkinlik yanlızca kendi iç dünyasını anlatan bir kanıttır. Bu ahlaksız, ölü konuşturucusunun aklı başka bir şeye çalışmıyor. Ele aldığı her konuda aynı dürtülerle yalan kurgular üretmesi bunu gösterir. Fuat yoldaşı, Eczacı Derviş amcayı, hatta Nebil'i bile kimi konuşmalarında "bilmem neresinde "ben" olduğu doğrudur, ben de gördüm" diyerek, onu katledenlerin ahlaksız suçlamasını haklı gösteren yalanları bunun açık göstergesidir.

Antakya sığıntısı bu hakir zevatın, akıl algılarında o zaman Nebil'e bile yaptığı ahlaksız tekliflerin olduğunu, bunu yer, zaman ve ortam ile Nebil yoldaşın bana aktardığını ve "bu ahlaksıza ne yapılması gerekse bunu yapalım" dediğini hatırlatmakla yetineceğim.

Ömür yalnızca sosyal, kültürel, devrimci duruşuları ve ona karşı istisnasız her Acilcinin saygısıyla anılır. Ömür, bizim insan simgemizdi, çirkinlerin yıllar sonra ortaya çıkan kirli algılarının aleti yapılacak Ömür'ü değildi. Ömür, bilim adamı yetiştiren, devrimciliğe dört elle ve özveriyle sarılan insanların derinliklerinde anlam bulan bir tebessümdü.

İkincisi; Binboğa dağlarına tırmanış.

Örgüt askeri eğitim kararı almıştı. Her bölgeden seçilmiş kişiler, Binboğaya dağlarına tırmanacak askeri eğitim görecektik. Adres, anılarımızda kahramanlığıyla her zaman diri olan Hamdullah Erbil ve Kütüre adlı köyü vardı. Oradan tırmanacaktır. Ömür de en öndeydi. Rıza vardı, Yüksel Eriş hoca vardı, Egeli binbaşı Eşber vardı (Ankarada birlikte yakalandığım yoldaş) ve hatırlamadığı iki yoldaş daha bulunuyordu.

Bu tırmanışta, şehrli kimliğiyle, sosyal ilişki etkinliğiyle tanıdığım Ömür'ü, Ceylan atikliğiyle de tanımış odum. Ömür, bu tırmanışta direncini gösterdiği kadar, yorulan yoldaşlarına da omuz vererek, onları taşımasıylada bir dev gibi durmuştu; yıllarını dağlarda geçirmiş bir kır gerillası olmuştu aynı anda.

"Binboğa tırmanışı" adlı anı yazımda bunları dile getirdim. Bu tırmanış gerçekte ciddi bir askeri eğitim değildi; şehirli insanların dağ sınavında ikmale kalışından ibaret bir girişimdi. Ancak o gün öyle bir ruhla yola koyulduk ki, büyük umutlar sonuç vermese de örgüt içindeinsanların birbirini tanıma şansı olmuştu. Bu tırmanışın kahramanı Hamdullah Erbil ve Ömür'dü.

İşte devrimci kadın buydu. Ufak tefekti ama bir dev gibi kendini ortaya koymuştu. Hamdullah Erbil yoldaşın ordaki performansı örnekti. Yüksel hoca ise çok zorlandı. Ömür ceylan gibiydi, öndeydi ve yoldaşlara yardım için koşuşturuyordu. Uzun yolda kişileri tanımak diye bir gerçek varsa ve bu gerçeğin sonuçları olacaksa, bu tırmanış Acilcilerden üç ayrı örgüt yaratan bir ayrışmanın ilk verilerini oluşturmuştu demek yanlış olmayacaktır. Yüksel Hoca ve Ömür şehit olmuştu. Hamdullah, Devrim Savaşçıları örgütünü kurmuştu. Rıza HDÖ olarak devam etti, bizler Acilciler olarak bu güne geldik.

Hamdullah yoldaşla, bu tırmanışla ilgili algılarımızı yıllar sonra Almanya'da bulunduğu bir sırıda bir kez daha paylaştık. Ömür'ü bir kez daha andık.

Binboğa tırmanışı ardından, Ömür'den bize kalan, bulunduğumuz her yerde direngen olmaktı. İşkencede ser verip sır vermemekti, zindanda direnmekti, yurdışında zindanlara, sürgünlere rağmen örgütsel yükseliş için özverili olmaktı. Dün ve bu gün her bir Acilcide yaşayan Ömür, tas tamam buydu.

Üçüncüsü; Merkez Komite üyeliği.

Yüksel Hoca şehit, Rıza içerdeydi. MK yeniden oluşturuluyordu. Ömür davetini bana yaptı. Ankara'da, Ayrancı'da, örgüt evinde toplanmıştık. Heyecanı yüzüne yansımış, hareketleri serileşmiş, bir sır vermek ister halde, Benim MK'ya kıtılma teklifini yapma hazırlığı içindeydi. İtirafçıyı ilk kez orada görmüştüm. Yine en silik haliyle, diğer odanın bir köşesinde, sorumsuzca oturuyordu. Kerhen görev yapan bir duruşla, Ömür'ün yaptığı Merkez Komite üyeliği teklifi üzerinde konuşuyorduk.

"Ömür, büyük bir şevkle MK’ya katılmamın örgüte güç vereceğini belirterek, daveti bana iletti. O gün Ankara’da Ömür’e verdiğim cevap, “Düşünmem ve bölgemdeki yoldaşlarla konuşmam gerekir” olmuştur. Ömür üzgündü; Merkez Komite bu kadar çabuk elde edilen bir hak olmamalıydı, bana bu teklifi edenler, bunu böyle ucuzca elde etmiş olabilirlerdi ya da kendi kendilerini atamış olabilirlerdi. Ancak ben MK’nın bu kadar basit elde edilmeyeceğini gösterme kararındaydım. Antakya dönüşümde yoldaşlarımla bu kararı paylaştım, aynı kanıda olduğumuzu gördüm. Bunun önemli nedenlerinden biri; bu birlikteliğin tüm detaylarını görme, deneme ve uzun yoldaki kararlılığını algılama gereğiydi. Bölgemizin olanaklarına yönelik istismar sezilerimiz bizi dikkatli olma yönünde uyarmıştı. Nitekim öyle de oldu.Ben, Ömüre de bu sorumsuza da söyledim. Böylesi bir kademede sorumluluk almak daha çok emek ve çaba ister, bu göreve talip değilim, daha çok emek vermem gerek dedim." (dosya no: 5 Binboğa Tırmanışı)

21 yaşındaydım. Kişiliğmin siyasal dengelerini bulma çağında, ortamın dar algılarını görmüştüm. Farklı bir alan ve kültürden geliyordum. Kitlesel örgütlenme alanından, her mahalesinde derneklerin olduğu, ilçe köy ve kasabalarında aleni seminerlerin verildiği, sokak ve okul çatışmalarında faşistlere karşı direnişin yükseldiği, işçilerin grev yaptığı, legal TEK YOL DEVRİM dergisinin çıktığı, TÖB-DER'in elimizde olduğu bir alandan gelmiştim. Karşımda karanlık bir odaya sinmiş, çevresi olmayan, siyasal bir yazım etkinliği olmayan birilerinin kiymeti kendinden menkul görev dağılımı konuşmaları içime sinmemişti. Ama ortada Ömür vardı ve onu kabaca kırmam mümkün değildi.

Bu tabloda, bir kez daha Ömürün yürek çırpıntısını duyumsadım. Örgütsel heyecanın, coşkusunu, örgüte katkı yapacağına inandığı insanın dikkati karşısında yüreğinin sesini duydum. Dün olduğu gibi bu gün de, kitle örgütlenmesinde, kadro ve militan örgütlenmesinde duyduğumuz heyecanın, esasında içimizdeki Ömür'den başkası olmadığını itiraf etmeliyim.

Ömür, bu örgütün tarihinde de önemli bir bilgi kaynağıydı. TDAS'ın yazımı konusunda ona sorduğum soruya verdiği cevap, burada bir kez daha anılmalıdır.

"TDAS'ı kim yazdı? diye sordum.

Ömür, "Hiç bir yazı mutlak doğru değildir" dedi. "Her yazı geliştirilebilir, önemli olan bunu mücadele sürecinde yapmaktır. TDAS'a gelince; bu temel yazımız ilker Akman'ın yoğun emeğiyle, onun öncülüğünde yazılan ortak bir yazıdır." diye devam etti." (Mihrac Ural, TDAS'ı Kim Yazdı?)

Bu bilgi, bizim için yeterliydi. Ne öncesi ne sonrası yazı yazmamış bir itirafçının, bu kollektif yazı sahiplenmeye kalkışmasının, örgüt tarihine ve broşure katkı yapmış Şehtilerimize yönelik bir hakaret olduğunu burada tekrar etmeyeceğim. Her itirafçı bir hakirdir, hakirlerin yalanlara sığınması doğaldır.

Ömür yoldaşı bir kez daha anarken, Acilciler örgütünün onurlu direnme tarihinin yüklediği sorumluluğu sonuna kadar tüm zorluklara rağmen özveriyle yerine getirlmesi gereken bir devrimci göre olduğunu belirteceğim.

İnsanın benliğinden çıkmayan tebessümüyle Ömür içimizde yaşıyor.

Anısı önünüde saygıyla eğilirim.





159.dosya : BELDEN AŞAĞICILAR YAZISINA EK...


Mehmet Yavuz
23 Mart 2010

Not: Bir kez daha vurgulamak istiyorum. Nebil, konuşma sırasında iddia edilen türde bir açıklama ya da gerekçe söylemedi.

Buna ilaveten bir de hatırlatma yapayım. Dörtayak'da Ömür'ün de kaldığı ev alt-üst iki odadan ibaret küçücük iç avlusu olan bir evdi. Alt kattan üste tahta bir merdivenle çıkılıp basamak sonundaki bir delikten odaya girilirdi Yani, düzgün bir oda olmadığı için kapısı da yoktu.

Demem o ki; kapısı dahi olmayan bir yerde hangi anahtar deliğinden ront yapılmış ? Tabii, evin fiziki durumu Engincik tarafından bilinmeyince, kendince senaryoya uygun bir de anahtar deliği uydurmuş.

Ne diyeyim, adamın fantazileri geniş.





158.dosya : İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER'İN YAZILARINA KİM SAHİP ÇIKIYOR ?

MİHRAC Ural 20 Mart 2010

Tekrar tekrar belirtiyoruz. Engin Erkiner sadece itirafçı değil, aynı zamanda muhbirdir ve Özel Harp Dairesi adına çalışmaktadır. Bu yüzden MİT ajanı İbrahim Yalçın'la ortaklık kurmuştur. İkisi, ölü konuşturucusu bir ahlaksızla, yalan kurgular üreterek, demokrasi mücadelesinde hayatlarını veren insanlara karalama ve şaibelerle saldırmaktadır.

Bu öbek, ilkel milliyetçi, ırkçı bir öbektir. Ülkemizde her türden farklılığa da düşmandır.

Kürtlere düşmandır, Araplara Düşmandır, Ermenileri, Süryanilere, Aleviliğe düşmandır. Bunu her yazılarında dile getiriyorlar. Şimdi bir devlet görevlisi olarak her biri bir yandan, bu çağ dışı tutumlarla, onurlu insanları kirletmeye çalışmaktadırlar.

Bu çirkin insanları kimlerin sahip çıktığını göremk gerçeği tümn çıplaklığıyla ortaya koymaya yetecektir. İtirafçı Engin ve ortaklarının yazdığı karalamalara sahip çıkan siteler bu gerçeğin kanıtı ve belgesidir.

Altta okuyacağınız yazılar "ULU TÜRKÇÜLÜK" adlı sitede, şu linkte yer almaktadır.


http://uluturkculuk.com/forum/index.php?topic=1369.msg8893;topicseen


"BU SEREFSIZ arap PICININ BOK SOYUNU ATALARIMIZ ZAMANINDA IYI BELLEMISKI, BIR TÜRLÜ BU ACIYI UNUTAMADIGI ICIN KUYRUK ACISI ONDAN GELIYOR OLMALI.


Değil andam! O pezevenk Stuttgartta kalıyor yolum oraya düştüğünde gırtlağına yapışacağım! Burdan da Hataylı fellahlara bi gönderme yapayım! Beğenmiyorsanız Türkiyeyi ve Tüklükten rahatsız oluyorsanız kervanınızı toplayıp Lübnana defolun gidin. Hem orda Aleviliğinizide iyi yaşarsınız soydaşlarınızla!!!

Aleviforumda, her satirinda Türk düsmanligini isleyen bu kansiz soytarinin, Mihrac Ural denilen azili Türk düsmani soysuz fellahin ta kendisi oldugu asikar. Iste bu soysuz muhabberat ajani hakkinda bir zamanlar yakininda olan birisinin (Engin Erkiner bn.) yazdiklari.."

Bu yazının altında İtirafçı Engin'in, Arap halkının demokratik haklarını savunduğu Konferans hazırlığı toplantısına karşı kin kusan milliyetçi yazısı yer almıştır.

Bu konuda yorum yapmadan, ilgili okuru bilgilendirmekle yetiniyorum. Bu sefil yazıların bu ülkeyi nasıl tahrip ettiğinin bilinmesi için buraya aktarıyorum.

Son söz olarak ve binlerce kez tekrarla belirtiyoruz ki, Milliyetçilik bir vebadır. Bu hastalık alt edilmedikçe, ülkemiz zenginliğinin mozaik dokusunu eşitlik, adalet, birlik ve güven içinde korumak mümkün değildir. Farklılıklarımızın özgür ve eşit olması için, onların demokratik haklarını tanımak gerek. Özgür bir birlik her türden bölücülüğe de son verecek yegane yoldur.

İtirafçı ve ortağı MİT ajanı İbrahim Yalçın'ın, derin devlet adına yaptığı karalamalar bu ülkenin ve halklarının çıkarlarını baltalama amacı taşamaktadır. Bu kuklalarla mücadele milliyetçilikle mücadeledir. Faşist düşüncelerin çağ dışı olduğu bir dünyada bu insanların çirkin sözleri yıkıcılığın, bölücülüğün kendisidir.





157.dosya : BELDEN AŞAĞICILAR

(Mehmet Yavuz'un yazısı)
Mihrac Ural'ın notu:

Çirkin bir tartışma, kin ve ihbarla devam ediyor. Bu tartışmanın oluşturduğu lağım çevreye de zarar verir hale geldi. Ancak görevli kuklalara emir üstten gelmiş, yaşamaları için bunu sürdürmeleri gerek. Halkın çıkarları, demokrasinin gerekleri için ortaya tek bir siyasi çaba koymamalarının dile getirdiği de budur. Bunlar, anaları, babaları, çocukları, karıları, kızkardeşleri ve de dedeleri bile, insan aklının almayacağı bir çirkinlikle bu tartışmalara karıştırılıyorlar.

Bu ahlaksızlara sahip çıkanların kim olduğu bellidir. Şu siteye bir göz atın, orada İtirafçıyı sahiplenenlerin neler yazdığını görün.


http://uluturkculuk.com/forum/index.php?topic=1369.msg8893;topicseen



Bir de ölü konuşturucusu var. Sinsi yılan, Sus diyoruz. Arsız ahlaksız diyoruz, adınla yaz, imzanı koy korkak ödlek pislik diyoruz. Kendi adına konuş, misafiri olduğun bir şehri ekmeğini yemiş bir hakir olarak altan alta dedekodularla kimseyi kirletme diyoruz. Sen okadar kirlisin ki, siyasi terbiyemiz bunları açıklamaya el vermez, zorlama bunlara girmeyeceğiz de. Yalan kurgularınla, Antakyalıyı Antakyalıya kırdırma intikamını açıkça koy sana da söylüyorum zaman hakem aramızda türkümü söylersin türkümü dinlersin o zaman göreceksin.


MİT ajanıyla, itirafçıyla bir arada utanmadan da Mehmet Yavuz'u şahit gösteriyorlar. Öyle mi?..

Alın o zaman… İşte şahit gösterdiğiniz onurlu insane burada. Yazısını okuyun.Yüzünüz kızarma bilirse yediğiniz şamarın izi kalmıştır aynaya bakın.


Bunlar, gösterdikleri şahide bile güvenmezler, balans ayarına yönelirler; ajan nebilden aldığı altınların hikayesinde balans ayarı yapa yapa düzeninin iyice bozmuş ordan bilirler. Şimdi bir daha havlayacaklar, kin kusacaklar, Atatürkçülükten başlayıp, onurlu ticarete kadar her şeyi kirletmeye çalışyacaklar. Ancak boşuna, ne kendilerine benzer bulabilecekler ne de sırtlarına outran kamburu örtebileceklir. Biri MİT ajani İbrahim Yalçın diğeri itirfçı Engin Erkiner ve yamakları ölü konuşturucusu.

Mehmet Yavuz'u birlikte okuyalım...

***

Mehmet Yavuz
20 Mart 2010


Uzunca bir süre BREMEN MIZIKACILARINI takip etmedim. Nedenim çok basit: Bu tür insanlarla tartışmanın bir fayda ya da anlamının olmadığını anladım.. Çünkü, sıkışınca hemen belden aşağı vurmaya, iftiralarla insanlara çamur atmaya başlıyor ve adeta insanları belli merkezlere ihbar ediyorlar.

Arkadaşın biri palavracı güruhun sitesinde yayınlanan MİHRACIN PAPATYALARI başlıklı yazıyı bana göndermiş... Her ne kadar yazı İbrahim Yalçın imzalıysa da, onun Erkan Ulaşan merkezli olduğu bayağı açık. O'nun da belden aşağı vuruşlarla insanları çoluk çocuğu önünde SAPIK durumuna getirmesini yadırgadım ve kendisine yakıştıramadım.

Lakin kerameti kendinden menkul ajan devrimci İbrahim Yalçın efendi, görevli olarak girdiği kısa süreli örgütsel yapıda yine görevli olarak katıldığı tek eylemle hiç tanımadığı, nerelerde neler yaptıklarını bilmediği insanlar hakkında fetvalar vermeye pek bir hevesli.

Ama ben bu konulara hiç girmeyeceğim. Hiç kimseyi böyle çirkin yöntemlerle vurmaya çalışmayacağım. Ancak bir konuyu burada açıklığa kavuşturmam gerekiyor.

Evet, daha önce de yazmıştım: Nebil, örgütlenmenin henüz ilk aşamalarında bir süre ortalıktan yok olmuştu... Bir kaç gün ortada görünmeyince kendisini merak etmeye başlamıştık.

Belli bir gurup içinde bu konu görüşülürken Erkan ve ben Nebil'in evine gitmeye karar vermiştik. Bu konuda Mihrac'ın görev vermesi gibi bir durum yoktu. Aramızda konuşmuş ve Nebil'i ziyarete karar vermiştik.

Nihayet evine gittik. Odasında yatağının üstünde uzanmış halde bulduk. Uzun uzun konuştuk ama Nebil, yazıda anlatıldığı gibi bir gerekçe hiç ifade etmedi.

Kendisiyle çok şey konuştuk ama asla o yazıda anlatılan türde bir gerekçe söylenmedi.

Birilerini vurmak, aşağılamak için: Nebil'in katline neden olan belden aşağı taktikleri hem de O'nun adını alet ederek kullanmak ne kadar acı.

Nebil'e sahip çıkmak; böylesi yöntemleri kullanarak değil, reddetmekle mümkündür. Bunun aksini yapmak; Nebil'in anısına yapılabilecek en büyük saygısızlıktır.

M.Yavuz

DERVİŞ ÇİLER AMCA

Derviş amca, Antakyalıların amcasıdır, temiz, uygar, ne söylediğini bilen, kültürlü, devrimcilerin, özellikle de tüm Acilcilerin koruyucu amcasıdır.

Derviş amca, devrimci bir ailen babasıdır. Tüm evlatları, devrimci hereketin en önünde saf tutmuş, bunun bedellerini de işkence, on yılları aşan zindan ve sürgünlerle ödemiştir. Böylesi bir aileyi oluşturan bu insana, devrimci hareketler ve örgütümüz adına, şükran borcumuz var. Ona dil uzatan insan, insan olma şansını çoktan yitirmiş, bir hayvandır.

Derviş amca, eczacıdır. O kesitte eczacı olmak hüner, bilgi gerektiren ilaç yapımı ve oranlamalarıyla ilgili diplomalarla elde edilmeyecek yetileri gerektirir, amca bunun uzmanlarından biriydi. Aynı zamanda, gece gündüz demeden hastaların ilaçlarını vermek üzere koşuşturması var; geceyarısından sonra kapısını çalabileceğiniz, hastanıza yardıma koşacak yegane adreslerden biri Derviş amcadır. Eczanesi, evi devrimcilerin güvenli zulaları olduğunu buradan onurla açıklayacağım, bilenler bilmeyenlere anlatsın; o eczanelerde neler sakladık, Nebil Yoldaşın kapı komşusu olan eczanede, Nebil dahil kimler korundu, bunu bu şehrin devrimci sürecinde etkin olan herkes iyice bilir.

Derviş amcaya dil uzatanlar, kaynağı milliyetçi reflekslerden gelen, kin ve devlet görevlisi olmanın ısrarıyla birleşen bir Antakya düşmanılığı içindedirler. Bu yüzden bu şehrin tüm değerlerine, hakirce saldırmaktadırlar.


Mihrac Ural
18 Mart 2010


Biri mit ajanı İbrahim Yalçın, biri İtirafçı Engin Erkiner, insanları karalamak, kirletmek, şaibe altına bırakmak için, paparazı basının çok daha ahlaksız türünü sergileme çabasındalar.

Onların işbirlikçisi ve devlet adamı olmayan herkese acımasızca. Seldirmeyi bir refleks haline getirmnişler. Korkunun ecele faydası yok, sırtlarındaki kirli kamburun bu yöntemle örtülebileceğini sanıyorlar. Bunun mümkün olmadığını gördükçede insanların, analarına, bacılarına, babalarına, dedelerine, tanıdık ve dostlarına bile akıllara ziyen çirkinlikle saldırmaktadırlar.

Bu saldırılardan biri de Fuat Çiler'e ve babasına yöneltilmiştir. Fuat çileri burada uzunca anlatmayacağım. Fuat yoldaş, benimle birlikte Nebil yoldaşında, Hanımı M.Ç ve Nebil Rahuma yoldaşla birlikte mücadelenin ilk döneminden bu güne kadar onurluca yürüyen bir yoldaştır.

19 Ağustos 1977' İstanbul yakalanmalarında örgütü polise satan İtiarfçı Engin Erkiner'in geride bıraktığı enkazı yükselten ekibin temel taşıdır. Onlarca askeri eylemde omuz omuza yer aldık. İşkencede bu ekip, ser Verdi sır vermedi. Ortak girdikleri hiç bir eylem, bu güne kadar açığa çıkmadı. On yılı aşkın zindan yattı, komün yaşamında dökülenlere karşı o zindan kapısından geçmişini omzunda ve bilincinde taşıyan bir Acilci olarak çıktı. "geçmişi olanun geleceği olmaz" diyen ihbarcı pislik Engin Erkiner türü insanların yaklaşımlarını elinin tersiyle itti. MİT ajanı İbrahim Yalçın gibi soytarı kuklaların duruşlarını da lanetledi.

Son olarak adını kullanıp sahte açıklamalara karşı açık ve net bir tutum sergileyerek duruşunu dosta düşmana açıkladı. Fuat çiler, insane olarak da sosyal olarak da iyi insanların ortak bölen bulacağı bir halk, bir kitle, bir diyalog unsurudur. Bu onun sevencenliği ve açık yüreklice tutumlarıyla beslenen bir özelliğidir. Bu yoldaşa karşı adlmarını gizleyerek dil uzatan ölü konuşturucuları bellidir, ahlaksız olduklarını da, sinsi bir yılan gibi kapı kapı dolaşarak hımbıl, düzeysiz, iki kişi arasında kendi adıyla konuşacak bir şeylleri olmadığını da biliyoruz.

Bir kez daha bilinmeli ki, bütün çabalar kin karışımı milliyetçi bir refleksten, özel harp dairesinin tezgahlarında üretiliyor. Bunun için ısarla, her türden farklılığıyla Antakya'lıyı Antakya'lıya kırdırmak, temel zeminlerde çatlaklar oluşturmak istiyorlar. Bu çirkin amaç, bir kez daha, tüm inkarlarına karşın, Acilcilerin merkezi Antakya olduğunu teyid ediyor. Bu nedenle bu alanın demokrasi gücü kitlesinin kırılmasını istiyorlar.

Bu çabaları, bir siyasi rekabet ortamında nispeten anlamak mümkün. Ancak örgüt derdi, örgütlenme derdi, siyasi bir örgüte katılma çabası, demokrasi mücadelesini örgütlü yürütme, çevre edinme, çevrenin eleştirel yaklaşımları altında kendini düzenleme diye bir kaygısı olmayanlarca yapılmaktadır. Bu noktaya dikkat edilmeli. Kim bu ölçüde bir kin deryasını, hiçz bir amacı olmadan sürdürebilir. Görevli olmak budur…

Bu çirkinliğin son boyutunu, ailelere yönelik karalama ve şaibelerde görmekteyiz. Fuat yoldaşın babası Derviş Çiler amcaya yönelen hayasızlık, bu çirkinliğin hangi bataklıkta olduğuna önemli bir işerettir.

Derviş amcayı ve mesleğinden kaynaklanan çabalarını ahlaksızca dillendiren bu soytarılar, Derviş amcayı tanıyan herkesi yaralamıştır.

Busatırları yazarken elem doluyum. Ele düşene kimse rahmet okumasın diyeceğim. Hesabı soruylacak o kadar çok şey oldu ki, bunu ömrünün son anına kadar unutacak olan utansın…

Bu noktadan itiberen ben öncelikle Derviş amcadan, Hatay halkı adına özür diliyorum. Acilciler adına senden özür diliyorum, diyeceğim. Derviş amca, mezarında uğradığın bu tecavuzü unutmayacağımızı, bu ahlaksızlara karşı senin adına, Nebil'in ve tüm Acilcilerin adına cezasız bırakmayacağımızı belirteceğim. Sözlerime zamanı hakem koyuyorum.

Derviş amca, Antakya'lıların amcasıdır, temiz, uygar, ne söylediğini bilen, kültürlü, devrimcilerin, özellikle de tüm Acilcilerin koruyucu amcasıdır.

Derviş amca, devrimci bir ailen babasıdır. Tüm evlatları, devrimci hereketin en önünde saf tutmuş, bunun bedellerini de işkence, on yılları aşan zindan ve sürgünlerle ödemiştir. Böylesi bir aileyi oluşturan bu insana, devrimci hareketler ve örgütümüz adına, şükran borcumuz var. Ona dil uzatan insan, insan olma şansını çoktan yitirmiş, bir hayvandır.

Derviş amca, eczacıdır. O kesitte eczacı olmak hüner, bilgi gerektiren ilaç yapımı ve oranlamalarıyla ilgili diplomalarla elde edilmeyecek yetileri gerektirir, amca bunun uzmanlarından biriydi. Aynı zamanda, gece gündüz demeden hastaların ilaçlarını vermek üzere koşuşturması var; geceyarısından sonra kapısını çalabileceğiniz, hastanıza yardıma koşacak yegane adreslerden biri Derviş amcadır. Eczanesi, evini devrdimcilerin güvenli zulaları olduğunu buradan onurla açıklayacağım, bilenler bilmeyenlere anlatsın; o eczanelerde neler sakladık, Nebil Yoldaşın kapı komşusu olan eczanede, Nebil dahil kimler korundu, bunu bu şehrin devrimci sürecinde etkin olan herkes iyice bilir.

Derviş amcanın mesleği insani bir meslekti, sağlıktı. Bu emekçi insana, mesleğini de kirletmek üzere karalamalar yapmak, ancak delilerin ya da görevlilyerin işi olabilir: bunlar görevlidirler.

Derviş amcamla, ölümünden çok kısa bir süre once, oğlu Emin'in ölümü üzerine taziyelerimi ileterken telefonla konuştum. Sevgi ve özlemle, coşkulu sesiyle selamladı. Bana ve sürgündeki tüm devrimcilere, ülkelerine dönme arzusunu duaları eşliğinde tekrar tekrar ifade etti. Bizi kucaklama özlemini dile getirdi.

Derviş amca Acilcilerin amcasıydı, onurlu ve başı dik bir insandı. Derviş amcaya, dedelere, babalara, anne ve kardeşlere dil uzatan bu çirkin insanların ortaya koydukları kültür bir lümpen kültürüdür. Bu kültüre karşı, devrimciler olarak hayatımız boyunca savaş verdik.

Dünya sol tarihinde bile emsali görülmemiş bir çirkinlikle, ailelerin de içine karıştırıldığı bu karalama kampanyası, belli ki ne örgütsel bir tarih ne de gelecekle ilgili bir kaygı taşımaktadır. Toptancı bir yıkım, her şeyi ve herkesi karalama üzerine bir görev olarak ifa edilmektedir. Derviş amcamıza kadar uzanan bu çirkinlik, bir bataklık, bir lağım üretim merkezinin işidir. Derin devlet, denilen gereçk bu çabalarla kendini siyaset ortamında ikame etmeye çalışır.

Derviş amcaya dil uzatanlar, kaynağı milliyetçi reflekslerden gelen, kin ve devlet görevlisi olmanın ısrarıyla birleşen bir Antakya düşmanılığı içindedirler. Bu yüzden bu şehrin tüm değerlerine, hakirce saldırmaktadırlar.

Derviş amcaya yönelen bu saldırı, örgütünün her safhasında yer almış, işkenceler, zindanlar devirmiş Fuat Çiler yoldaşa, ailesine, Acil örgütüne hayatları boyunca bağlı kalmış kardeşlerine, Harbiye insanına, Antakya halkına ve insanlık erdemlere yapılan bir saldırıdır. Bunu yapanları en acımasız dille lanetliyorum.

Cenazesinde tüm acilcilerin yer aldığı bu onurlu insanı bir kez daha rahmetle anıyorum, Derviş amca, sen mezarında rahat uyu, hepimiz seni yüreğimizde koruyoruz, diyorum



NEWROZ PİROZ BE

DOĞANIN YOL HARİTASI

Mihrac Ural
19 Mart 2010

Halkı özgür olmayan bir bayram özgürce kutlanamaz.

Resmi olması bu gerçeği değiştiremez.

Newroz, doğanın özgürlük için çizdiği bir yol haritasıdır. Bu pusulayı görmezden gelenler, başkalarına çektirdikleri acının esiri olurlar. Kaoslarını, kimlik bunalımlarını aşmamış bir toplumun, tarihiyle cesurca yüzleşmeden bu yol haritasını izlemesi mümkün değildir. Doğa kabuğunu soyduğu gibi toplumlar da eskimiş, tarihsel işlevini kaybetmiş kabuklarını, statülerini değiştirmekle yükümlüdürler. Bu olmadan hiç bir yol haritası izlenemez. Bir ülkenin en büyük hadikabı bu dımları atmaktaki kararsızlıktır. Ortak ülkemizde Newrozun yolu, bu handikabın engelleriyle, statülerin kahredici ilkelliğiyle kesilmiştir; yeniden doğuşun simgesi olmaya devam etmesi bundandır. Acının da umudun da Newrozda anlam bulan tanımı budur.

Doğayla barış insanla barıştır, siyasetle toplumla sanatla, kültürle barıştır. Bu barışı ikame etmek için Newrozun yol haritasını takip edelim. Adım adım, özgürlüklere, eşitlik ve adalete yükselelim; insan haklarına, emekçilerin sorunlarına eğilelim.

Bunun yolu farklılıklarımızın birer eşit, birer kurucu olduğu bir demokratik cumhuriyetin ikamesiyle mümkündür.

Bunu ikame edelim.

Büyük beddeler ödeyerek bu güne gelindi. Bayramlar da yasaktı. Umut, barış kardeşlik kaosların kurbanıydı. Kimliğini kaybetmiş ülke, her şeyi ve herkesi kimliksizleştirme çabasında kanlı bir süreci tırmandırmak için elinden geleni ardına koymayan siyasal yönetimlere mahkumdu. Bu, iç kanamaları ölümcül hele getiriyordu.

Üzerinde hükümran oldukları toprakları, tarihi ve sosyal dokularıyla tanımayanlar, farklılıklara yaşam hakkı da tınımıyordu; bu coğrafyada ayrı varlık olmak her türden felaketi kabüllenmek demekti. Newrozu bu acılarala, kanlı bir gün haline çevrildi. Bayram, umut, sevinç yeraltına girmişti. Milliyetçilik belasıyla birlikte, çitlerle bölünen doğal coğrafyalar, ortak değerlerini yitirmeye zorlanıyordu. Bu bir zorlamaydı, her zorlama gibi de bir yere kadardı.

Newroz bu baskılar altında bir direnme günü olarak toplumsal hafızamıza işlendi. Newroz, yaşam hakkını, doğanın yaşam hakkı kadar özgürce varolma çabasını, ağır bedeller ödeme pahasına, direnerek dile getiriyordu. Bu bayrak, bu coğrafyada Kürt halkının özverileriyle resmi bir tatil olarak anlam kazandı. Bu halk, bu hak talebinin arkasında dik dururak sonuç aldı. Hepimiz adına alınan bu sonuçta Newroz, özgürlüğe doğru bin milin ilk adımını attı.

Newroz resmi bayram ilan edildi. Bu adım kendi dengelerinin özgür adımı değildi. Bir ayağı aksak adımdı. Her dengesiz adımda olduğu gibi, bu adımda da el çabukluğunun yarattığı dengesizlikleri taşıyordu. Bu günün gerçek bir özgürlük adımı olması, tüm değerlerin özgürlüğüne bağlıydı.

Halkı özgür olmayan bir bayram özgürce kutlanamaz. Resmi olması bu gerçeği değiştiremez.

Newroz, hala acıların, umutların, aşılması gereken dev sorunların, simgesi olmaya devam ediyor. Newroz, doğanın özgürlük için çizdiği bir yol haritasıdır. Bu pusulayı görmezden gelenler, başkalarına çektirdikleri acının esiri olurlar. Kaoslarını, kimlik bunalımlarını aşmamış bir toplumun, tarihiyle cesurca yüzleşmeden bu yol haritasını izlemesi mümkün değildir. Doğa kabuğunu soyduğu gibi toplumlar da eskimiş, tarihsel işlevini kaybetmiş kabuklarını, statülerini değiştirmekle yükümlüdürler. Bu olmadan hiç bir yol haritası izlenemez. Bir ülkenin en büyük hadikabı bu dımları atmaktaki kararsızlıktır. Ortak ülkemizde Newrozun yolu, bu handikabın engelleriyle, statülerin kahredici ilkelliğiyle kesilmiştir; yeniden doğuşun simgesi olmaya devam etmesi bundardır. Acının da umudun da Newrozda anlam bulan tanımı budur.

Doğanın bu güne kazandırdığı anlam, yaşamın yeniden tazahürüdür. Bahara giriştir. Yenilenme kabuk soymadır. Doğanın en kaba haliyle yaşama geçirdiği bu adımı siyasetin ilkel akılları algılamamakta direnmektedir. Bunun için de her türlü zulüm çarkını çalıştırmaktan geri durmamaktadır. Bu noktada zorbalık, siyasal erkin elinde doğaya da insana da insan topluluklarına karşı da bir direniş olarak kendini göstermektedir. Bu olumsuz duruşun sonuçlarından acı çeken yine insandır insanlıktır. Ortak coğrafyada yaşamın adaleti, sadece ezileni değil ezenin arkasında olduğu toplumsal etkinlikleri de esir alarak ezmektedir. Acı, devletin çağdışı statülerini korumak için insana karşı bir dayatma olarak sergilenmektedir.

Newroz, doğanın özgürlük dilidir. Bu dili algılayıp bilince çıkarmak, özgürlükler önünde kendi eliyle koyduğu engelleri kaldırabilmekle mümkündür. Doğa bunun da yollarını gösteriyor, kış uykusundan uyanmak, adım adım yapraklardan dallara, filizlerden çiçeklere ve sonuçta meyvelere kadar uzanan evrimi takip etmek bir yol haritasıdır. Bu anlamıyla, demokratik açılım sürecini başaşağı çeviren ilkel akıllar, doğayala da savaş halindedir.

Oysa doğayla barış insanla barıştır, siyasetle, toplumla, sanatla, kültürle barıştır. Bu barışı ikame etmek için, Newrozun yol haritasını takip edelim. Adım adım, özgürlüklere, eşitlik ve adalete yükselelim; insan haklarına, farklılıklarımızın ve emekçilerin sorunlarına eğilelim.

Bunun yolu eşitler olarak demokratik bir cumhuriyeti ikame etmekten geçer. Bunu ikame edelim.

Bu coğrafyayı bin yılların emekleriyle anavatan haline çevirmiş, ilk kez yaşama açmış, kendisi kadar sonradan gelenlere de bir yaşam zemini olarak sunmuş Kürt halkının ve tüm halkların Newrozunu kutluyorum. Doğanın yol haritasını yaşamda ikame etmek için, demokrasi güçlerini özgün ve özgür örgütlenmeleriyle mücadeleye omuz vermeye davet ediyorum.







DİPTEN GELEN SİVİL DİKTATÖRLÜK

Mihrac Ural 16 Mart 2010

Bu ülkede darbe ve diktatörlük tartışmaları bitmez. Siyasetin dengelerini oluşturan yapı o kadar çelişkili bir yapı ki, siyasetin normal bir süreç içinde kendi şekillenişini sağlamasına geçit vermez. Dengeler her zaman gergin olmaya muhkumdur.

Bu ülkede, her kim ki, aşırı ölçüde darbe ve diktatörlükten rahatsız olduğunu belirterek kamuoyu oluşturup iktidara gelme hedefi güttüyse, o kendi diktatürlüğü için yolları stbalize ediyor demektir. Menderes bunun önemli bir örneği.

Çeyrek asırdır, "darbe ve diktatörlüklerden en çok çekenler" iddiasında olan, tekelci sistemin son şanası liberal dinciler, toplumu bunun için yedekleme girişmleriyle demokrasi havarisi kesildi.

Bunlar, laik sistem karşısında, toplumun alışkanlık güçleri arkasına sığınarak mazlumu oynadı, iktidarın çamurlarıyla kirlenmemişi oynadı, "geçmiş iktidarların çirkinliklerine karşı refleksin adı" olma çabasına girdiler. Bunu büyük oranda da başardıklarını söylemek yanlış değildir.

Ama bu süreçte gözden kaçan çok önemli bir veri vardı. O da bu gün iktidar olma çabasında, oligarşinin temel kurullarını ele geçirme savaşlarında, pervasızca ileri atılanlar çeyrek asırdır iktidarda olan kadroların üzerinden yürümekteydiler. Dünden bu güne öyle geldiler.

28 Şubat 1997 girişimi, bir askeri dikta girişimidir. Bu girişimin çirken amaçları ülkemizdeki tüm darbeler gibiydi. Demokrasiye balans ayarı verme gibi kıymeti kendinden menkul bu girişim, uzun yılların çalışmasıyla kuşatmasını tamamlayan kesimlere yeni fırsatlar verdi. "beli kırmayan vuruş onu sağlamlaştırır "diyen atasözündeki gibi bir sonuç yarattı. Bunlar çok daha güçlüce ayağa kalktılar. Bölündüler, ama bölünmek onlara diz çökertmedi. Tersine yeni issimle devam dediler. Erbakan'dan, Erdoğana süreç böylece açıldı; sürecin tümünü kapsayacak bir hacime geldiler.

Çeyrek asırdır iktidar koltuğunda oturan kadrolar, bakanlar, bürokratlar, başbakanlar ve sonunda Cumhurbaşkanlığını da ele geçirip, süreci toptan kuşatmış oldular. Bu çevre bu etkinliğe ve bundan sonra elde etmek istedikleri etkinliğe bu gün değil yarım asırlık bir çalışmanın sonucu geldiler.

Bu süreç çok eskilere dayanır. 1950 ve sonrası, soğuk savaş yıllarının ve global emperyalist stratejilerin bir ürünü olarak var edildiler ve siyasal sürecin bir parçası haline getirilmek istendiler.

II. Dünya savaşı ertesi soğuk savaş koşullarının "kömünizme karşı mücadele dernekleri" (1953), Sovyetlerin "yeşil kuşak"la kuşatılma stertejileriyle başlar. Buna Bağdat Paktı'nı, CENTO'yu, lübnan içsavaşı(1958) ve Irak devrimine müdahaleyi ( 14 Temmuz 1958). ABD de başlayan ve eğitim için atılım adı altında Türkiye'yi de kapsayan arka bahçe ülkeler programı bunun zemini olmuştur. Burada yetişen kuşaklar akıl almaz bir sukunetle, sinsice, adım adım "yükselip, yayılarak" son çeyrek asrın etkinliklerini yarattılar.

16 Şubat 1947'de Ulus gazetesi CHP meclis gurubunda görüşülen din dersi okutulmasını kabul ettiği haberini veriyor. Bu adım ABD baskısıyla 1 mart 1950 de TBMM'den de geçerek yasallaşıyor. Bu adım 27 Aralık 1949'da " Türkiye ve ABD hükümetleri arasında eğitim komisyonu kurulması hakkındaki anlaşma"nın bir sonucudur. İnönü bu gerçeği yıllar sonra şöyle dile getirir : " Böyledir bu işler, peygamber edasıyla size dünyaları vadederler. İmzayı attınızmı ertesi gün gelmişlerdir. Personeli gelmiştir, teçhizatı gelmiştir, üsleri gelmiştir. Ondan sonra sök sökebilirsen." ( Doğan Avcıdan aktaran, Cengiz Özakıncı "Türkiye'nin Siyasi İntiharı "Yeni Osmanlı" Tuzağı" s: 101)

Bu adımları sivil etkinlikler takip eder. Bu girişimlerin adı " Dinler Arası diyalog". Öncülüğünde ise, meşhur Küçük Hüseyin Efendi'den devraldığı Arusi şeyhliğiyle, deniz subayı Ömer Fevzi Mardin ( Prof. Şerif Mardin'in amcası). CİA, dinleri Sovyetlere karşı birleştiriyordu. Avengelist, Ortodoks, katolik ve İslam, çorbası. Bu amaçla bu işin her türden kalpazanı, Hitler'den-ABD'ye her alanın bataklığında yeşeren bir isim, Dr. Frank Buchman, İsviçredeki şatosu Manevi Seferberlik'te ( Moral Rearmement) aralıksız toplantılar yapmaktadır. Ardından Türkiye'ye de gelerek karanlık amaçlar ikame edilmeye yönelmiştir. Öyleki, yüz yılların yalanı burada da pazarlanmıştır; çok önceleri Napalyon için, sonra hitler için bu süreçte ise ABD için şunlar pısıldanmakla kalmıyor reklamlarla yaygınlaştırılıyor: "Yeryüzünde barış ve insanların kurtuluşu işini Amerika üzerine almış, Allah'ın birlik bayrağını çekerek milletlerin kurtuluşuna çalışıyor" (Age. s: 112)

Buna eklenecek onlarca veri, o kesitin kendi özgüllüğü içinde ardı arkası kesilmeden oluştu. " Yeni Osmanlıcılık" bu çabaların temel çerçevesiydi. Bu maya her dönem için ayrı bir rolle sahip olacaktı; Komünizim adı altında Sovyetlere karşı, Bağdat paktı adı altında Ortadoğu halklarının uyanışına karış, Bu gün ise ortadoğululaşma adı altında bölgede gerileyen İsrail ronüne ülkemize dayatma olarak belirmektedir. Bu amaçla Erdoğanı Nasır'a benzetme komedisinin altan alta sürüldüğü de malumdur ( Bkz. Mihrac Ural, Erdoğan-Nasır ve "Yeni Osmanlıcılık" http://mirural.blogspot.com/ )

12 Eylül 1980 Askeri faşist darbesiyle birlikte bu kesimler için tarihin en büyük fırsatı doğdu. Zindanlar özellikle devrimci güçlerle doldurulduğu bir sırada, ülkücü-milliyetçilere de nispeten yürütülen operasyon ortamında, dinci akımlara gün doğmuştu. Ortalıkta cirit atma koşulları içinde, geçmişten gelen örgütlülükleri, devletin en güvenilir ortakları olarak belirdiler. Mezhepin derin mesajöındada "hakime itaat Allaha itaatir". Özal bu çevreleri bütünüyle kanatları altına aldı. Dört akım bu militanların, kadroların, yarım asırdır hazırlıklı olan ve her askeri faşist darbede biraz daha güçlenerek çıkanların üzerinde birleşiyordu. Demokrasi güçleri tırpanlandıkları yerde, önceki boylarına, yeni boylar katarak yükselen çevre bunlardı.

Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı, en ilan edilmemiş kadrolaşması bu dönemin sonucu olarak gelip dayandı. Hangi siyasal isim altında olursa olsun, kadrolaşmanın ezici çoğunluğu bunlara aitti. Bunlar için parti adının hiç bir önemi yoktu. Birbirlerini tanıyan, uzun yılların kaynaşması ve ortak bölenlerinde buluşan, birbirine tutkun ve sözde Allah adına iş yapan bir topluluk. Bunun içindir ki, ANAP dağılınca bunlar asla dağılmadı. DYP dağılınca bunlar yine dağılmadı , MNP, RP dağılınca bunlar yine dağılmadı. Ruhani liderleri dışarıda, bunları tek bir kitle halinde korumayı başardılar. Fethullah Gülen'den, İsmail Ağa Cemiyetine, Nakşibendiler den Rufailere her boy ve soy cemiyet, kıymati kendinden menkul, Allahtan alınmış vekaletle bu kitleyi sürekli yek vucud olarak tutuyordu.

Bunlar, parti tabelası ne olursa olsun, kim iktidar olursa onun safında devletin tüm etkin-zayıf her kurumunu ele geçirmek için hazırdı. Kuşak ardı kuşak, dalga dalga tusunami gibi gelip istila ediyorlardı. Bugün, bu yayılmanın son turundayız.

28 Şubat 1997 "demokrasiye balans ayarı" yaptığı iddiasında olan ordu, gerçekte son nefesini veren bir mevta iken, dinci kesim iktidar olma yolunda son balans ayarlarını yapıyordu. AKP balans ayarının bir ürünüdür. Bu ekip yeni isimle eski kadro ve kitleyi, iktidara topluca bir kez daha farklı isimle de olsa taşıdılar.

50 yıllık bir süreç, son 25 yılı dizginsiz bir girişkenlikle, atılımla, devletin her alanına siyrayet ederek, en alttaki dizginlere, en karmaşık araçlarla, en kapsamlı kadrolarla çulandılar.

Bu gün tanık olduğumuz, hukuk savaşı, ordunun dizginlenmesi kavgası gibi son paylaşım savaşları ise, son düellodur. Böylesi bir iktidar, dipten gelen sivil diktatörlük girişiminin alt yapısını oluşturuyor. Bu gün, bu girişimin son dönemeçleri dönülmektedir. Bin milin ilk adımı 1950'lerde atıldı, bu gün son adımları atılmaktadır.

Tarihte böylesi girişmler, bu kapsamda, ağırca, sinsice, yaygın ve derinlikçe de kölleşmesi halinde, iktidarda uzun süreli bir eğemenlikle taçlanmasının kaçınılmaz olduğunu gösteriyor. Bu süreçet devrimci hareket, üç kuşak zindanlara tıkıldı, üç darbeyle belleri, kırıldı. Her defasında geçmişten hiç bir miraz arta kalmadan sıfırdan başlamak zorunda kaldı. Ne siyasal bir örgütsel birikim, ne siyasal bir teorik birikim için nefes alma şansı tanınmayan solun bu gün mevta haline geldi. Ölmeyeni ise milliyetçiliğe saparak intihar etti. Son 50 yıllık süreçte, sağ iktidar egemenliğinin sürüyor olması, solun içinde bulunduğu durumla birleşince, tehlikenin boyutunu anlamak için özel bir çabaya gerek kalmıyor.

Gelinen noktada, sivil diktatörlük için her şey hazır gibi. Son engeller aşılmak üzere. Anayasayı, hukuk reformunu bu parlamento yapar mı? Yapmaz mı? Tartışmalarının handikabı da tastamam burasıdır. Kim yaparsa yapsın, bu ülkede farklılıkların özgürlük ve demlokratik hakları tesciline öncelik tanımayan bir yaklaşım hiç bir zaman demokrasiye bir girişi sağlayamayacaktır. Bu karmaşa içinde yine onlar kazanacaktır.

Bu gidişi durdurmanın tek yolu ülke gerçekliğini hukuk zemininde açıkça tanımlamak ve ona uygun düşen anayasa, hukuk, ordu, ve bil cümle demokratik bir cumhuriyetin inşaasına yönelmeyi gerektirir. Bu ise açıkça ve kısaca ülkemizde tüm farklılıkların birer eşit kurucu olacakları birlik ve barışa zemin olan demokrasinin ikamesiyle mümkündür. Bunun için tarihle cesurca yüzleşmek ve bunu fiili sonuçlara götürmek derinleştirmek gerek.

Kimse bizleri ve kendini aldatmasın, bu ülke sivil diktatörlüğün eşiğine gelmiştir bir iki adım sonrası ile on yıllar aynı düzleme ait olacaktır. Bunun için Kürt özgürlük harakete gerçek anlamda hepimiz adına bir mücadeledir ve hepimizin kendi özgünlüklerini, özgürce örgütleyip, mücadele sürecine katması tarihsel bir görevdir.

Sivil dikta, ne Malezya ne de başka bir yere benzeyecek. Bu ülkede sivil dikta iç savaşa yol açacak, kıyım yapacak, sonunda sahipleri Lozan'ı çok arayacaktır...